Diyarbakır’da beş gün

Agos, 13 Şubat 2008

Diyarbakır ve değişim

Geçen hafta, daha önce Tophane’deki Tütün Deposu’nda açtığımız William Saroyan sergisini Diyarbakır’a taşıdık. Diyarbakır Sanat Merkezi’nde 10 Mart’a kadar açık kalacak sergi vesilesiyle ben de ilk kez bu kente gitme fırsatı buldum.

Bu kaotik, karmaşık, hayhuyu bol şehir hakkında beş günde derin değerlendirmelerde bulunmak zor elbette. Dolayısıyla, burada yazılanlar, bir acemi gözün gördüklerinden fazlası değil.

Sokaklar, caddeler kalabalık, insanlar güleryüzlüydü Diyarbakır’da. Son 20 yılda aldığı göçlerle nüfusu hızla artan, büyük siyasal sorunlarla boğuşan kadim kent, her şeye karşın huzurlu ve güvenli görünüyordu.

Beton ve plastiğin tartışılmaz hâkimiyeti başta olmak üzere pek çok açıdan herhangi bir taşra kentine benzese de, Diyarbakır’ın kendine özgü bir ruhu ve enerjisi var. Kent, her şeyden önce, etnik olarak olmasa da toplumsal-coğrafi açıdan son derece kozmopolit. Yakılan köyler ve iç savaş nedeniyle bölgenin dört bir yanından insanlar Diyarbakır’a göç etmiş durumda ve bu da, beraberinde taşıdığı ağır dertler bir yana, kenti daha renkli, daha canlı bir hale getirmiş.

Diyarbakır’ın damarlarında bir isyan ve boyun eğmeme kültürü dolaşıyor. Aşağılanmayla, ötekileştirilmeyle, şiddetle geçen yıllar ve uzun silahlı mücadele geleneği muhalif tavrı kentin ruhuna adeta nakşetmiş. Bu yüzden, Diyarbakır’ı ikna etmeyen her dönüşüm projesi, Türkiye’nin batısıyla sınırlı, yerel bir girişim olarak kalmaya; dolayısıyla var olan ayrılıkları daha da derinleştimeye mahkûm.

Türkiye değişecekse, bunu ancak Diyarbakır’ı ve bölgeyi içine alan yeni bir toplumsal sözleşmeyle başaracak. Aksi takdirde, karanlıklardan kurtulmak belki de hiç mümkün olmayacak.


Kürtlerin Ermeni meselesi

Çok fazla su yüzüne çıkmasa da, Türkiyeli Kürtlerin önemli bir kısmı, 1915’te yaşanan Büyük Felaket nedeniyle kişisel sohbetlerinde Ermenilerden yıllardır özür diliyor.

Daha henüz hiçbir özür kampanyasının ufukta görünmediği, özür kavramının zihinlerde hiç yer almadığı 90’lı yıllardan bu yana, tanıştığım Kürtler, 1915’te olan bitenler nedeniyle, alçak sesle ama çok içten bir tonla özür dilediler.

Türkiye’nin batısında yaşayanların bu konudaki cehaletini, suskunluğunu ve nihayet resmi tezleri sahiplenmek konusundaki heveskârlığını göz önünde bulundurduğumuzda, bu durum ciddi bir şaşkınlık vesilesidir.

Diyarbakır’da sohbet ettiğim arkadaşlar, bu farklılığı her şeyden çok, Kürtlerin de Ermenilerin ardından, cumhuriyet döneminde zulme uğramış olmasıyla açıklıyordu. Buna göre, ezilen bir halk, daha önce ezilmiş bir halkın çektiği acıları daha iyi anlıyor, onun hissettikleriyle kendi çektikleri arasında bir bağ kuruyor ve bu bağı empatik bir yaklaşımla, şahsi bir özürle hayata geçiriyordu.

Öte yandan, Ermenilerin yaşadığı katliamların en şiddetlilerinin Kürtlerin yaşadığı coğrafyada gerçekleşmesi ve İttihatçıların yönlendirdiği çeşitli Kürt aşiretlerinin bu kırımlarda aktif rol almaları nedeniyle, kanlı hatıralar memleketin batısından ziyade bu yörede canlıydı ve ortak hafızada ciddi bir yer tutuyor, vicdanları rahatsız ediyordu.

Devletçi kesimler son zamanlarda bu olguyu 1915’te yaşananların sorumluluğunu Kürtlerin omzuna yüklemek için kullansalar da, bugünün Kürtlerinin geçmiş kaynaklı bir suçluluk duygusuyla yaşamaları için hiçbir neden yok. Yeter ki özeleştiri ve muhasebe kanalları hep açık olsun.

Pek çok Kürt ailesinde, Ermenilerin başına gelenlere dair hikâyeler nesilden nesile aktarılıyor. Bu bilgi, bugün geçmişe göre daha parçalı bir yapı arz eden Kürt siyasi hareketinin öncelikli hedefleri açısından çok şey ifade etmiyor gibi görünebilir; ancak Kürtlerin geleceklerini bugünden inşa etmekte olduklarını hesaba kattığınızda, Ermeni sorunuyla yüzleşmenin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu hissetmek zor değil. Zira, geleceğini, tıpkı cumhuriyet rejimi gibi geçmişi inkâr ederek kuracak bir Kürt hareketinin, ayağındaki prangalara takılması kaçınılmazdır.

Bu konuda en büyük görev, tabii ki yine Kürtlere düşüyor.

Türklerin Kürtleri dinlememekte bu kadar ısrarcı olduğu bir ortamda görevi yine mağdur olana yüklemek adaletsizlik gibi görünebilir. Ancak, onların Ermeni sorunu konusunda resmi tezlere payanda olmaktan, ‘asli unsur’ gibi bahşişlere gönül indirmekten kaçınmalarının, mağduru oldukları devletin betondan ayaklarından birinin eksilmesini sağlayacağı unutulmamalı. Kürtler bu hesaplaşmayı göze aldıkları ölçüde, Türkiye’nin barışa kavuşma çabalarına büyük bir katkıda bulunmuş olacaklar.


Haklı olmak

Diyarbakır’da en çok dikkati çeken şeylerden biri, hemen her ailede Ermeni anneannelerin, babaannelerin varlığının kolaylıkla söylenmesi; 1915’te canını kurtarmak için Müslümanlığa geçenlerin veya Kürt aileler tarafından alıkonulan çocuk ve kadınların hikâyeleriydi.

Bu ağır meselelerin bu kadar açık yüreklilikle konuşuluyor olması, kentte kozmopolit olarak nitelediğim ruh halinin içselleştirildiğine dair bir işaret aynı zamanda. Görülüyor ki, 1920’lerden itibaren yaratılmaya çalışılan ‘öz Türk’ gibi bir ‘öz Kürt’ tahayyülü mevcut değil orada. Kimlikler arasındaki geçişlere vâkıf olmak, insanların bakışlarına bir esneklik, bir yumuşaklık katmış; Kürt kimliğinin mutlaklaştırılmasının önüne geçmiş.

Onların, kısa bir süreliğine İstanbul’dan gelmiş, hiç tanımadıkları bir Ermeniyi, bir ‘fılle’yi el üstünde tutma konusundaki gayretleri, salt misafirperverlikle değil, ancak bu farkındalıkla açıklanabilir.

*

Son olarak, o farkındalık ve geçmişte yaşanan acı deneyimlerin izleri, Ergenekon davasının Kürt coğrafyasında batıya nazaran neden daha ciddiye alındığını da açıklıyor.

Varlığı geçmişte inkâr edilen JİTEM’in binlerce faili meçhul cinayeti konusunda bugüne dek bölgeden yükselen çığlıklara kulak tıkanmışken, bugün dava süreciyle ortaya çıkan bilgiler, geçmişteki isyanın ne kadar sahih temelleri olduğunu gösteriyor.

İçkale’de, eskiden JİTEM hapisanesi-işkencehanesi olarak kullanılan, bugün boşaltılıp restore edilen tarihi binayı birlikte gezdiğimiz Diyarbakırlı arkadaşımın yüz ifadesi, tam da bu nedenle, haklı çıkmanın ölçülü mağruriyetini yansıtıyordu.

Hiç yorum yok: