‘Büyük Felaket’ dogmaya dönüşmesin

Agos, 27 Şubat 2009

‘Özür Diliyorum’ kampanyasını başlatan aydınların, ‘Soykırım’ kavramının 1915’te yaşanan trajedinin memlekette gereğince tartışılmasını engellediği yönündeki görüşlerinde haklılık payı var elbette. Zira, geçmişte yaşananları hakkıyla öğrenme şansına sahip olmamış, aksine, bilgi yerine hep dezenformasyona maruz kalmış, önyargılarla donanmış Türkiye toplumu, karşısına soykırım gibi ağır bir yük çıkarıldığında hemen kabuğuna çekilip tepkisel bir tavır geliştirerek, diyalogdan uzak duruyor.


Gerçek tartışma ancak asgari bir iletişim ortamında mümkün olabilir. Halbuki bu kavram, mevcut koşullar altında, diyalog kapılarını kapatmakta, toplumun meseleye yakından vâkıf olmasını ve olası evrimini engellemekte. Türkiye’yi az çok tanıyan biri, bu hassasiyeti anlayışla karşılayacaktır.

Eğer nirengi noktamız 1948’de kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme olacaksa, 1915’te yaşananları soykırım şeklinde tanımlanabileceği açık. Ancak, barışa giden yol Türkiye toplumunun dönüşümünden geçtiğine göre, önceliği hukuki, teknik ya da siyasi terminolojinin ne olacağına değil, yaşananların öğrenilip öğretilmesine vermek, anlaşılır bir tercih.

*

Kampanyanın düzenleyicilerinden Cengiz Aktar’ın 13 Şubat tarihli Agos’ta yayımlanan ‘Soykırım Ötesi Büyük Felâket’ başlıklı yazısı, bu bakış açısıyla kaleme alınmıştı. Ancak yazıdaki temel vurgu, 1915’te yaşananların ağırlığının soykırım kavramıyla değil, ancak ‘Büyük Felaket’ (Medz Yeğern) tabiriyle karşılanabileceğiydi.

Aktar şöyle yazıyor: “Soykırım sözcüğünün, Anadolu’nun maruz kaldığı bu akıldışı kararın sonuçlarının bugün doğru okunabilmesi için yeterli olduğu kanaatinde değilim. Ermenilerin soyunun kırılması olgusunun dışında olanları anlatmaya yetmez, tarihî okumayı bu korkunç olgu ile sınırlar. Ermeni tarihini Anadolu’dan alır, dünyanın dört bir yanında yeniden yeşertir ama 1915’lerden sonra Anadolu’yu artık anlatmaz.”

Aktar, soykırımın “soğuk, ürpertici, uzak”, “Ermenice çart, felâket, facia, kıyım” gibi sözcüklerinse “yakın” çağrışımları olduğunu söylüyor. Soykırımın neden ‘soğuk’ ve mesela ‘çart’ın (kırım, kesim) neden ‘yakın’ olduğuna dair bir açıklamaya rastlamıyoruz yazıda. ‘Büyük Felaket’ deyişi yaşananları ve 1915’ten sonra Anadolu’yu hakkıyla anlatırken, ‘Soykırım’ın bunu neden başaramadığını da... İnsanın aklına şöyle bir soru geliyor: Almanya’da İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan soykırımın Soykırım (Genocide, Holocaust, Shoah) olarak anılması, yaşananların muazzam etkilerini anlatmayı, ya da Almanya toplumunun geçmişiyle yüzleşmesini engelledi mi?

*

Yazının başında sözü edilen hassasiyeti paylaştığım, aynı topraklar üzerinde yaşadığım insanlarla konuşabilmeyi istediğim için, 1915 trajedisini ‘Soykırım’ değil, ‘Büyük Felaket’, ‘Felaket’, ‘1915 Felaketi’ tabirleriyle andım bugüne dek. Ancak bu kullanım, Soykırım tabirini, hatta geçmişte kullanılmış ya da gelecekte kullanılacak diğer kavramları dışlamadığı, onu marjinalize edip cezalandırmadığı ölçüde anlamlı. Kanımca, “Bu acıyı Soykırım değil, ancak Büyük Felaket anlatır” dediğiniz takdirde, tam da şikâyetçi olduğunuza benzer bir dogmatizm ya da terminoloji fetişizmi yaratarak, diyalog yolunu bu kez siz kapatmış oluyorsunuz. Bu, bir özür metni imzacısının duruşu olmamalı; çünkü o yolu tuttuğunuzda, 1915’te yaşanan her neyse, onun mağdurlarını veya onların acısını paylaşanları susturmuş, sessizleştirmiş oluyorsunuz.

Aktar’ın dediği gibi, 1915 elbette yakın tarihte yaşanmış en büyük trajedilerden biridir ve Anadolu’da bugün dahi süren vahim etkilere sahiptir. Yine de, unutmayalım ki, bugün Anadolu’daki insanların önemli bir kısmı, nihayetinde Ermenilerin terk etmek zorunda kaldığı kentlerde, köylerde, evlerde, kendi memleketlerinde yaşıyorlar. Ölmeyip dünyanın dört bir yanına dağılan Ermenilerse, yersiz yurtsuzluğun, sürgünlüğün acı şurubundan içtiler onyıllarca, içiyorlar da. Onlara, “Hayır, yaşadığınız şeyin adını siz koyamazsınız” demek ne kadar adil?

Farklı kuşakların, farklı coğrafyalarda yaşayanların, bugüne dek olayları tanımlarken farklı isimler kullandığı ortada. Zira hiçbir kavram dokunulmaz değildir ve son sözü söyleyemez. Kavramların kapsamı ya da anlamı zamanla değişebilir, bazıları yaygınlık kazanırken diğerleri kullanılmaz hale gelebilir. Rahatsız edici olansa, tarihsel bir olayı değişmez bir kavramın içine sıkıştırmaya çalışarak mutlaklaştırmaktır.

Bu yüzden, asıl önemli olan, yaşananların boyutunu ve derinliğini aktaran çeşitli kavramların ‘özgürce’ kullanılabilmesi. Devlet, hukuk, aydınlar ya da mağdurlar tarafından tek bir kavramın dayatılmaması.

Hiç yorum yok: