Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi’nin yüzlerce resmini görmüştüm bundan önce. Eski kitaplarda, gazetelerde, internet sitelerinde, kilisenin eski ve yeni hallerini gösteren görsellerle çokça karşılaşmıştım.
Tam bir viraneye dönmüş olan bu ihtişamlı yapının içler acısı durumu, sırf o fotoğraflarla bile insanın içini karartmaya yeterdi elbette; ama nihayetinde, İstanbul’da doğmuş olan benim için Surp Giragos uzak, eski, soğuk taştı; yıkıntıydı. Anadolu’nun bağrında yatan nice kadim medeniyet artığından biriydi.
Oysa Diyarbakır’a gidip kilisenin taş duvarları ve sütunları arasında gezinmek, o granit zemine ayak basmak bambaşka, dönüştürücü bir deneyim oldu. O yıkıntı, üstüne hayat izlerinin katman katman işlendiği, hâlâ derinden derine nefes alan, güneşin altında parıldayan, yazın kavrulup kışın donan, illa ki acı çeken, canlı bir varlıktı işte. Hiç yaşamamışçasına silinip giden nesillerin yadigârı, korumasız, sahipsiz bir miras.
Evet, o üzgün sütünlar arasında gezinirken taş yine taştı, ama artık ne uzaktı, ne eski, ne de soğuk. Surp Giragos oradaydı; talihsizlikler, kötü günler görmüştü ama vardı, yaşıyordu.
İşte orada, Diyarbakırlı Ermeni dostların her daim büyük bir bağlılık ve iflah olmaz bir coşkuyla anlattıkları, son halinden dolayı yıllar yılı yürek tükettikleri kilisenin derdine ben de ortaktım, onların acısını hissedebiliyordum.
Bazen bir saat, insan ömrüne yeni anlamlar yüklemeye yeter de artar. Surp Giragos’un yıkıntıları arasında ben de, tarihle hayat ve zamanla hüzün arasındaki ilişkiyi galiba daha iyi anladım.
Hangi lanetin esiri?
Mıgırdiç Margosyan’ın artık neredeyse ezbere bildiğim kitaplarından, Gâvur Mahallesi’nin daracık küçelerine girip Dört Ayaklı Minare’yi, namı diğer Mınara Çarnık’ı, namı diğer Çors Odkov Minare’yi görünce, artık Surp Giragos’a çok yakın olduğumu biliyordum. Tavit Hızarcıyan tarafından yapılan 29 metrelik görkemli çan kulesinin, inşa edilmesinden sadece bir yıl sonra, 1915’teki kitlesel delilik günlerinde, çevredeki minarelerden yüksek olduğu için top gülleleriyle yıkılmasının ardından, kilisenin kendini yüksek duvarların ardına iyiden iyiye gizlediğini de...
Dört Ayaklı Minare’den sağa devam ettik, sonra sola. Eski bir kapının ardında durduk. Kilitliydi. Vurduk. Bir daha... Paslı kapı fazla bekletmeden açıldı. Birkaç kadın, birkaç çocuk başı uzandı yanı başımızdaki kulübeden. “İstanbul, ziyaret...” laflarını duyunca alışkın bir edayla, işlerinin, sohbetlerinin başına dönüp bizi duvarlar ve sütünlarla baş başa bıraktılar.
Kışlık yakacak olarak kullanıldığı belli pazar sandıklarının, türlü ıvır zıvırın depolandığı odalardan geçip, çatısı çökmüş kiliseye girdiğimizde ilk hissettiğim derin bir çaresizlikti. Zamanla, kilisenin çeşitli bölümlerini dolaştıkça, güzel taş işçiliğine el sürüp koro balkonunu taşıması gereken sütunlar üzerinde yürüdükçe, nasılsa çökmemiş mihrabın damında gezindikçe, o çaresizlik hissi yerine ağlama arzusuna bırakacaktı.
Zamanın değil de, insan evladının ne kadar hoyrat olabildiğinin tanığı, yüzünü ölüme dönmüş bu kilisenin sessiz çığlığını duymak için kulağa ne hacet! Çok değil, daha 20 yıl önce iyi kötü bir cemaate sahip, mumları yanan, çanı çınlayan bir ibadethaneyken bu hale düşmek için, hangi büyük lanetlerin esiri olmuştu Surp Giragos?
İki yıl önce tantanalı törenler eşliğinde, iki tarafına Türk bayrakları asmayı ihmal etmeden ama her nedense kiliseyi Ermenilerin kullanımına sunmayı unutarak Ahtamar’daki Surp Haç Kilisesi’ni restore eden devletin riyakârlığının en açık sembollerinden biri olan Surp Giragos kilisesi, bir gün stratejik-propagandif bir değer kazanır da restore edilir mi? O zamana kadar iyice eriyip tükenmezse, dünyanın dört bir yanına dağılmış Diyarbakırlı Ermeniler, yolları eski memleketlerine düştüğünde, tüm ölülerinin canı için orada birer mum yakabilir mi?
Diyarbakır ve Türkiye, mimarlar Şahin, Saruhan ve Yarem ustaların el emeği göz nuru kiliseyi top güllelerine, yağmura, güneşe, kara ve en önemlisi düşmanlığa yenik düşürmenin vebalini ödeyebilir mi?
O vebal ödenmedikçe, memleketin iki yakası bir araya gelir mi?
Kilisenin yarını
Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman subaylar tarafından karargâh olarak kullanılan, savaşın ardından ise Sümerbank’ın bez deposu olarak kullanılmaya başlanan Surp Giragos’un yeniden ayağa kalkması için yapılan çalışmalar son yıllarda hızlansa da, maddi imkânsızlıklar, kiliseye herhangi bir müdahalede bulunulmasını engelliyor.
Çekül Vakfı’nın katkılarıyla mimar Mehmet Alper tarafından hazırlanan restorasyon projesi, Anıtlar Kurulu’ndan onay alınmış bir halde bekliyor.
Yeni Vakıflar Kanunu’nun, yöneticilerin vakfın bulunduğu kentte ikamet etme şartını kaldırması sayesinde seçilebilen yeni kilise yönetim kurulu, restorasyon için gerekli 3 milyon doları aşkın parayı bulabilmek için çareler düşünüyor. Masrafın bir kısmını Diyarbakır Belediyesi bütçesinden karşılamak için DTP’li belediye başkanı Osman Baydemir’den söz alınmış durumda.
Vakıf yönetim kurulu, kamuoyunu dikkatini kilisenin restorasyonuyla ilgili projeye çekme amacıyla geçtiğimiz aylarda ‘Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi – Dünü, Bugünü, Yarını’ başlıklı bir broşür yayımladı. Broşürün içeriğine www.surpgiragoskilisesi.com web adresinden ulaşmak da mümkün.
Surp Giragos’a yardım için hesap numarası: Vakıfbank Nuruosmaniye Şubesi – 00158007287967518
1 yorum:
Bir diyarbakırlı olarak defalarca ziyeret ettiğim bu muhteşem kiliseyi sizin yazınızdan okudukça daha bi bağlandım, duygulandım. Ama bugünlerde devam eden restorasyon çalışmalarını duyunca da bir o kadar da sevindim. Ama keşke imkan olsada kilisenin çevresindeki gecekonduları da satın alıp, yıkıp çevresini temizleyip görkemini daha bi ortaya çıkarabilseydik. Şimdi dört gözle yaz tatilimin başlamasını ve restorasyon çalışmalarını görmek için Diyarbakır'a gitmeyi bekliyorum. sevgilerimle.
Yorum Gönder