24 Nisan ve anlatılamayanı anlama çabası

Agos, 23 Nisan 2010

Soykırım Ermenilerin yaşadığı en büyük trajediyse eğer, yaşananları yüz yıl sonra hala ve hala bütün dünyaya anlatmaya, yeniden ve yeniden onay almaya çalışmak, yüz yıl sonra hala başkalarından tasdik görme zorunluluğu hissetmek de, büyük bir dramdır.

Eğer soykırım insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçsa, onun şu ya da bu şekilde inkarı da, ilkinin devamı olan bir başka büyük suçtur.

Ermeniler on yıllardır neler yaşadıklarını, anne babalarının nasıl katledildiğini, yerlerinden yurtlarından nasıl sökülüp atıldığını, minik bebelerin ölmemeleri için nasıl ağaç kovuklarına bırakıldığını anlatıyorlar dünyaya. Tarihsel olarak bütün dünyanın bildiğini, cümle alemin kabul ettiğini, yine ve yeniden, zamana ve mekana göre değişen şekillerde, farklı dillerde, farklı söylemlerle tekrarlıyorlar. Çünkü karşılarında sinsi, inatçı bir inkar mekanizması var.

Türkiye'nin resmi inkar endüstrisi, 1915'te bir soykırım yaşanmadığını; Osmanlı Devleti'nin Ermenilerin zararlı faaliyetleri karşısında tedbir aldığını; çünkü onların savaş sırasında, tebaası oldukları devlete ihanet ettiğini; tehcir yolculuğu sırasında kafilelerde yer alanların konforu için her türlü tedbirin alındığını anlattıkça; velhasıl, güçlü olan, tarihi dilediği gibi yazdıkça, Ermenilerin yaraları yeniden kanıyor, acıları derinleşiyor.

Bu acıların görmezden gelinmesi, yok sayılması, küçümsenmesi, sayıya vurulması, politikaya alet edilmesi, tarihten silinmeye çalışılması, inkar edilmesi karşısındaki duygusal patlama, ifadesini, kaybedilen yurdun, kaybedilen canların ardından yakılan ağıtlarla buluyor; yok edenin, yok sayanın, hor görenin yüzüne, öfke dolu sloganlarla çarpıyor.

İnkarı savunanlar, işte böylece, Ermenileri çığlıklara ve sloganlara indirgeyerek, insanlığa karşı işlenmiş suça ortak oluyor.

Failin "gerçeği"

1915'te olup biteni anlatma çabasını yaşananların anlatılamazlığıyla yan yana koyduğunuzda, bunun nasıl bir daimi işkence olduğu çok daha açık bir şekilde çıkıyor ortaya.

İtalyan düşünür Giorgio Agamben, 'Tanık ve Arşiv: Auschwitz'ten Artakalanlar' adlı çalışmasında, yaşanan dehşetin idrak edilemezliğini, kavranamazlığını, anlatılamazlığını 'anlatmak' için, Holokost'un bir 'tanığı' olan Zelman Lewantal'ın ifadelerine başvuruyor:

"Tarihsel bir perspektiften, örneğin imhanın son aşamasının nasıl yerine getirildiğini en ince ayrıntısına kadar biliyoruz; toplama kampındaki tutsakların, kendi içinden oluşturulmuş olan (ve Sonderkommando diye bilinen) bir tim tarafından gaz odalarına götürüldüğünü, sonra yakılanların cesetlerinin çıkarılıp yıkandığını, saçlarının kesilip altın dişlerinin söküldüğünü ve en sonunda krematoryuma atıldığını biliyoruz; ama gerçekten anlamaya çalıştığımızda, bunların hiçbiri tek başına yeterli olmayacaktır. Bu ikilem ve rahatsızlık, kendisi de bir Sonderkomando üyesi olan Zelman Lewantal'ınki kadar yalın bir ifadeyle hiç kimse tarafından dile getirilmemiştir belki de. Lewental, Auschwitz'in kurtarılışından on yedi yıl sonra gün ışığına çıkan tanıklığını, III. Krematoryumun altına gömdüğü kağıda gizlemişti. Yidişçe "Nasıl ki orada olanlar hiçbir insan tarafından tahayyül edilemezse" diye, yazar Lewental, "bizim başımızdan neler geçtiğini herhangi birinin tam olarak ifade edebilmesi de düşünülemez... Tarihçilere pek iş bırakmayacak bir avuç insanız biz." (Çeviren: Ali İhsan Başgül, Dipnot Yayınları)

Kurbanın bu anlatılamaz gerçekliğinin yanına, failin kendi gerçekliği ve onun söylemini, dilini, laf salatasını, kavram kargaşasını koyduğunuzda, bu ikisinin birbiriyle örtüşmesinin ne kadar imkansız olduğu daha açık bir şekilde çıkar ortaya. Yaşananları anlatma çabasının nafileliğinin karşısına, bir kalemde bütün 'iddia'ları reddetmenin kolaylığını koyun, dramın nerede olduğunu anlarsınız. Yaşanan ve onun reddiyesi iki 'taraf' olarak görülmeye başladığı anda, mağdur sonsuza dek mağdur olarak kalmaya, salt bir tanık olarak kalmaya mahkum edilir. Ermeniler de çığlığa, slogana işte böyle indirgenir.

Bu nedenle, Ermenilerin ruhlarının özgür kalması, ancak ve ancak tanık ve mağdur olmaktan kurtulmalarıyla mümkün olacak. Bunun gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceği sorusunun yanıtı da, Türklerin inkar yolundan ayrılıp idrakin yoluna girip girmeyeceğinde yatıyor. Türkiye'nin geçmişiyle yüzleşmesini gerçekten isteyenler, omuzlarında her şeyden çok bu sorumluluğu taşıyor.

__________________________________

Bütün kayıplar için

24 Nisan 1915'te, İstanbul'da zaptiyelerin ellerindeki listelere göre tutukladığı iki yüzden fazla Ermeni aydının pek çoğu, hayatları boyunca ellerinde kalemle fikir mücadelesi vermişlerdi.

Gazeteci, yazar, öğretmen, siyasetçi, tüccar ve din adamı olan bu insanların pek çoğu, sürüldükleri Çankırı ve Ayaş'ta katledildi. İlk sürgün grubuna dahil edilmeyip bir süre daha İstanbul'da kalmasına göz yumulan Krikor Zohrab, Vartkes Serengülyan gibi bazı tanınmış isimlerse, sonraki aylarda onlarla aynı kaderi paylaştı.

O ilk büyük kafileyle sürülenler arasında, isim benzerliği nedeniyle yanlışlıkla sürgün edilenler, kaçıp canını kurtaranlar, özel bir izinle geri dönenler de vardı. Rahip Gomidas gibi, İstanbul'a dönmesine izin verildiği halde, yaşadıkları ve gördükleri nedeniyle akıl sağlığını yitiren ve 20 yıl sonra hastane köşelerinde can verenler de...

24 Nisan, Anadolu'nun çeşitli yerlerinde 'çart' (kesim, kırım), 'ağed, yeğern' (felaket), 'aksor' (sürgün), kafle, seferberlik gibi adlarla anılan ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan büyük felaketin başlangıcı değil ama, en önemli dönemeçlerinden biriydi. Bir halkın kültür hayatını şekillendiren seçkin tabakanın ortadan kaldırılmasının acısı ve etkisi çok büyük oldu ve bu durum sonraki bütün kuşakları etkisi altına alacak bir çoraklaşmaya yol açtı.

Ermeniler, bu büyük yaratıcılar grubuna duydukları saygının sonucu olarak 24 Nisanı milat kabul ettiler. Onları anmak, bu kadim halkın bütün masum kayıplarını anmak anlamına geliyor.


(Bianet bu yazıyı iktibas etti, şurada...)

Kürt olmak

Agos, 16 Nisan 2010

Birileri acaba, hiç olmazsa ‘açılım’ lafları edilmeye başladığından beri başlarına gelenlere bakıp, memlekette Kürt olmanın ne mene bir şey olduğu üzerine biraz olsun düşünüyor mudur? Birileri acaba, bir an olsun kendini bir Kürt’ün yerine koyup, şu hengâmede, sokakta, okulda, işyerinde, askerde, bir Kürt olarak yaşamaya çalışmanın hangi hayal kırıklıklarını, hangi korkuları, hangi öfkeleri beslediğini anlamaya çalışıyor mudur?

Ahmet’i düşünen var mıdır mesela? Hani, çocuk yaşta köyü boşaltıldığı için ailesiyle kalkıp İstanbul’a göç etmiş, okul okuyamamış şu çocuğu? Sabah otobüse binip, çalıştığı konfeksiyon atölyesine giderken, yanındakinin gazetesinde Ahmet Türk’ün kanlı suratını görse, ve hasbelkader, o gazete de, Samsun’da yaşananı “Olacağı buydu dedirten olay” şeklinde aktaran Sözcü olsa mesela... Ahmet gazeteyi çaktırmadan okurken, “PKK karşıtı bir genç PKK yanlısı açıklamaları yüzünden eleştirilen Ahmet Türk’ü yumrukladı. Ağzı burnu kanayan Türk zor kurtuldu” cümlelerini okusa, ardından “Sakık saldırganı tehdit etti”, “Polis Türk’ü kurtardı”, “BDP’liler tehdit etti” ifadelerini görse, ne hisseder acaba?

Her gün, her hafta Kürt siyasetçilerin tutuklandığını, bir Kürt gazetecinin ceza aldığını, bir Kürt çocuğun bilmem kaç yıl hapse mahkum edildiğini gören Vanlı bir Recep olsanız mesela, şu yaşadığımız memleketle, onun devletiyle nasıl bir gönül bağı kurarsınız?

Esmer olduğunuz, nüfus kâğıdınızda ‘Tunceli’, ‘Hakkâri’, ‘Diyarbakır’ yazdığı için günde bilmem kaç kere polis tarafından durdurulan, otobüste yanına oturulmak istenmeyen, mahallede kötü gözle bakılan bir Bahtiyar, Hasan, Kadir olsanız, üç kuruş maaşla on küsur saat inşaatlarda ömür törpülüyor olsanız, Türkiye’nin geleceği hakkında hangi hayırhah duyguları beslersiniz acaba?

Meryem olsanız mesela, Diyarbakır’da kızınızı okula götürürken, aklınızda bir başka kız çocuğu, havan mermisinin savurduğu bedeninin parçaları ağaçlardan toplanan küçük bir kız çocuğu olsa, akşam evde kocanızın önüne bir tabak çorba koyarken televizyondan o kız çocuğunun annesinin ağıtlarını dinlemiş olsanız, çalıştığınız kuaförde subay eşlerinin fön yaptırırken şu ya da bu mesele üzerine gülüşüp attıkları kahkahalar hakkında ne düşünürsünüz?

Memleketteki bir avuç toprağı satıp savıp Adapazarı’na gelmiş bir Nuri olsanız mesela; güçbela açtığınız bakkal dükkânı her gerginlikte taşlansa, yakılmak istense; Kürt olduğunuz için sizden alışveriş etmeyen, size kem gözle bakanlarla aynı mahallede yaşıyor olsanız, Kürtçe yayın yapan bir devlet kanalına sahip olduğunuz için çocuklar gibi sevinir misiniz?

‘Açılım’ diye diye

‘Açılım’ edebiyatı başladığından beri, memlekette iki bine yakın Kürt siyasetçi gözaltına alındı, bunlardan yüzlercesi tutuklandı, mahkûmiyet kararı aldı. Unutmayalım, Kürtleri temsil eden parti daha yeni kapatıldı. Kapatılanın yerine kurulan yeni partinin belediye başkanları, yöneticileri, elleri kelepçelenerek tutuklandı.

Açılım paketi açıldığından beri, binden fazla Kürt çocuk, polise taş attıkları gerekçesiyle tutuklandı. Mehmet adında, 18 aylık bir bebek, başına isabet eden bir gaz bombasıyla, 14 yaşındaki Ceylan adındaki bir çocuk da havan topu mermisiyle öldürüldü. 52 yaşındaki inşaat işçisi Resul İlçin, 21 Ekim’de, Şırnak’ın İdil ilçesinde, ‘şüpheli’ bulunan bir araçta yapılan arama sonucunda götürüldüğü karakoldan, 15 dakika sonra ölü olarak dışarı çıkarıldı. Şüpheli araçta çay paketleri vardı...

Dolapdere’de DTP’nin kapatılmasını protesto eden gruba kurusıkı tabancalarla ateş açılmasını hatırlıyor muyuz? Ya, saldırganlar aynı gün serbest bırakılırken, yaralı DTP’linin, hastanede ‘örgüt üyesi olduğu ve yasadışı gösteriye katıldığı ’ gerekçesiyle tutuklandığını? İzmir’de DTP konvoyuna taşlarla saldırılmasını?

Yargıtay’ın, “bölge özelliklerini'' göz önüne alarak, güvenlik güçlerinin ''korktukları” gerekçesiyle halkın üzerine otomatik silahlarla ateş açmasını hukukileştiren kararı hakkında ne düşünüyoruz? Peki ya, gittiği barda Kürtçe türkü isteğinde bulunduğu için bir polis memuru tarafından kurşunlanarak öldürülen Emrah Gezer’in davasının hangi aşamada olduğunu biliyor muyuz?

Gazetelerde ‘Bulanık davası’ diye geçen, Ahmet Türk’ün, duruşma çıkışında saldırıya uğradığı davanın neyle ilgili olduğunu kaçımız hatırlıyor? Çok uzak değil, daha 15 Aralık’ta, Muş’un Bulanık ilçesinde, DTP’nin kapatılmasını protesto eden kitleye, JİTEM elemanı olduğu söylenen bir manifaturacının kalaşnikofla açtığı ateş sonucu iki kişi ölmüş, sekiz kişi yaralanmıştı. Medyada, olayın faili olan esnafın, provokatörlere tepkisi olarak sunulmuştu ya hani… Bu dava, güvenlik gerekçesiyle Samsun’a alınmıştı; işte orada Ahmet Türk’e saldırıldı.

Bir Kürt olsaydınız, bunları duyduğunuzda siz ne düşünürdünüz?

*

Açılım, açılım dedikleri halkla alay etmek mi demek? Ahmet Türk’ün burnunu kırdılar. Zaten Kürtlerin burnunu, kolunu, bacağını her gün, her gün kırıyorlar. Devletin niyeti de, tıyneti de belli...

Peki biz, siz, onlar, sıradan insanlar bu konuda ne düşünüyoruz? Biz gerçekten istemeden, biz gerçekten elimizin taşın altına koymadan barış olur mu?

Peleşyan’ın sineması

Agos, 9 Nisan 2010

Eğer, ‘ayvarendesi’ adlı bir blogda, “son bir ay içerisinde artavazd peleshian’ın menq’ini ve seasons’ını yedi sekiz kez izledim herhalde. izlerken her seferinde ayrı ürperiyorum. youtube’u olanlar oradan seyredebilir” diyen bir nota rastlamasaydım, Ardavazt Peleşyan’ın (Peleshian) adını belki hiç duymayacak, duysam da, onun kim olduğunu muhtemelen bu kadar merak etmeyecektim.

Yazılarını severek takip ettiğim blogcuyu ürperten şey neydi? Utanç verici yasağa rağmen, pek çoğumuz gibi benim de YouTube’um vardı. Oturdum, seyrettim ve daha önce hiç karşılaşmadığım türden bir şeyle karşılaştım. Başka türlü filmlerdi bunlar. Peleşyan, başka türlü bir adamdı.

Sinemayla izleyiciliğin dışında yakın bir ilişkim yok. Bu yüzden, onun filmlerini nasıl nitelendirmek, nasıl tasnif etmek gerektiğini bilmiyorum. İzlerken ilk anda aklıma gelen şey, bunların şiirsel filmler olduğuydu. ‘Şiirsel’ tabirini, çoğu zaman, iyi yapılmış bir işi övmek için kullanırız. Buradaki ‘şiirsel’ o anlamda değil, şiirin kendine has anlam dünyası, dili, duygusu, insanda yarattığı etki anlamında...

Bu diyalogsuz, karaktersiz filmlerde, görüntülerin art arda gelerek, tekrarlanarak, dönüp durarak oluşturduğu benzersiz bütünlük duygusu, sinemanın, film yapma sanatının sınırlarını zorluyor, dahası, o sınırları ortadan kaldırıyor.

‘Unspoken Cinema’ (Konuşulmayan Sinema) adlı bir film sitesi, Peleşyan’ın tekrara dayanan tekniğini şu sözlerle anlatıyor: “Çok önemli bir fotoğrafı elinde tutan, onu yorumlayan, onu bize tekrar gösteren, sonra gerektiğinde, anlattığı şeyin altını çizmek için görüntüyü durdurup bize bir şeyler daha söyleyen ve özünde, önceden üretilmemiş cümlelerle bir makale yazan bir yönetmen gibi...”

Kendi çektiği görüntüleri, arşiv görüntüleri ve fotoğraflarla birlikte kurgulayan, müzikten yoğun olarak yardım alan Peleşyan, hayatı boyunca özgün bir gerçeklik duygusunun peşinden gitmiş. Onun filmleri, karakterlerin yaratılamayacağını, kurgulanamayacağını, onların zaten çevremizde, günlük hayatın içinde olduğunu söylüyor adeta.

Ermenistan’dan dünyaya

1938’de Leninakan’da, yani Gümrü’de doğan Ardavazt Peleşyan, sinema eğitimini 1960’larda, prestijli Moskova Film Enstitüsü’nde aldı. Bugüne kadar hepi topu on kadar film üretti. Hiçbiri ticari olmayan, belgeselle kurgusal sinema arasında bir yerde duran, en kısası altı dakika, en uzunu altmış dakika olan bu filmleri arka arkaya eklerseniz, üç saati bulmuyor. Bu kadar az üretmiş bir yönetmenin bu kadar özgün bir anlatım dili yaratmayı becermiş olması, muazzam bir başarı.

Peleşyan’ın filmlerinde insan her zaman merkezi bir rol oynuyor. Hırsları, beceriksizlikleri, var olmak için verdikleri savaş, bu savaşı kazanmaları ve aslında kazanırken kaybediyor olmalarıyla insanlar… Bu anlamda, hep Ermenistan’ı ve Ermenistanlıları anlatsa da, kelimenin tam anlamıyla evrensel, sınırlarötesi filmler bunlar. Eleştirmen Scott MacDonald’la söyleşisinde, Peleşyan, doğduğu ülke ve onun insanlarıyla ilişkisini şu sözlerle anlatıyor: “Ermeniler, bana, bütün dünya, insan karakteristiği ve insan doğası hakkında bir şeyler söyleyebilme imkânı tanıyor. Birileri bu filmlerde sadece Ermenistan’ı görebilir. Ama ben geçmişte hiç öyle yapma izni vermedim kendime, bugün de vermeyeceğim.”

Filmleri



Öğrenciliği sonrasında çektiği ilk film olan ‘Izgispı’ (Başlangıç, 1967), Ekim Devrimi’ni anlatır. 10 dakikalık bu çarpıcı siyasi filmde, Peleşyan, isyanlar ve toplumsal hareketlerle dolu modern tarihin, derinlerde yatan ruhunu arar. Çığlıklar, coşkun kalabalıklar, kurşun sesleri, koşuşturan insanlar aracılığıyla, insan eliyle yaratılan değişime dikkat çeker ve sorar: Peki, gelecek nasıl olacak?

1969 tarihli ‘Menk’te (Biz) [sekiz küsur dakikalık ilk bölümü yukarıda] ise, günlük hayattan anlar, bir cenaze, çalışan insanlar, caddeler, koyun sürüleri, dağ, tepe görüntüleriyle, insanı ve doğayı, toplumu, şehirleri, günlük hayatın kahramanlarını gösterir. Filmde, Ermenilerin tarihsel trajedisine de, insanoğlunun hayatta kalma yeteneğine de göndermeler vardır.

Benzer bir tema, Peleşyan’ın en çok bilinen filmi olan ‘Vremana Goda’da (Mevsimler, 1975) da işlenir. Coşkun akan bir nehrin sularına kapılmış bir koyunu yakalamaya çalışan bir köylünün, izleyeni tedirgin eden, bıçak sırtı görüntüleriyle açılan filmde, yine insanın doğayla mücadelesine tanık oluruz. Bu, onun filmlerinin en vurgulu temalarından biridir. Güneş, yağmur, kar, fırtına karşısında insan, bazen yenip bazen yenilerek, doğayla hemhal olarak, yaşamayı sürdürür; çünkü hayat hep devam eder

“Bu film, ulaşmaya çalıştığım, hepimizin, bütün insanlığın ulaşmaya çalıştığı şey hakkında. İnsanların, yükselmeye ve aşmaya yönelik arzu ve istekleri hakkında” sözleriyle anlattığı ‘Mer Tarı’ (Çağımız, 1983), bir uzay gezisine odaklanarak, kozmonotların yaşadığı baskıyı, yalnızlığı, yabancılaşmayı, fiziksel ve ruhsal yorgunluğu, ancak bunun yanında da, insanoğlunun, uçma eyleminde billurlaşan fethetme hırsını anlatır, izleyicisini bunun kökeni üzerine düşünmeye çağırır.

Batı sinema dünyasına, kendisinin de çokça etkilendiği Jean-Luc Godard tarafından takdim edilen, ünlü Sergei Paracanov’un “dünya sinemasının birkaç gerçek dahisinden biri” sözleriyle selamladığı Ardavazt Peleşyan, tepeden tırnağa sinemacı ve aynı zamanda zamanımızın en önemli düşünürlerinden biri.

(Peleşyan’ın sekiz filmi, http://www.ubu.com/film/peleshian.html adresinden izlenebiliyor.)

BBBTY

http://bizbaskabirturkiyedeyasiyoruz.blogspot.com/


Bedros Şirinoğlu’nun Açıklamaları Hakkında
Biz başka bir Türkiye’de yaşıyoruz


Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu’nun 26 Mart 2010’da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüşmeden sonra verdiği beyanatı büyük bir ibret duygusuyla izledik. Kamuoyunu yanlış bilgilendiren bu beyanatın pek çok noktası açıklanmaya muhtaçtır.

Şirinoğlu “Cemaat Başkanı” değil

Bedros Şirinoğlu, Başbakanlık Basın Merkezi günlük programında belirtildiği gibi “Ermeni Cemaati Başkanı” değil, Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Başkanı’dır. Toplumu temsil etmek ve siyasi konularda bizler adına görüş beyan etmek, vakıf yönetiminin yetki alanına girmez. Bu nedenle, Şirinoğlu’nun açıklamaları kendisini bağlar, Ermeni toplumunu değil. Kamuoyunu yanıltanların, bu yanlışı düzeltmesini bekliyoruz.

Vakıf malları hâlâ iade edilmiyor

Surp Pırgiç Vakfı yöneticileri, yıllar önce devlet tarafından gasp edilmiş olan sekiz mülkün iadesi nedeniyle teşekkür etmek için Başbakan’dan randevu almış olsa da, cemaat vakıflarının gasp edilen mallarıyla ilgili sorun hâlâ bütünüyle çözülmüş değildir. Bu konuda atılan adımların son derece yetersiz ve samimiyetsiz olduğu, konunun uzmanları tarafından sıkça dile getirilmektedir. (Son dönemde, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün, cemaat vakıflarının devletin el koyduğu mülklerinin iadesi için yaptığı 1410 başvurunun sadece 96’sını onaylamış olması, durumun vahametini gösterir.)

Bizlerin Türkiye gerçekliği farklı

Şirinoğlu’nun, “Ermeniler Türkiye’de güven içinde hissediyorlar. Türkiye’de yaşayan bir Ermeni’den bir şikâyet duydunuz mu? Var mı? Var mı?” soruları karşısında, “Biz herhalde başka bir Türkiye’de yaşıyoruz!” diye düşünüyoruz. O kendisini güvende hissediyor olabilir, ama Türkiye’de yaşayan Ermenilerin kendilerini güvende hissettiği, bir yalandır. Ermeniler bu ülkede ırkçılığa, ayrımcılığa maruz bırakılıyor, uluslararası ilişkilerde pazarlık unsuru olarak kullanılıyor ve toplumun geniş kesiminde keskin bir Ermeni karşıtlığı halen devam ediyor. Şirinoğlu’ndan, üç yıl önce Hrant Dink’in nasıl katledildiğini ve cinayetin ardındaki gerçek güçlerin bulunması için hiçbir gerçek adımın atılmadığını hatırlamasını ve bunu Başbakan’a da hatırlatmasını beklerdik.

Hafifsemek değil, geçmişle yüzleşmek

1915’te yaşananların bir “arkadaş kavgası” olarak nitelendirilmesini, 20. yüzyıl başında 1,5 milyondan fazla olan Ermeni nüfusunun dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda kalmasıyla ve Türkiye’de de 60 binlerin altına düşmesiyle sonuçlanan, insanlığa karşı işlenmiş büyük suçun hafifsenmesini, üzerinin örtülmeye çalışılmasını kınıyoruz. Adaletin yolu, geçmişin üzerini örtmekten değil, onunla yüzleşmekten geçer.

Amaç telafiyse yolu belli

Bu buluşmanın, Başbakan’ın 100 bin Ermenistanlıyı sınır dışı etme tehdidinden kısa bir süre sonra gerçekleşmesi, Şirinoğlu’nun “Başbakan’ı biz yanılttık” sözleriyle özür dilemesi, bizlere, bütün bunların, iktidarın dünya kamuoyunu etkilemeye yönelik bir telafi gösterisinin parçası olduğunu düşündürüyor. Hangi milletten olursa olsun, bu ülkede yaşam mücadelesi veren göçmenlerin ülkelerine gönderilmekle tehdit edilmesi ahlak dışıdır. Bu sözlerdeki asıl hata sayı olmadığı gibi, bunu düzeltmek de Başbakan’ın kendisine düşer. Biz, bu ülkede emanet veya rehine değil, eşit vatandaş olarak yaşamak isteyen Ermeniler, Başbakan’ı sarf ettiği sözlerden ötürü kınıyor ve Bedros Şirinoğlu’nun açıklamalarına hiçbir şekilde katılmadığımızı duyuruyoruz.

Herkesin keyfi yerinde!

Boş meydanı doldurmak

Agos, 2 Nisan 2010

Bu ilk değil ve biz böyle devam edersek son da olmayacak.


Osmanlı zamanında da, Cumhuriyet döneminde de, Ermeni toplumunun sorunlarını çözmek için, iktidarlardan, o günün egemenlerinden medet umdu Ermeniler. Ermeni yöneticiler, eskiden Saray’da, yeni zamanlarda ise Ankara’da gördükleri izzetüikramdan; küçük ‘cemaat’in içinden çıkıp kabul edildikleri altın varaklı ‘devletlu’ salonlardan; devrin önde gelen politikacılarının yamacına sokulmaktan; yukarıdan bakan, hor gören edalarını görmezden gelip onlarla üç beş kelam etmekten; ezilip büzülerek de olsa onlarla karşılıklı oturmaktan; onlara ‘cemaat’lerinin sorunlarını ‘aktarmaktan’; ve en nihayet, onlarla birlikte fotoğraflanmaktan medet umdular.

Kim bilir hangi milliyetçi, hangi devletçi, hangi derin politikacıyla çekilen o fotoğraflar, önce Ermenice gazetelerin sayfalarında çarşaf çarşaf basılır, sonra da, o ‘cemaat’ yöneticilerinin ne kadar başarılı bir kariyer sahibi olduklarını ispatlamak üzere, çantacı, ayakkabıcı, kuyumcu mağazalarındaki, tefeci bürolarındaki patron koltuklarının arkasını süsler...


Onlar, en güzel takımlarını giyer, Atatürklü ya da bayraklı rozetlerini yakalarına özenle yerleştirir, sinekkaydı tıraşlarını olur, losyonlarını sürünür, eşlerinin duasıyla yola koyulurlar. Huzurdayken kasılır, ezilirler farkında olmadan. Devlet kapısında merhamet dilenen yabancı unsurlardır onlar nihayet… Görüşme bitip dışarı çıktıklarında derin bir nefes alır, kravatlarını gevşetirler. Kendilerine gelir gelmez, hemen İstanbul’a, müjdeli havadisleri vermek için cemaatlerinin bağrına koşarlar.


Elbette, müsteşar, bakan ya da –olağanüstü bir durumsa– başbakan, kendilerine yakın ilgi ve alaka göstermiştir. Elbette, Ermeni vatandaşlarının bu vatana ne kadar içten duygularla bağlı olduklarını takdir etmektedirler. Elbette, kendilerini büyük bir dikkatle dinlemiş, notlar almışlardır. Elbette, sorunların çözümü için ellerinden geleni yapacaklarını, konuyu astlarında ya da üstlerine bildireceklerini, araştırma yapacaklarını, kanun sınırları içerisinde bir hal çaresi olup olmadığına bakacaklarını, merak etmememizi söylemiş, Ermeni vatandaşlarına en halisane, en kalbi selamlarını iletmişlerdir.


Bu görüşmelerin her biri çok başarılıdır! Yine de, ne hikmetse, yıllar geçse de sorunlar bir türlü hallolmaz.


Fincancı katırları


Bedros Şirinoğlu’nun açıklamaları benzer diğer görüşmelerden çok daha fazla ilgi çekti, çünkü AK Parti yönetimi devletin kriz zamanlarında başvurduğı taktiği kullanıp, “Bizim Ermeniler” kanalıyla dünyaya bir mesaj vermek istemişti. Her şey inceden inceye düşünülmüştü belli ki. Randevunun zamanlaması da, basına birkaç gün önceden duyurulmuş olması da, Şirinoğlu’nun “Ermeni cemaati başkanı” olarak sunulmasına dair ‘masumane’ hata da, hangi minvalde konuşacağı da, Başbakan’ı Ermenistanlı kayıt dışı göçmenlerin sayısı konusunda yanılttıklarını açıklayıp özür dilemesi de…

Böyle durumlarda, bu kadar önemli bir görev için kendisinin seçilmiş olmasından ileri gelen gururla, alışık olmadığı bu ortamdan nasıl ‘alnının akıyla’ çıkacağının baskısı arasında sıkışıp kalan ‘cemaat lideri’, kendisi için en güvenli yolu seçip, kraldan fazla kralcı, devletten fazla devletçi olur. Malum, vakfının ve cemaatinin çıkarını düşünmektedir! Eh, kendi şahsi işi gücü de vardır, öyle istediği gibi atıp tutamaz.

Şirinoğlu da, ‘en büyük cemaat vakfı’nın başkanı olarak, zaten kendisini cemaatin başkanı olarak görüyordu bir vakittir. Bunun devlet tarafından tanınıyor olması, onun açısından bir başarıydı şüphesiz. Devletin istediğini söylediği müddetçe ‘cemaat başkanı’ olarak anılacağını, biat etmediği takdirde hiçbir kıymeti kalmayacağını biliyor muydu acaba? Çıkılan o zirvelerden inmemek için, o kol düğmelerini takmak, fincancı katırlarını ürkütmeyecek sözler etmek lazımdı.


Bize ne gerek?

19 Ocak 2007’den sonra boşalmış olan bir meydanda yapılan bu açıklamalar ibretlikti. İbret almak ise, ders çıkarmak, yıllardır dillerden düşmeyen ‘sivilleşme’nin ne mene bir şey olduğu üzerine düşünmek demek. Ayrıca, meydanı boş bırakmamak, fikirle ve zikirle doldurmak demek.


Artık, din adamı olmayan her yöneticinin sivil olmadığını, sivilliğin her şeyden önce bağımsız bir zihniyet gerektirdiğini hatırlamak gerek. Vakıf yöneticilerinin, Ermeni toplumunun sivil yönetim mekanizmaları devlet baskısıyla lağvedilmiş olduğu için ‘cemaat yöneticisi’ gibi davranabildiklerinin farkında olması, bunun geçici ve arzu edilmeyen bir durum olduğu bilinciyle hareket etmesi gerek. Devlet zoruyla kapatılan o kurumların yerine yenilerinin nasıl konabileceği üzerine kafa yormak, bu süreçlerin olabildiğince geniş bir katılıma açık olmasını sağlamak gerek.

Vakıf yönetsin diye seçilenlerin kendilerini her konuda yetkili görerek cemaat temsilciliğini üstlenmelerine olanak tanıyan bu düzen artık devam edemez. Açık açık tartışabileceğimiz, açıkça konuşabileceğimiz, oyumuzun ve karşı oyumuzun değerini bilererek ortak karar alabileceğimiz mekanizmalara ihtiyacımız var. Yüz yıl önce bunlara sahiptik, bugün değiliz. Yarın daha iyilerine ihtiyacımız olacak.

Bunu beceremezsek, hakkı olmadığı halde hepimiz adına konuşup bizleri utandıracak, ölmüşlerimizin ve öldürülmüşlerimizin kemiklerini sızlatacak daha çok ‘cemaat başkanları’ göreceğiz.

Türk aydınının diasporayla imtihanı!

Agos, 26 Mart 2010

Birgün yazarı Kürşad Kahramanoğlu, “yurtdışında uzun dönem yaşamış bir Türk” ve “yıllarca milletlerarası politikada kafa patlatmış, milletlerarası kuruluşlarda lobi faaliyetleri organize etmiş birisi olarak” Ermeni diasporası hakkındaki görüşlerini bizlerle paylaşmış 17 Mart’ta. Burada alıntılayarak olabildiğince aktarmaya çalışacağım, ama tavsiyem Birgün’ün internet sitesinden yazının tamamını okumanız.

Yazısına, “toprak kazanarak ‘millet’ olmuş, devlet kurmuş” milletlerin, misal Osmanlıların/Türklerin, artlarında çeşitli diasporalar bıraktıkları ve bunun tarihsel bir olgu olduğu tespitiyle başlayan Kahramanoğlu, diasporik toplulukların, köklerindeki kültürden daha keskin, “daha milliyetçi ve militan” olduğunu söylüyor.

Kahramanoğlu, yurtdışında yaşadığı dönemde edindiği tecrübelere dayanarak, Ermeni diasporasının “Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı’dan ayrı bir şey gibi görmediğinden”, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı mirasını reddetmesine ve pek çok değişikliği hayata geçirmesine karşın, diasporadakilerin hâlâ Türkleri hedef aldığından şikâyetçi oluyor ve şu örnekleri veriyor: “Türk kibriti ile sigarasının yakılmasına itiraz eden Rum kızı ile karşılaşacağınız gibi, New York’ta LGBT konferansında adı ‘Ortadoğu’da Lezbiyenlik’ olmasına rağmen, ‘soykırım vidyosu’ gösteren bir çalışma grubundan tehditle kapı dışarı konabilirsiniz!”

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında “yarattığı” diaspora topluluklarına mensup olanlar arasında Türkleri hedef alma konusundaki eğilimin bazı anlaşılır yönleri olduğunu söyleyerek yüce gönüllülüğünü gösteren Kahramanoğlu, bu yargısına şerh düşmeyi ihmal etmemiş ve bu topluluklardan hiçbirinin “Ermeni Diasporası kadar nefretle dolu ve nefretle beslenmiş” olmadığını belirtmiş. Diaspora bunca nefretle dolu olduğuna göre de, haliyle, “yurtdışında yaşayan bir Türk’ün asla bir Ermeni arkadaşı olma şansı” yokmuş. Zaten kendisinin Ermeni tanıdıkları ve dostları da ya “Ermenistan’danmış, ya da “bu toprakların çocukları”ymış.

Kin ve nefretle dolu olan bu Ermeni diasporası, aynı zamanda kültürden, sanattan, bilimden de anlamayan barbar insanlardan oluşuyor Kahramanoğlu’na göre: “Osmanlı’dan sonra diasporalar, mesela Rum ve Yahudi diasporaları kültürel ve dini değerlerini öne çıkararak; sanatçı, biliminsanı yetiştirerek yeni ülkelerine adapte olurlar, kültürel değerlerini korurlarken, Ermeni Diasporası’nın yakıtı nefret olmuştur.”

Kürşad Kahramanoğlu’nun diaspora güzellemeleri bu minvalde devam ediyor, ama sanırım bu kadarı, yazının derdi hakkında fikir vermeye yetecektir.

El insaf!

Yazısında sözünü ettiği “bu toprakların çocukları”ndan biri olarak, Kahramanoğlu’na, bu topraklara ait bir sitemle önce “El insaf!” ve sonra da “Yuh!” diyeceğim.

Sol bir gazetede, haktan, adaletten, eşitlikten yana olma iddiasındaki solcu bir aydın olarak, yazısında “Eşcinsellik hastalıktır” diye Bakan Kavaf’tan, Kürt ve Roman açılımlarından, Alevilerin köylerine cami yapılmasından, Tekel direnişinden söz ederek hükümeti eleştiren d Kahramanoğlu, acaba nasıl oluyor da, Ermeni diasporasından söz ederken, bu insanların tarihsel mağduriyetlerinden, Türkiye’nin geleneksel inkâr siyasetinden bahsetmeden, ‘nefret’i Ermeni kimliğinin özsel, sebepsiz yere ortaya çıkmış, ayrılmaz bir parçası olarak sunuyor?

Türkiyeli bir muhalif aydın, ­Müslümanlaştırılan Ermenilerin akıbetini, terk edilen Ermeni mallarına ne olduğunu, diasporanın hangi şartlarda oluştuğunu, Türkiye’nin Osmanlılardan neyi miras alıp neyi almadığını bilmez mi? Milliyetçiliği, Kemalizmi, İttihatçılığı, ırkçılığı, ayrımcılığı duymamış mıdır? Hadi bilmez, hadi duymamıştır… Peki, asırlarca bu topraklarda yaşadıktan sonra katledilen, öldürülen, memleketlerinden zorla koparılan bu insanlara biraz olsun anlama merakıyla yaklaşıp onların öfkelerinin, nefretlerinin nedenlerini irdelemez, bunlar üzerine kafa yorma ihtiyacı duymaz mı?

Bütün bunları yapmazsa, o aydının samimiyeti, entelektüel dürüstlüğü hakkında ne düşünmek gerekir? Hele hele, yazısının bir yerlerinde, nazar boncuğu niyetine Hrant Dink’i öne sürüyor, onun fikirlerini diaspora Ermenilerini vurmak için kurşun niyetine kullanıyorsa…

Bunca faşist varken

Neyse ki, bu memlekette bu soruları soran ve bu arada Kahramanoğlu’na hak ettiği cevabı veren insanlar da var. KaosGL’nin internet sitesinde yazan Tayfun Serttaş mesela. Yazıyı fazla uzatıp yürek tüketmeden, sözü onu bırakalım:

“Bu ülkede bir Soykırım oldu! Siz o sırada Avrupa seyahatindeydiniz sanırım? (yaşınızı aşağılamak için asla söylemiyorum, yalnızca hatırlatıyorum) Diaspora dediğiniz yeşil yaratıklar da işte bundan dolayı diaspora oldu! Onların çoğu, anaları babaları katledildikten sonra ‘barınaklarda’ toplanmış yetimlerdi. Onların hepsi, yalnızca Ermeni oldukları için ‘insan’ olmanın getirdiği tüm haklardan mahrum bırakılmış zoe’lerdi artık. Onlar, evleri yağmalanmış, kiliseleri yakılmış, tüm topraklarına el koyulmuş, anneleri tecavüze uğramış, kardeşleri kaçırılmış, babaları kılıçtan geçirilmiş çocuklardı. Daha acısı, tüm mevcut soykırımlardan farklı olarak bu kara leke -sanki bizim inkârımızmış gibi- hepimizin suratlarına çarpılmaya devam edildi. İşte bir 24 Nisan öncesi ve bir kez daha çarpılmaya devam ediliyor suratlarımıza. Bunca faşist varken size hiç gerek yoktu doğrusu, bu kez siz de çarpıyorsunuz. Buyurun çarpın bakalım, bize öğretin eğriyi doğruyu Kürşad Bey... Genç kuşaklara öğretin. Verin gazı!”

Sahiden, verin gazı Kürşad Bey, yakışıyor valla...

Bizi de… Sayın Erdoğan!

Agos, 19 Mart 2010

Başbakan, ülkede yaşayan 170 bin Ermeni’den, Türkiye vatandaşı olmayan 100 binini sınır dışı edebileceklerini söyledi. Muhalefetteki CHP, böyle bir ayrıma da gerek duymadan, “Ermenilerin” gönderilmesini istedi.

1915’ten doksan beş yıl sonra, muhafazakârı ve ulusalcısıyla ‘Türklerin’ haleti ruhiyesi bu mu? Sonuçta, iktidarı ve muhalefetiyle, hep bu lafları söylüyor, hep bu tip ‘önlem’leri dile getiriyor, bu lafları etmek için mutlaka bir sebep buluyorlar. Erdoğan, Öymen, Arıtman, ortalama ‘Türk’ün düşüncelerini mi yansıtıyor?

1915’ten doksan yıl sonra, bu soruya “Hayır!” cevabını verebiliyor muyuz?

Bu tip ‘kökten’ çözümlerden medet ummak hangi zihniyetin sonucu? Ermeni sorununu çözmek için Ermenileri sınır dışı edin, Kürt sorununu çözmek için Kürtleri Kuzey Irak’a gönderin, Kıbrıs’ta kazanç elde etmek için Rumları kullanın. İnsanlar, etten kemikten insanlar, kumar masasında birer koz olarak yaşasınlar, nesiller boyu, sonsuza dek…

Ecdadının Ermeni Soykırımı denen suçu işlemediğine inanan ve dünyayı da buna inandırmak isteyen Başbakan, derin acılara neden olmuş bir tarihsel olayın, katliamların, tehcirin, sürgünün yükünden, zorla alıkonan çocukların ve kadınların feryadından kaçmak, “Biz yapmadık!” demek için, onların torunları olan Ermenilerin sürgün edilebileceğini söylüyor; onların bu topraklar üzerinde Türk devletinin yüce gönüllülüğü sayesinde yaşayabildiğini hatırlatıyor. Buna karşılık olarak da bütün dünyanın, “Evet, Bay Erdoğan haklı, Türkler bundan yüz yıl önce soykırım yapmış olamazlar. Biz yanlış biliyormuşuz” diyerek nedamet getirmesini bekliyor.

Ermenilerin bundan yüz yıl önce Rusya’ya yardım ettikleri, Osmanlı ordusunu sırtından vurdukları, yaşadıkları ülkeye ihanet ettikleri için, güvenlikleri sağlanarak savaş bölgesinin dışına çıkarıldıklarını savunan CHP’liler, bugün de Ermenilerin ülke dışına çıkarılmasını istiyor. Belli ki bu yeni Ermeniler tarihten gerekli dersleri almamış ve tıpkı ataları gibi, ekmeğini yedikleri ülkeye ihanet etmişler. Geçmişte vatanlarını savunan, soykırım yapmayan Türkler, bugün de vatan savunması yapıp hainleri temizleyecekler. Mesele Ermeniler olunca, milli birlik ve beraberlik bu değerler üzerine kuruluyor.

TÜSİAD, CHP, AKP, MHP... Ulusalcılar, Müslümanlar, milliyetçiler, zenginler, yoksullar, kentliler, köylüler… Tüm Türkiye vatan savunmasında.

*

Gazete köşelerinden Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na akıl veren, onlara öyle değil de şöyle yapmalarını öğütleyen, her hafta bir başka üst makama mektup yazan gazetecileri, köşe yazarlarını anlamak kolay değil. Gazetecilikle, yazarlıkla iş takibini birbirine karıştıran bir tüccar kolaycılığı var bu yazılarda. Toplumsal bir mücadeleyle elde edilemeyeni, kısa yoldan halletme kurnazlığı... Bir gün Agos’un bu köşesinden, pek bir demokrat başbakanımıza sesleneceğim aklıma gelmezdi. Ama yazıyorum işte:

“Pek sayın, pek muhterem Başbakan.

Memleketimizde yaşama hakkını bahşetme yüce gönüllüğünü gösterdiğiniz ‘sizin’ Ermenilerinizden biri olarak, vakti geldiğinde diğer Ermenilerle birlikte bendenizi de sınır dışı edebilirsiniz.

O gün geldiğinde, önceden haber vermenize gerek yok. Büyüklerimizin yaptığı gibi birkaç saat içinde toparlanır, Adapazarı, Konya, Pozantı üzerinden Halep’e, varabilirsek, oradan Der Zor’a vasıl oluruz.

Böylece, siz ecdadınızın o büyük suçu işlemediğine dünya âlemi inandırırsınız, şüphesiz; biz de işlediğimiz büyük suçun, yani Türkiyeli Ermeni olmanın cezasını en ‘insancıl’ yollarla çekmiş oluruz.

En kalbi duygularımızla.”

Zorlu bir yol

Agos, 19 Mart 2006

Kurban psikolojisi, özellikle son yüz yılda, Ermeni kimliğinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Sanki hep oradaymış, hep varmışçasına, doğallıkla…

Asırlarca yaşadıkları topraklar üzerinde köklü bir kültür ve medeniyet oluşturmuş, sanatta, zanaatte, ziraatte, ticarette değerli eserler üretmiş bir halkın, katliamlara maruz kalıp, doğal ortamından koparılıp dünyanın dört bir yanına savrulunca, önceliği hayatta kalmaya, hayata tutunmaya vermesi doğaldı elbette. Yeni ülkelerinde, yeni koşullarında, beş parasız büyüyen yetimler kuşağı, okullarını, kiliselerini, kültür kurumlarını ayakta tutmaya çalışacaktı her şeyden önce.


Yaşanan acının yarattığı tahribat, o tahribatın getirdiği savrulma, maddi ve manevi anlamda büyük bir kırılma, büyük bir gerileme yaşanmasına neden oldu. Ermeni kültürünün gürül gürül akan damarları kesildi. Türkiye devletinin inkâr politikasının geri dönüşü imkânsız hale getirmesi, geçici bir hal olduğu sanılan diasporadaki yaşamı kalıcı hale getirdi.

Ermeniler, bu yeni koşullarla nasıl başa çıkacaklarını bilmiyorlardı. Yeni zamanlarda, kültürlerinin devamlılığını sağlamakta güçlük çektiler. Dil, edebiyat, müzik, sanat, zanaat geriledi. Geçmişe sarılma, geçmişi yüceltme yaşamın en temel dinamiği haline geldi. Bu, çoraklaşmayla, kavruklaşmayla sonuçlanacak bir kısır döngüydü. Hrant Dink, dünyanın dört bir tarafına dağılmış olan Ermenilere, bu negatif ruh halini içselleştirmek yerine, kısır döngüden kurtulmak için, yeni Ermenistan’la sağlıklı bağlar kurmalarını önerecekti.

Beri yandan, bugünden baktığımızda, diasporadaki hayat, pek çok olumlu değer üretebilecek potansiyele sahip. Ermeniler, yaşadıkları yerlerde kendi kültürlerini olumlu değerler çevresinde örgütledikçe daha dünyalı olacak, daha dünyalı oldukça kimliklerinin çeşitliliğini ve çoksesliliğini, velhasıl varlığını sürdürmesini garanti altına alacaklar.


Bu dönüşümün kaçınılmaz bir sonucu da, Ermenilerin yeni bir Türk tanımı yapması olacak şüphesiz. Devletin resmi inkâr politikasıyla halk tabakalarını birbirinden ayıran bir bakış açısı geliştirilmedikçe, Ermeni kimliği, kendisini tüketen öğelerinden kurtulamayacak. Garip ama, bugün belki de, Türk devletinin yüz yıl önce kapıdan kovduğu Ermeniler, Türkiye toplumunun değişimine katkıda bulunmak için bacadan girmek zorunda.


İdrak edilmesi gereken gerçek, dünya üzerindeki 200 küsur devletin Ermeni soykırımını resmen tanımasının bile Ermenilerin acılarını dindirmeyeceği. Çünkü ölenler de, yitirilen yaşam da geri gelmeyecek. Ama yeni bir yaşam için mücadele etme seçeneği her zaman mümkün. Bu da ‘Türk’le konuşabilmekten geçiyor. Ermenilerin, bugün, kurban psikolojisiyle yetinmekten çok daha zorlu olan bu yolu tercih edecek bir akla ihtiyacı var.