17 Ekim 2008
Sakin bir cumartesi. Vapurun burnunda sert bir rüzgâr esiyor. Güz güneşi, deniz üzerindeki gümüşi pırıltılarla hissettiriyor kendini. Gökyüzü berrak; uzaktan yekpare bir kara parçasıymış gibi duran Adalar’ın ardından, Yalova ve Çınarcık’ın silueti görünüyor. Ortalık tenha. Kuşluk vaktine has bir mahmurluk sere serpe uzanıp vapurdaki herkesi sarıvermiş.
Kitaptan başımı kaldırıp denize bakıyorum sık sık. Vapurun ahşap zemininde pıtır pıtır dolanan bir güvercin çarpıyor gözüme. Bakakalıyorum. Yalnız bir güvercinin Şehir Hatları vapurunda işi ne? Sokakların, kaldırımların, kalabalıkların kuşu değil mi o? İstanbul sularının hâkimi olan martıların bölgesinde bir güvercin ne arıyor? Martılar bile güvertelere bu kadar sokulmazlar, hep ihtiyatla, belli bir mesafeden takip ederler vapuru.
Oysa o, jetonunu atıp turnikeden geçmiş bir yolcu kadar rahat. Karaköy’e geçip işlerini halletmek isteyen bir yolcu güvercin... Ellerini arkasında kavuşturmuş, volta atan bir mahkûm gibi gidip geliyor. Biraz asabi, çokça badi adımlarla.
Onu takibe dalıyorum. Ara sıra gözden kayboluyor. Tahliye sandalının arkasında bir yere giriyor (Şehir Hatları’nın kanatlı yolcularına özgü bir ayrıcalık) yahut oturma sıralarının arasında, görüş alanımdan çıkıyor.
Onun için endişeleniyorum. Karadan uzaklaştık, geri dönmesi kolay olmayabilir. Üstelik, yorulduğunda, denizi yurt bellemiş hemcinsleri gibi suyun üzerine tüneyebileceğini de sanmıyorum. Eğer geri dönmeye niyeti yoksa, vapur iskeleye yanaştığında bir kanat çırpışıyla Karaköy’e çıkabilir. Peki, oradaki güvercinler onu aralarına kabul edecek mi?
İşte yine göründü. Yürürken, bazen birdenbire durup etrafına bakıyor, yerdeki çeri çöpü gagalamaya başlıyor. 15-20 saniye kadar süren bu fasılalardan sonra asıl meşgalesine, yürüyüşüne dönüyor.
Şimdi vapurun büfesine açılan kapının önünde. Döndü, yürüdü, iyice yaklaştı. Pürdikkat izliyorum. Başını yukarı kaldırıyor, gözlerini gözlerime saplıyor. Öylece bakışıyoruz. Ne yapacağımı bilemiyor, telaşlanıyorum. Sokak kavgasında birbirine meydan okuyan hasımlarmışız gibi, gözlerimi ilk çeken olmak istemiyorum. Bakışları gitgide hiddetleniyor. Derken, gagasını açıyor ve insan sesine benzer bir sesle, “Ne bakıyorsun! Benim derdim sana mı düştü!” diyor.
Utanç içinde ve şimşek hızıyla kitaba gömülüyorum. Zihnim allak bullak; harfler, kelimeler kanatlanıp havalanmışlar bile. Konuşabilen, üstelik içimden geçenleri okuyabilen bir güvercin tarafından azarlandım. Şimdi bunu kime anlatsam inanmayacak. Nazan bile... “Gerçeküstücülük hastalığına yakalanmışsın” diyecekler bana, dalga geçecekler.
Acaba şimdi ne yapıyor? “Cık cık cık!” diyerek başını iki yana sallıyor olmasından çekiniyorum.
Birkaç dakika sonra dayanamayıp başımı kaldırıyorum. Yok.
Nereye gitti? Yine tahliye sandalının oraya mı? Görünmüyor. Kalkıp sıraların arasına bakıyorum. Sandalın oraya gidiyorum. Yok. Eğiliyorum, aşağılarda da değil.
Çaycı çocuğun sesi beni kendime getiriyor. Bir şey soruyor. Anlamıyorum, tekrarlıyor.
“Bir şey mi aradın ağabey?”
Duraksıyorum. “Yok” diyorum, “bir şey yok.”
Yüzüme bakıyor.
“Tahliye sandalının yanına geçmek yasak!” diyor.
“Güvercinlere değil ama!” diyorum.
Anlamıyor: “Efendim ağabey?”
“Hiç” diyorum, “önemli değil...”
Yerime oturup kitabı açıyorum. Harfler hâlâ havada...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder