Agos, 16 Ekim 2009
Ermenistan’la Türkiye arasındaki sınırın açılması, diplomatik ilişkilerin başlaması, iki ülkenin sorunlarını çözmek için diyalog sürecini başlatmaları, gelecek için umut verici gelişmeler. Elbette ki, barıştan yana olan herkes, bugüne kadarki ilişkisizliğin son bulmasını, halkların birbirleriyle daha çok temas etmesini, gelecek nesillerin nefretten uzak bir şekilde yetişmesini arzu ediyor ve bu yönde atılacak adımları gönülden destekliyor.
Ancak, gerçek bir barışmayı, salt devletler düzeyinde, salt diplomatik görüşme ve anlaşmalarla sağlamak mümkün olmadığına göre, Ermenistan, Türkiye ve diasporadaki dinamiklerin yakından takip edilmesi ve toplumların nabzının iyi tutulması, hayati önem taşıyor. Bu bakımdan, Türkiye’de diasporadan protokollere gelen tepkilerin algılanma ve yansıtılma biçimi, diaspora gerçeğini ve diasporanın içinde bulunduğu ruh halini anlamama yönündeki ısrar ve inat, Türkiye’nin Ermenilerle gerçekten konuşmayı aslında pek istemediğini ve buna hazır da olmadığını gösteriyor.
Protokollere en sert ve ağır tepkiler, haftalardır yazılıp çizildiği gibi, diasporadan geldi. Dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Ermeniler, gösteriler, bildiriler, protesto metinleri ve kampanyalarla protokollerin imzalanmaması yönündeki isteklerini haykırdılar. Diasporadaki toplulukların bu sert itirazı, başta Serj Sarkisyan olmak üzere, protokollerle ilgili görüşmeleri yürüten Ermenistanlı yetkilileri ihanetle suçlamaları, Türkiye’de diaspora hakkındaki mevcut önyargıları da iyice su yüzüne çıkardı. Diasporanın tavrı Türkiye’de, ‘Ermenilerin’ aslında ne kadar milliyetçi, ne kadar uzlaşmaz, ne kadar radikal, ne kadar şahin, ne kadar Türk düşmanı olduklarını gösterme vesilesi olarak kullanıldı, kullanılıyor. Ermenilere ilişkin tüm önyargılar, uygun ortamı bulmanın vermiş olduğu rahatlıkla, diaspora eleştirisi kılıfında dile getiriliyor.
Hangi vicdana sığar?
Sınırın açılması, yıllardır beklediğimiz, arzu ettiğimiz, hayalini kurduğumuz bir gelişme. Ancak bu hayale yaklaşmış olmanın verdiği mutlulukla tarihsel haksızlıkların gözardı edilmesi, üzerinin örtülmesi ve dahası, diasporada yaşayan, yaşamak zorunda bırakılan Ermenilerin seslerinin bastırılması karşısında, itirazımızı ortaya koymak, hem insani, hem de vicdani sorumluluğumuz olmalı.
Diasporanın protokollere yönelik tepkiselliğinin ardında yatan psikolojik faktörleri, bu tepkiselliğin tarihsel arka planını gözlerden ırak tutarak, Türklerin yücegönüllülüğü, iyiniyeti, hoşgörüsü, yapıcı tavrına karşılık Ermenilerin katılığını, kalın kafalılığını koyup, Türklük gururunu okşayacak yayınlar yapmak, Taraf gazetesinin yaptığı gibi ‘Diaspora çıldırdı’ gibi insafsızca başlıklar atarak yangını körüklemek, çıkar yol olmadığı gibi, haksızlıkları da derinleştiriyor.
Evet, iki ülke arasındaki ilişkilerde bir balayı yaşanırken bir süre durup bunun tadını çıkarmak istiyor insan. Ancak, geleceği bugün yapıp ettiklerimiz şekillendirdiğine göre, binanın sağlam olup olmayacağını bugünden üst üste koyacağımız tuğlalar belirleyeceğine göre, bu balayı havasını biraz bozmanın, görülmek istenmeyen hakikatler üzerine konuşmanın zamanıdır.
Diaspora hakkında söz söyleyecek Türklerin, eğer biraz olsun vicdan taşıyorlarsa, diaspora lafını ağızlarına almadan önce oturup şu soruların yanıtını düşünmelerinde, üstelik kırk düşündükten sonra bir konuşmalarında yarar var:
Diasporanın nasıl oluştuğunu, 1915’te yaşananlar olmasaydı bugün diaspora dediğimiz insanların bugün birer Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olacağını, bu insanların, buradan, bu topraklardan, Sivas’tan, Malatya’dan, Diyarbakır’dan, Tekirdağ’dan, Samsun’dan dünyanın dört bir yanına dağıldığını, ve bunun sebebinin yine bu topraklar üzerinde uğradıkları insalıkdışı tavır olduğunu hatırda tutmadan, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?
Bu insanların, tehcirden, katliamdan canlarını kurtarmış; belki ana babalarının gözleri önünde katledildiğini, tecavüze uğradığını görmüş; Halep, Beyrut yetimhanelerinde yokluk içinde büyümüş; Batı ülkelerinde ucuz işgücü olarak yıllarca sömürülmüş; bu arada hayata tutunmaya, dillerini, dinlerini, kültürlerini yaban ellerde yaşatmak için çabalamış; ‘Beyaz Soykırım’ olarak adlandırdıkları asimilasyona karşı durmaya çalışmış kuşakların evlatları olduğunu unutarak diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?
Yerinden yurdundan edilmiş, mülklerine, topraklarına el konmuş, okulları, kiliseleri yağmalanmış, yıkılmış, cami, kaymakamlık binası, ahır, silah deposu yapılmış bu insanlardan kalan mülkler üzerinde güzel güzel oturup, diaspora hakkında söz söylemek hangi vicdana sığar?
Türkiye devleti onyıllardır yaşanan acıları inkâr eder, bu topraklar üzerindeki Ermeni varlığının izlerini silmeye çalışır, gözlerinin içine baka baka bu insanlara, “Hayır, siz öldürülmediniz, sizin malınıza el konmadı, sizin buralarda hakkınız yok, aksine siz öldürdünüz, haindiniz, vatanı sattınız!” derken, diaspora hakkında laf söylemek hangi vicdana sığar?
Diaspora onyıllardır bütün enerjisini bu acıların kabul edilmesine, Türkiye devletinin inkâr ettiği gerçeklerin dünya kamuoyu tarafından duyulmasına harcar ve bu nedenle gerçek bir delilik haliyle yaşamaya; darmaduman edilmiş bir halkın çıldırmış çocukları olarak, köklerinden koparılmış ve artık yaşamayan bir kültürün ölüsünün başında nöbet tutmaya mahkûm edilirken, yan yana gelmiş iki Ermeni anadillerini bile doğru dürüst konuşup anlaşamazken, onların siyasi sığlıklarından, öngörüsüzlüklerinden, basiretsizliklerinden şikâyet etmek hangi vicdana sığar?
Ha Yeniçağ, ha Taraf!
Yukarıdaki sorular aynı minval üzere çoğaltılabilir. Bütün bu sorulara ve olası yanıtlarına rağmen, diasporanın yanlış bir yol tuttuğu, doğru bir strateji izlemediği de savunulabilir ve bu görüşlere saygı duyulur. Ancak, 14 Ekim tarihli Taraf gazetesinin, “Ha Bahçeli ha diaspora” manşetiyle yaptığı gibi, bunca acıdan sonra diasporayı bilinçli olarak şeytanlaştırmak, ancak ve ancak ahlaksızlıkla açıklanabilir.
Bu ahlaksızlık karşısındaki isyan ve çaresizliğimizi, ancak “Başınıza diaspora kadar taş düşsün!” sözü ifade edebilir.
NOT: Geçen hafta 1914 Ermeni reformu üzerine yazmaya devam edeceğimi söylemiştim ama protokoller etrafında dönen tartışma nedeniyle bu konuya bir ara vermek gerekti. Haftaya, kaldığımız yerden devam ederiz.NOT2: Bu yazının biraz farklı bir versiyonu 18 Ekim’de Star’ın pazar eki Açık Görüş’te yayımlandı.