Agos, 24 Ekim 2008
Frankfurt’ta “Yerellik ve Ötekilik Arasında ‘Azınlık Edebiyatı’” başlıklı bir de panel düzenledik. Nazan Maksudyan’ın moderatörlüğünde dört yazar, Jaklin Çelik, Raffi Kebabcıyan, Esther Heboyan ve Mıgırdiç Margosyan tartıştılar.
Etkinlik, 1820’li yıllarda kurulan ve II. Dünya Savaşı sırasındaki bombalamalarda sadece altı sütünu ayakta kaldıktan sonra yeniden inşa edilen, Main nehri kıyısındaki Literaturhaus’un (Edebiyat Evi) sevimli konferans odasındaydı.
Panelin ön hazırlıkları sırasında, azınlık/çoğunluk edebiyatı diye bir ayrımdan söz etmenin anlamsızlığını vurgularken, bir yandan da, bu etiketin çeşitli coğrafyalardaki yazarların yakasına yapıştığına ve kolay kolay da düşmediğine dikkat çekmeyi hedeflemiştik. Yazarı, ‘Ermeni/gay/devrimci’ gibi kimliklere hapsetmenin, ondan bu yönde davranmasını beklemenin haksızlık olduğunu ve ayrımcı bir zihniyete işaret ettiğini anımsamak gerekiyordu.
Beri yandan, Türkiye gibi –Türk, Müslüman, Sünni, erkek– resmi bir söylemin hayatın her yönünü düzenlemeye kalkıştığı bir ülkede, bu gruplar dışında kalanların veya hâkim zihniyetlerle arasına mesafe koyanların ürettiği edebi eserlerin, müesses nizamın (resmi anlatının) sorgulanmasına ciddi katkılarda bulunması da olasıydı.
Kısacası, ‘azınlık edebiyatı’ diye tırnak içine alarak, nesnel gözlüklerle yaklaşmaya çalıştığımız kavram hem bazı sınırlamalar getiriyordu, hem de bazı imkânlara gebeydi.
Yazarlarımız panelde göçten, hareket halinde olmaktan, birden fazla kimliğe, belki de kimliksizliğe ait olmaktan, ötekileştirilmekten söz ettiler. Dördü de, bugün artık eski hallerinden çok farklı şekillerde varolan bir yerlerden etkilenmişti. Çelik, Rumlarla Ermenilerin terk etmekte, Kürtlerin yeni yeni gelmekte olduğu Kumkapı’dan; Kebabcıyan kozmopolit Beyoğlu’ndan ve Yeşilköy’den, Heboyan artık yitip gitmiş mahalle hayatıyla Harbiye’den; Margosyan, henüz göçlerle devasa bir kent haline gelmemiş Diyarbakır’dan söz etmişti eserlerinde. Oralardan, o zamanlardan esinlenmişlerdi, ancak hepsi bugünle ilgiliydi. Geçmişi kurcaladıklarında dahi bugünü aramaya, onu anlamaya çalışıyorlardı.
Kebabcıyan Almanca konuşurken, Heboyan sunumunun yarısını Fransızca, yarısını da ürkek ürkek konuştuğu, unuttuğunu söylediği Türkçeyle yaptı. Bazı dinleyicilerden gelen Ermenice soruları da sayarsak, dört dilli bir sohbetimiz oldu. Anında çevirileri üstlenen Şebnem Bahadır ve Dilek Dizdar sayesinde bütün salon birbirini anladı. Zaten Dizdar sohbetin sonuna doğru çeviri kabininden dışarı çıkıp, süregiden tartışmanın çokdilliliğine ve bu durumun yazarların edebiyatına, dillerine yaptığı katkıya dikkat çekti.
Akşamın karanlığı şehre inerken, iki çevirmen, düzenlediğimiz panelin kendilerini en çok heyecanlandıran etkinlik olduğunu söyleyerek sevindirdiler bizi. Doğrusu biz de, “Keşke etrafımızda hep çevirmenler olsa” diye düşünmeden edemedik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder