Masumiyeti ancak masumiyet savunur

Agos, 23 Temmuz 2010

Gündemin tozu dumanı arasında gözden kaçmaması gereken şeyler oluyor İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde.

Kafes eylem planı’ ve ‘Amirallere suikast’ davalarının birleştirildiği ve Poyrazköy’de yapılan kazılarda ele geçirilen mühimmata ilişkin davada, sanıkların yargılanmasına devam ediliyor. Ama duruşmalar sırasında yaşananlar, mahkemenin gidişatı hakkında insanda derin şüpheler uyandırıyor.

Biliyorsunuz, tutuklu sanıklar duruşmaya tek tip kıyafetlerle geliyorlar. Göğüs kısımlarında Deniz Harp Okulu arması bulunan lacivert ceket, gri pantolon, kırmızı kravatla, iki dirhem bir çekirdek halde... Girişte, sanık yakınları onları sloganlarla, “Kahramanlar!” diye bağırarak karşılıyor. Mahkeme salonunda ise, bu “kahraman”lığın ne mene bir şey olduğunu ortaya çıkaran açıklamalar yapılıyor.

Örneğin, sanıklardan biri, Türkiye yakın tarihinin en utanç verici olaylarından biri olan Kardak kayalıkları işgalinde oynadığı rolü anlatarak yapıyor savunmasını. Poyrazköy davası sanığı Albay Ali Türkşen, bazılarına nedense pek “duygusal” gelen konuşmasında, “Kardak’a çıkarken botun benzini yoktu, kredi kartıyla aldık, peynir ekmek yiyip operasyona gittik. Ne olduysa, 13 yıl sonra hepimiz terörist olduk” diyor ve o gün yaptıklarının, bugünkü masumiyetinin karinesi olarak değerlendirilmesini istiyor. “Bağlı olduğu tek örgütün Türk Silahlı Kuvvetleri olduğunu” kaydeden albayın savunması sırasında, sanık subaylar gözyaşı döküyor. Gözyaşları herhalde sel olup akıyor ki, Mahkeme Başkanı Oktay Kuban duruşmaya bir saat ara veriyor
.

Agos olarak müdahil olmak istediğimiz Kafes davasında talebimizi kabul eden karara şerh düşen Hâkim Kuban, sanıkların tahliye talebi mahkeme heyeti tarafından ikiye karşı bir oyla reddedilince, karşı oy yazısını yüksek sesle okuduğunda, sanık yakınları tarafından, “Bravo başkan, yaşa başkan!” tezahüratları ve alkışlarla ödüllendiriliyor. Tahliye talebini reddeden hâkimler Mehmet Karababa ve Mehmet Erdoğan’ın payına ise, yuhalamalar ve küfürler düşüyor. Sanık yakınlarından biri, Karababa ve Erdoğan’a “Benim çocuğum babasız kaldı, terbiyesiz ahlaksızlar! Özgürlüğün ne demek olduğunu tutuklanınca anlarsınız!” diye bağırma cesaretini kendinde buluyor.

Bir başka sanık, Yarbay Mustafa Turhan Ecevit ise, savunmasını yaparken “Eğer davanın hâkimleri bir gün benden önce musalla taşına yatarlarsa, Allah’ın bana verdiği hakkımı kullanarak, o hakkı onlara helal etmeyeceğim!” diyor.

Suçluluk hissi


Haklarında, cinayet ve cuntacılık dahil pek çok ağır suçlama bulunan Poyrazköy davası sanıklarının masum olup olmadığına elbette adalet karar verecek. Ama gazete sayfalarına yansıyan ifade ve tavırlarına bakarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup bu subayların derin bir suçluluk ve şaşkınlık hissi içerisinde oldukları sonucuna varabiliriz.

Çünkü, haksız bir suçlamayla karşı karşıya kalmış insanlar, kendilerini savunmak için “kahramanlık” kisvesine bürünme ihtiyacı duymazlar. Masumiyet ancak masumiyetle savunulur ve ispatlanabilir, saldırganlıkla değil.

On küsur yıl önce yapılmış ve uluslararası bir krize yol açmış bir askeri operasyonda üstlendiğiniz görevi anımsatırsanız, size verilen emirleri uygulamakta ne kadar sadık olduğunuzu ispatlayabilirsiniz belki, ama bunun, bugün karşı karşıya olduğunuz suçlamalardan aklanmanıza bir yararı yoktur.

Hâkimlere, onların da bir gün yargılanacağı tehdidini savunmak, eşinizin masumiyetini asla ispatlamaz, aksine, gücü elinize geçirdiğiniz ilk anda, uğradığınızı iddia ettiğiniz kötü muameleye karşınızdakini maruz bırakacağınızı gösterir. Bu da pek masumane bir tavır değildir doğrusu.

Mahkeme salonuna tek tip kıyafetlerle gittiğinizde, ardınıza orduyu aldığınız, her şeyi vatan için yaptığınız, dolayısıyla masum olduğunuz mesajını verdiğinizi düşünebilirsiniz. Böyle yaparak birilerini ikna da edebilirsiniz; ama, bugün asıl yargılananın, kör bir milli çıkar algısıyla suç işleyen devlet aklı olduğunu hesaba katmadığınızdan, o tek tip kıyafetlerin, asıl, suçluluk duygunuzu faş ettiğini fark edemezsiniz.


Vatan için kurşun atan da yiyen de şereflidir sözü, devletin kirli işlerinin sahiplenilmesinin kamuflajı oldu yıllar yılı. O kirli işleri üstlenenler, bugünün dünyasında bu fikrin ardına gizlenemeyeceklerini öğrenmeliler.

Soysop bakanlığı

Agos, 23 Temmuz 2010

Kendini sürekli tekrarlamakta, dolap beygiri gibi eksenimiz etrafında dönmekte üstümüze yok. Benliğimiz daima, sağalmayıp kronikleşmiş çocukluk hastalıklarımızın etkisi altında.


Sevda Demirel’in bir sperm bankasından hamile kalma hadisesinde yaşananlar, 30’lu, 40’lı yılların değme ırkçılarına taş çıkartacak nice yöneticimiz olduğunu çıkardı ortaya.

Bu sayede öğrendik ki, Türk Soyunu Koruma Yönetmeliği adı altında ucube bir kanuni düzenlemeye sahipmişiz. Meğer Sağlık Bakanlığı, mart ayında çıkardığı yönetmelikle, sperm bankasından hamile kalanların hapis cezasıyla yargılanabileceğini karara bağlamış. Yurtdışındaki bir sperm bankasından alınan sperm veya yumurta ile hamile kalanlar hakkında bir yıldan üç yıla kadar hapis talebiyle dava açılabilecekmiş.


Çocuk sahibi olmak elbette ciddi bir mesele. Çocuğun ve annenin haklarını korumak adına devletin birtakım denetlemeler yapması da şüphesiz meşru. Ama, meseleyi Türk soyu penceresinden değerlendirmek hangi aklın ürünü acaba?


Türk soyu diye bir şey mi var sahiden? Kimler bu soya mensup, kimler değil? Bir Türk’le bir Kürt evlenip çocuk yapsa mesela, veya bir Laz’la bir Çerkes birbirlerini çok sevseler, dört de çocukları doğsa, Türk soyuna ne olacak? Veya, Sevda Demirel örneğinde olduğu gibi, bir kadın, çocuk sahibi olmayı çok istediği halde, gönlü bir erkeğin erkekliklerine katlanmayı hiç çekmiyorsa, devletin ona söyleyebileceği ne olabilir ki?


Bildiğimiz kadarıyla, dünya üzerinde tek bir insan soyu var. Az biraz farkla, kadınları Sevda Demirel’e, erkekleri de Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a benzeyen bir soy bu. Peki, bu Türk soyu ne ola ki? Yoksa Türkler insanlardan ayrı bir soydan geliyor da, haberimiz mi yok?

Zohrab ve Vartkes’in son günleri

Agos, 16 Temmuz 2010

‘Onların hikâyesini haftaya bırakalım” demiştik, ama geçen hafta Patriklik meselesi etrafında dönen tartışmalarla ilgili yazma zorunluluğu, İstanbul Mebusu Zohrab ve Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan’ın Halep’ten ölüme doğru giden yolculuklarını anlatan yazıyı engelledi. Kaldığımız yerden devam edelim… [Yani, bu yazının, Halep’teki Baron Otel’le ilgili baş kısmı biraz aşağıda, veya şurada...]

1915’te, Halep Valisi Celal Bey’in Ermeni muhacirlere yönelik insani tutumundan cesaret bulan Halep Ermenileri, tehcir yürüyüşü sonunda çaresiz halde şehirlerine ulaşan Ermenilere yardım ediyor, şehir dışındaki Sebil bahçesinde ve Karlık tepesinde büyük kazanlar içinde pişirdikleri yemekleri onlara dağıtıyor, yaralarına merhem olmaya çalışıyorlardı.

Söylentilere göre, Celal Bey İstanbul’a bir telgraf çekip “Ben bu vilayetin valisiyim, canisi değil!” demiş ve bunun sonucunda Konya’ya atanmıştı. Yörenin Müslüman ahalisi de muhacirlere destek olmaya çalışıyordu; hatta, toprak sahibi olanlar, şehre gelen binlerce Ermeni’nin kendi topraklarına yerleşmesi ve orada çalışarak vilayetin kalkınmasına katkıda bulunması için yetkililerden talepte bulunuyordu. Tehcirin nihai amacının Ermenileri topyekûn yok etmek olduğunun henüz anlaşılamadığı günlerde gelen bu talepler, yetkililer tarafından sürekli olarak reddediliyordu.

Şehre ilk ulaşan Ermeniler, daha ziyade Çukurova bölgesinde yaşayanlardı ve o günlerde, sürgünün savaş koşullarının bir gereği olduğu hissiyatı hâkimdi. Ancak özellikle Anadolu’nun iç bölgelerinden, erkekleri öldürülmüş ve sersefil haldeki kafileler şehre ulaştıkça, manzara daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı.

Zohrab ve Vartkes, Mayıs ayının son günlerinde İstanbul’da tutuklandılar. Onlara, Divan-ı Harbi Örfi’de yargılanmak üzere Diyarbakır’a sevk edilecekleri söylendi. Haziran ayında Halep’e ulaştıklarında, gözetim altındaydılar ama iyi niyetli bir devlet görevlisi olan Polis Müdürü Fikri Bey’in özel izniyle Baron Otel’de vakit geçirebiliyorlardı. Ancak, Halepli Ermenilere, özellikle de, zaten çeşitli yardım işlerinin yüküyle uğraşan Mazlumyan ailesine yük olmak istemediklerinden, oraya değil, Otel Bab el Farac’a yerleştiler. Vali Celal Bey, birkaç gün sonra, hasta olan Zohrab’ın Dr. Altunyan’ın kliniğine yerleşip rahat etmesini sağladı.

Hayatı boyunca İstanbul’da, seçkin bir çevrede yaşayan ve edebiyatla, hukukla ve nihayet siyasetle uğraşan Zohrab için bu macera elbette çok zorluydu. Kalbindeki rahatsızlık gittikçe daha fazla kendini hissettiriyordu. Mebus seçilmeden önce yıllar yılı Taşnak partisi saflarında devrimcilik yapan, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dağlarda yaşayan, silahlı mücadele yürüten Vartkes ise neşeli ve enerjikti. Dr. Kılcıyan’a, “Doktor, ben zaten yedi senedir bedava yaşıyorum. Derdim değil. Yedi sene önce ölmem lazımdı ama ölmedim, yedi sene kârdayım, bu da bir şeydir” diyordu.

Kaçış planı

Zohrab ve Vartkes kendilerini bekleyen sonun farkındaydılar, ama İstanbul’da yakından tanıdıkları İttihatçı liderlerin verdiği güvencelere de inanmak istiyorlardı. Kendileri için emniyetli bir sığınak olan Halep’teki günlerini mümkün olduğunca uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ne var ki, Dahiliye Nazırı Talat Paşa (Zohrab’la Tokatlıyan otelinde sık sık tavla oynadıkları söylenir), İstanbul’dan, onların aldığı nefesi bile takip ediyor ve yola çıkmaları, Urfa üzerinden Diyarbakır’a gitmeleri için Halep’teki görevlilere baskı yapıyordu.

Gazeteci Aram Andonyan’ın aktardığına göre, Celal Bey’den sonra valilik görevini üstlenen Bekir Sami Bey, kaçmaları gerektiğini onlara dolaylı olarak duyurmuştu. Eski Şam mebusu Şükrü el Asali de, Zohrab ve Vartkes’i öldürme planlarından haberdar olmuş, Urfa’ya gitmemeleri için mutlaka bir yol bulmalarını, güvenilir tanıdıklar vasıtasıyla iletmişti. Şükrü el Asali, bu bilgiye inanmayan Dr. Kılcıyan’a şu cevabı vermişti: “Meclis-i Mebusan’da diller meselesi tartışılırken, Zohrab, İttihatçı kabineyle aynı fikri savunup Arapların davasına zarar verdi, ama bizim ona büyük bir saygımız var. İnanıyorum ki, Türkler, Ermeniler ve Araplar arasında bir Zohrab daha yoktur. Ama onu öldüreceklerine eminim.”

Bu sözler üzerine, Dr. Kılcıyan, Arap meslektaşı Tevfik Bey ve Hamid El Cabri’nin yardımıyla, iki mebus için bir kaçış planı hazırladı. Plana göre, Zohrab ve Vartkes yola çıktıktan sonra, silahlı bir Arap grubu, bir soygun görüntüsünde, onlara eşlik eden polis ve jandarmalara saldıracak, Zohrab ve Vartkes’i kaçırıp Cezire taraflarındaki Arap köylerine saklayacaklardı. Bu Arap köylüler, kendilerine sığınmış herhangi birini devlet yetkililerine teslim etmemeleriyle, gerekirse onu korumak için çarpışmayı bile göze almalarıyla tanınıyordu.

Çerkes Ahmet

Ancak Zohrab, İstanbul’da, Halaskar Zabitan günlerinde evinde saklayıp ölümden kurtardığı, İttihatçı Meclis başkanı Halil Bey (Menteşe) vasıtasıyla bir sonuç alınacağını ve Diyarbakır’da mahkeme karşısına çıkmadan eve geri dönebileceğini umuyordu. Halil’in ona bir can borcu vardı ne de olsa...

İki mebus, Dr. Kılcıyan, ve Baron Otel’in sahibi Onnik Mazlumyan’dan kurtulamaları için tek yol olarak görülen kaçış planını duyduklarında, Harp Divanı’nda yargılansalar da suçsuz çıkacaklarına emin oldukları, ama eğer kaçarlarsa bir daha kendileri için hiçbir ümit olmayacağı gerekçesiyle, onları reddettiler ve birkaç gün sonra da yola koyuldular.

Önce Urfa’ya gittiler. Oradan Diyarbakır’a doğru yola çıktıktan kısa bir süre sonra ise, yolları Teşkilat-ı Mahsusa için çalışan bir çete reisi olan Çerkes Ahmet tarafından kesildi.

Çerkes Ahmet, sonraki yıllarda, yazar Ahmet Refik Altınay’a, Vartkes’i mavzer kurşunuyla, Zohrab’ı ise başını taşla ezerek öldürdüğünü anlattı.

Onun bu ve benzeri cinayetlerini kendi ağzından dinleyen Ahmet Refik, Çerkes Ahmet hakkında, “Ermeni fecayii için mühim bir vesika idi” diye yazacaktı.

Bu emrivaki kabul edilemez

Agos, 9 Temmuz 2010

Hükümet, geçen hafta, Ermeni toplumunun patrik seçimi için yaptığı başvuruyu reddetti ve geleneklerde bulunmayan bir ‘genel patrik vekilliği’ makamı tesis ederek, halkın seçim hakkını gasp etmiş oldu. Bu karara hiçbir itirazda bulunmadan, 48 saat gibi bir sürede, adeta yangından mal kaçırırcasına patrik genel vekilini seçen Kilise Genel Kurulu ise, hükümetle birlikte tarihsel bir sorumluluk altına girmiş oldu. Eğer bu dayatmadan, eğer bu “Ben yaptım oldu!” yolundan gerisingeri dönmezlerse, Ermeni toplumunun vicdanında aklanmaları mümkün olmayacak.

Devletin, gölgesini Ermeni Patrikliği’nin üzerinden eksik etmeme merakı Ermeniler için yeni değil; buna alışkınız. Ama kendini gayrimüslimlerin haklarının savunucusu olarak göstermeye çalışan bir hükümetin, Ermeni Patrikliği’nin başında olacak din adamının seçilmesi konusunda bu kadar müdahaleci davranmasının; dahası, halkın görüşünü hiç dikkate almadan yeni bir içtihat yaratmaya yeltenmesinin demokratlıkla ve iyi niyetle ilgisi yok. İktidar, eğer bu tavrında ısrarcı olacaksa, Ermenilerin patrik seçme hakkını yok saymış bir hükümet olarak, bütün dünyaya nasıl “Ben tüm vatandaşlarıma eşit mesafedeyim” diyecek?

Bugün artık bariz bir şekilde ortaya çıkan manzara, Patrik II. Mesrob’un rahatsızlanmasının ardından oluşan boşluğun devletin istediği şekilde doldurulması için hazırlanan bir plana işaret ediyor. Bu plan çerçevesinde, Ermeni Patrikliği ve sivil alanın temsili, hükümetin istediği tepkileri vermek üzere el altında bulundurulan iki ‘baş’a teslim edilecekti. 1915 meselesi, Ermenistan’la ilişkiler, gayrimüslimlere yönelik ayrımcılık gibi konularda zora girildiğinde, hükümetle ahenkli sesler çıkaracak, Ermenilerin Türkiye’de mutlu bir şekilde yaşadıklarını, ayrımcılığa uğramadıklarını, Türkiye dışında kalan Ermenilerin şu ya da bu konuda haksız olduğunu bütün dünyaya duyuracak, sadık Ermeni ‘lider’lere ihtiyaç vardı. Ruhani Kurul Başkanı Ateşyan’ın ve hükümet tarafından ‘Ermeni cemaati başkanı’ olarak lanse edilen Bedros Şirinoğlu’nun son bir buçuk yıldaki icraatlarına, konuşmalarına, genel tutumlarına baktığınızda, bu rolü hakkıyla oynadıklarını görmek hiç de zor değil.

Seçim değil atama

Yazık ki, Ermeni toplumu bu dönemde iyi bir sınav vermedi. Oldubittilere, dayatmalara, bizim adımıza söylenen ama hepimizi utandıran açıklamalara gereken tepkiler verilmedi. Halkın büyük çoğunluğu yaşananlardan son derece huzursuz olsa da, seçtikleri vakıf yöneticileri, Ateşyan’ın ve Şirinoğlu’nun gücünden korktukları için, bu huzursuzluğu dile getirmedi. Kilise, Patrikhane çatısı altında milyonlarca dolarlık bir komisyon pazarlığına girmiş olduğunu itiraf eden bir başepiskoposun önderliğini itiraz etmeden hazmederek, lekeye ortak oldu. Bizler, suni bir ‘patrik / eşpatrik’ ayrımı etrafında kamplaşarak, yukarıdan çizilen planın uygulanması için uygun ortamı yarattık. Herkesin şikâyetçi olduğu, ama değişmesi için kimsenin elini taşın altına sokmadığı bir düzenin devam etmesi, bizleri de çarpıklıkların müsebbibi kıldı.

Ama artık biliyoruz ki pabuç pahalı. Türkiye Ermenileri, tarihleri boyunca belki de en önemli politik kazanımlarından biri olan kendi ruhani temsilcisini seçme hakkını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Bugün, patrik genel vekili adı altında, patriklik makamına fiilen bir ‘atama’ yapıldı. Yarın, başka bir hükümet icraatıyla, seçme hakkının Ermenilerin elinden ilelebet alınmayacağını kim garanti edebilir?

Hasta patriğin ardına gizlenen, onun için timsah gözyaşları dökenler, akli melekeleri yerinde olmayan II. Mesrob’un halen resmen patrik olduğu savına tutunarak, meselenin içinden çıkılmaz bir hal almasına neden oldular. Mevcut patrik istifa edecek durumda olmadığı için yeni bir patrik seçilemeyeceğini iddia edenler, istifa dahi edemeyen bir patriğe nasıl patrik denebileceğini sorgulayanları susturmaya çalıştılar. Gelinen noktada, patriğin rızası alınmadan atanmış bir ‘genel vekil’in meşru olmadığını çok iyi bildikleri halde suskun kalmaları ve göstermelik bir seçimle ihdas edilen genel vekillik unvanını dahi sindirebilmeleri, onların asıl niyetini göstermiyor mu?

Danışıklı dövüş

Ermeni Kilisesi, tarihi boyunca çok çeşitli baskılara maruz kaldı. Ancak devletin kilise hukukunu çiğneyen bir uygulaması, belki de tarihte ilk kez bu kadar kayıtsız şartsız bir teslimiyetle kabul edildi. Valilik kanalıyla tebliğ edilen karara itiraz edilmemesi, hükümet nezdinde hatanın düzeltilmesi için girişimde bulunulmaması, hukuki bir mücadele başlatılmamış olması ve bütün bunlar yaşanırken Ermeni toplumuna hiçbir şey sorulmamış olması, bu emrivakiyi gayrimeşru kılmaya yetiyor. Gösterilen teslimiyet, hükümetin, bu kararı, Patrikhane’yle dirsek teması içinde aldığını düşündürüyor. Yani yapılan, danışıklı dövüşten başka bir şey değil.

Bugün bu kararı kabullenen ruhaniler, eğer gerçekten kiliselerini seviyorlarsa, işledikleri tarihi hatadan geri dönmenin yollarını aramalılar. Attıkları adım, halkla kilise arasında yavaş yavaş örülmekte olan duvarların iyice yükselmesine neden oldu. Patriklik makamı çirkin bir iktidar mücadelesinin odağı haline geldikçe insanlar kiliseden uzaklaşıyor ve hepimiz, cemaatinin sevgisini ve bağlılığını hak etmeyen bir kilisenin çözülmeye mahkûm olduğunu biliyoruz.

Ermeniler, ruhani önderlerini, yedide bir oranında din adamına karşılık yedide altı oranında sivillerin oyuyla seçerler. Bugün, patriğin yetkilerine sahip olacak din adamının sadece ruhanilerin kararıyla seçilmesi, halkın söz hakkının çalınması anlamına geliyor. Bu hırsızlığın herhangi bir sorun yaratmayacağını ileri sürmek, ancak saflıkla veya kötü niyetle açıklanabilir.

Ermeni toplumu, bir haftadır, tepkisini dile getirmek için çareler arıyor. Susturulmak istenen insanların olan bitene seyirci kalacağı yanılsamasına kapılanlar, sahip oldukları iktidarın büyüsüyle sıradan insanların varlığını göremez hale gelenler, bu seslere kulak vermeliler. Aksi takdirde, sahip olmak istedikleri makamı ve mevkiyi bir daha rüyalarında dahi göremeyebilirler. Unutmayalım, tarihin çöplüğü, muradına erememiş kifayetsiz muhterislerin hayaletleriyle dolu.

Baron Otel

Agos, 2 Temmuz 2010

Halep’te bir Baron Otel var. Dünyanın dört bir tarafındaki, oraya hiç gitmemiş Ermenilerin de bildiği, küçük, ama derin anlamlara sahip bir otel. Vakti zamanında, yani 1915’in o kapkaranlık günlerinde, Suriye çöllerine ölüme gönderilen Ermenilerden bazılarını kurtarmak için büyük bir mücadeleye girişen bir ailenin, Mazlumyanların oteli.

19. yüzyılın sonlarında, 1891’de, Arapgir’e bağlı Ançırti köyünden hacca, Kudüs’e gitmekte olan Krikor Ağa Mazlumyan, Halep’te, özellikle Batılı seyyah ve tacirlerin konaklayacağı türden bir otelin bulunmadığını görüp, hac dönüşünde, Halep’te bir otel kurdu ve adını Ararat koydu. Krikor Ağa, kentin Ermenileri arasında kısa sürede sivrildi, hatta o kadar nüfuz kazandı ki, Araplar ve yabancılar arasında “Ermenilerin konsolosu” olarak anılmaya başladı. Bugünkü Han Gümrük semti yakınlarında ve Mecidiye karakolunun yanındaki Otel Ararat’ta işler büyüdü, ve Krikor’un iki oğlu, Onnik ve Armenak, 1909’da Baron Otel’i kurdular. Mazlumyanlar, Halep’te yaşadı, orada aile kurdu, çoğaldı ve toprak oldu.

Osmanlı subayları, bürokratları, İngiliz ajanları, Alman arkeologlar, Fransız tüccarlar ve daha pek çokları Baron’un müşterisi oldu. Kral Faysal, Suriye’nin bağımsızlığını Baron Otel’in 215 numaralı odasının balkonundan ilan etti. İstanbul’da, görkemli Pera Palas’ta kalan Agatha Christie’nin Halep’teki mekânı, Baron Otel 203 numaraydı. T. E. Lawrance, namı diğer Arabistanlı Lawrance, İsveç Kralı Gustav, Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır, Suriye devlet başkanı Hafız Esad, Birleşik Arap Emirlikleri’nin kurucusu fieyh Zayed bin Sultan ve Amerikalı milyarder David Rockefeller de orada kaldı. İttihat ve Terakki triumvirasından, dönemin Suriye valisi Cemal Paşa da...

Abdülhamit’in hüküm sürdüğü 1890’lı yıllarda Anadolu’da hâkim olan huzursuzluk mu acaba Krikor Mazlumyan’ı Ançırti’den ayrılmaya sevk etmişti? 1894’te başlayacak katliamları sanki önceden sezmiş, ailesini kurtarmanın bir yolunu mu arıyordu? Her halükarda, adeta ilahi bir kararla Anadolu’yu terk edip Halep’e yerleşen Mazlumyanlar, Otel Baron sayesinde, 1915’te ölmeye yürüyen yüz binlerce Ermeni’den yüzlercesine yardım elini uzatacaktı.

Suriye valiliği günlerinde, Otel Baron, Cemal Paşa’nın karargâhı rolüne büründü. Baron’da konaklayan Paşa, işlerinin pek çoğunu da burada kurduğu bürosunda idare ediyordu. İki bekçi tarafından korunan büroya girmek yasaktı; ancak Krikor Ağa’nın karısı Turvanda, sık sık bekçileri aşarak Paşa’nın karşısına çıkıyor, tehcir yolunda Halep’ten geçen akrabaları için yardım dileniyordu: “Paşa, akrabalarımı getirmiş hapsediyorlar. Müsaade et de serbest bıraksınlar.”

Turvanda Hanım’ın torunu Krikor Mazlumyan, araştırmacı Toros Toranyan’a anlatıyor:
“O günlerde Ermeni’nin bini bir para etmiyordu. Ama Paşa’ya biz bakıyorduk ve Paşa’nın babama ve büyükanneme büyük hürmeti vardı. Büyükannem bir ricada bulunduğunda, onu asla kırmazdı. Ve en önemlisi, bizimkilerin memleketten gelen akrabalarının sonu gelmiyordu. Sürekli olarak içlerinden birileri tutuklanıyor, ama büyükannemin talebiyle serbest bırakılıyordu. Büyükannem çok iyi Türkçe bilmediğinden, Paşa’ya her başvurduğunda, babam onun yanında çevirmenlik görevini üstleniyordu.”

Der Zor’da sonlanan tehcir yürüyüşü, oraya varabilen Ermeniler için kurtuluş anlamına gelmedi. Hasbelkader yollarda canını kurtarıp kendilerini çöldeki kamplara atanları, yeni katliamlar, yeni ölümler bekliyordu. Bitlis’teki katliamları örgütleyen vali Mustafa Abdülhalik, 1915’in sonlarına doğru, Der Zor’a doğru yürüyen kafileleri “hızlandırmak” göreviyle Halep’e atandı. Mazlumyanların kurtardığı Ermeniler gözünden kaçmamıştı Mustafa Abdülhalik’in. Cemal Paşa’nın koruduğu bu aileyi yerinden etmek için Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya başvurdu ve ondan, ailenin Musul’a sürülmesi emrini aldı.

Der Zor’dan geçen Musul yolu, Ermeniler için ölümle eş anlamlıydı. O günlerde Cemal Paşa Kudüs’e gitmişti ve Mazlumyanlar tek koruyucularından mahrumdu. Haberi alan Paşa, Talat’ın emrini bozdu ve Mazlumyanların kendi yanına, Kudüs’e gönderilmesi talimatını verdi. Böylece, bütün “aile”, yani iki yüzü aşkın Ermeni, trenle, Kudüs’e doğru yola çıktı. Yolda emir değiştirildi ve Zahle adında bir yerde konaklamalarına karar verildi. Musul yerine Zahle, Mazlumyanlar ve yanındakiler için, cehennem yerine cennet demekti. Orada bir yıldan fazla sürgünde kaldılar ve o güne dek bir sürü Ermeni’nin canını kurtaran Turvanda Mazlumyan’ı 22 Mayıs 1917’de, Zahle’de toprağa verdiler.

Mazlumyanlar için sürgün kararı çıktığında, Armen Mazlumyan’ın yakın bir dostu, Fakher Cabri adında bir Arap, onlar yoldayken otele el konulacağı, acilen bir çözüm bulmaları gerektiğini söyledi. Mazlumyanlar, otellerini bu güvenilir dostlarına “sattılar”. Kâğıt üstündeki bu alışveriş, otelin mülkiyetini bütünüyle Cabri’ye devretmekteydi. Ermeni mallarına el koymanın, onları gasp etmenin pek çokları için “helal” olduğu günlerde, bu asil tabiatlı adam, emanete gözü gibi baktı ve Mazlumyanlar geri döndüğünde, onların olanı onlara iade etti. Unutmayalım… Bu toprakların tarihi, eli kanlı Abdülhalik’lerin olduğu kadar, Fakher Cabri’lerin de tarihidir.

1915’te, İstanbul’dan Diyarbakır’a sürgün edilen İstanbul Mebusu Zohrab ve Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan’ın yolu da Halep’ten ve Baron Otel’den geçti. Halep, katledildikleri Urfa’dan önceki son durakları, bir diğer anlamda, onların son ümidiydi. Gelin, onların hikâyesini haftaya bırakalım.

(Bu yazıdaki bilgiler, büyük ölçüde, Halepli emektar araştırmacı ve yazar Toros Toranyan’ın Badmutyun Halebi ‘Otel Baron’i yev Armen Mazlumyani (Baron) Namaganin [Halep’teki Otel Baron’un Tarihi ve Armen Mazlumyan’ın Mektupları] adlı kitabından derlendi. Beyrut, 1987)