Agos, 30 Ocak 2009
Türkiye Ermeni toplumunun Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yeni bir patrik seçimini tartışmakta olduğu şu günlerde, seçimle ilgili mevcut hukuki düzenlemeler, sağlıklı sonuçlara ulaşmak açısından büyük önem taşıyor. Ancak, meseleye yakından baktığımızda, bu temellerin hiç de sağlam olmadığını görmek zor değil. Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz Prof. Hüseyin Hatemi, gayrimüslim cemaatlerin statülerinin resmen belirlenmemiş olmasının yarattığı sakıncalara dikkat çekiyor.
Ancak Patriklik makamı için yapılacak seçimin talimatnameyle hazırlanması, beraberinde birtakım sorunlar getiriyor. Bunların en önemlisi, seçim konusunda kalıcı bir hukuki düzenin yerleşmiş olmaması. Oysa, kilise âdet ve teamüllerine göre yeni bir patriğin nasıl seçileceği açık bir şekilde belirlenmiş durumda. Kanuni durumun belirsizliği ise, her seçim döneminde, başta kimlerin aday olacağı olmak üzere, pek çok konuda tartışmaya ve çalkantıya neden oluyor. Patrik Seçim Talimatnamesi’nin her defasında devlet onayından geçiyor olması da, ülkenin içinde bulunduğu siyasi konjonktüre bağlı olarak değişen, istikrarsız bir yapıya zemin oluşturuyor.
Bu durum daha önceki yıllarda da pek çok ruhaninin ve sivilin şikâyetlerine konu olmuştu. Şu anki Patrik Vekili Başepiskopos Şahan Sıvacıyan da, 1998’deki seçim sürecinde, patrikliğin kalıcı bir hukuki düzenlemeden hâlâ yoksun olmasını şu sözlerle eleştirmişti: “Her patrik seçiminde bu tür olaylar yaşıyoruz. Patrikler seçildikten sonra da, bir dahaki seçimlere kadar unutuyoruz. Hiçbir kalıcı düzenleme sağlanabilmiş değil. Bu sorunun artık geleceğe taşınmaması gerekir.”
Her seferinde “bir defaya mahsus” deniyor
Söz konusu seçim talimatnamelerinin 18.9.1961 tarihli kararnameye atıfta bulunması ciddi bir hukuki çarpıklığa işaret ediyor. Çünkü bu kararname, yeni bir kanun ve tüzük çıkarılıncaya kadar, bir defaya mahsus olmak ve geleceğe ait hiçbir hukuki hüküm ifade etmemek üzere hazırlanmış.
27 Mayıs 1960 darbesinin ardından hazırlanan ve bu askeri yönetim döneminin izlerini taşıyan kararname, dönemin devlet başkanı ve başbakanı Org. Cemal Gürsel’in de imzasını taşıyor: “Münhal bulunan İstanbul Ermeni Patriği için yapılacak seçimin, yeni bir kanun ve tüzük çıkarılıncaya kadar ve bir defaya mahsus olmak ve âtiye ait hiç bir hukuki hüküm ifade etmemek kayıt ve şartıyle, ruhani ve sivillerden müteşekkil İntihap hey’eti vasıtasıyle, babadan Türk olan şahıslar arasından yapılması; dışişleri Bakanlığının muvafık mütalaasına dayanan, İçişleri Bakanlığının 13/9/1961 tarihli ve 422231-1/112341 sayılı yazısı üzerine, Bakanlar Kurulunun 18/9/1961 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.” (Vurgu bana ait – RK)
Ancak, bu kararname, 1961’deki patrik seçimine mahsus olarak hazırlanmasına karşın, 1990’da Patrik Şınork Kalustyan’ın, 1998’de ise Patrik Karekin Kazancıyan’ın ölümünün ardından yapılan seçimlerde, Patrik Seçimi Talimatnamesi’nin hazırlanmasına dayanak oluşturdu ve böylece, ciddi bir hukuki hata yapılmış oldu.
Prof. Hatemi: Talimatnameyle geçiştirilemez, kanun şart
Konuyla ilgili olarak görüşlerine başvurduğumuz, gayrimüslim cemaatlerin hukuki statüleri konusunda ülkenin önde gelen uzmanlarından olan Prof. Hüseyin Hatemi, sorunun çok derinlerde devletin gayrimüslümlere bakışında yattığını belirtiyor ve bu tür ciddi meselelerin talimatnamelerle düzenlenemeyeceğini, ancak kanun şemsiyesi altında çözülebileceğini ifade ediyor: “Cemaatlerin hukuki durumunu açıklığa kavuşturan kanuni bir yapıya ihtiyaç olduğu çok açık. Her cemaatin kendine göre yapısı ve teamülleri var. Ermeniler patriklerini halkın katılımıyla seçiyorlar, Rumlar ise Sen Sinod Meclisi’ndeki metropolitlerin kullandıkları oylarla. Yahudilerin ise bir sivil yönetimleri mevcut. Dolayısıyla, Rum Ortodoks Cemaati, Ermeni Cemaati ve Yahudi Cemaati için ayrı ayrı kanunlar yapılabileceği gibi, her bir cemaatin âdet ve teamüllerinin ayrı başlıklar altında belirtileceği tek bir kanun çatısı altında da gerekli düzenlemeler yapılabilir.”
Prof. Hatemi, Osmanlı döneminde çıkarılan cemaat nizamnamelerinin birer kanun niteliğinde olduğuna da dikkat çekiyor: “19. yüzyılda sultanın onayıyla yürürlüğe giren cemaat nizamnamelerini, bugünkü talimatnamelerle karıştırmamak gerekir. Bu nizamnameler, daha 1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin, yani anayasanın olmadığı bir dönemde kabul edilip yürürlüğe girmişti. Kanun hükmündeydiler. Zaten bu gibi ciddi konuların talimatnamelerle geçiştirilmesi de hukuken doğru değildir.”
“Üst denetim yetkisine sahip Özel Hukuk tüzel kişiliği”
Prof. Hatemi, geçmişte, Rum Ortodoks Patrikliği için bir ‘İstanbul Ortodoks Patrikhanesi Kanun Taslağı’, Dışişleri Bakanlığı’nın isteği üzerine de cemaat vakıfları için bir kanun tasarısı hazırlamıştı. Hatemi, patrikliklerin ve Hahambaşılığın, “cemaat vakıfları üzerinde üst denetim yetkisine sahip ve kamu yararına çalışan Özel Hukuk tüzel kişiliğini haiz” olma statüleri tanınmadıkça bu tip sorunların yaşanabileceğini dile getiriyor: “Cemaatin sahip olduğu vakıfların üst denetim kuruluşu olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü değil, sözü edilen dini önderlik kurumları tanınmalı. Diyanet İşleri Başkanlığı yerine de, hükümette tesis edilecek ve cemaatlerle devlet arasındaki ilişkilerin aracısı konumunda olacak bir bakanlık görevlendirilmelidir. Örneğin Azerbaycan’daki uygulama bu şekildedir ve sadece Müslümanların değil, gayrimüslim cemaatlerin de işleri bu bakanlık aracılığıyla yürütülür.”
“Türk vatandaşı olmayan da patrik olabilmeli”
Hatemi’ye, olası bir patrik seçiminde sorun yaratabileceğini düşündüğümüz, adaylık koşullarıyla ilgili bir ifade hakkındaki görüşünü de soruyoruz: 1961, 1990 ve 1998’de yapılan patrik seçimlerini düzenleyen talimatnamenin adaylarla ilgili maddesi, “Patrik namzedi listesine dahil edilecek ruhanilerin aşağıdaki şartlara haiz olması lazımdır” dedikten sonra, ‘a’ fıkrasında, “babadan Türk olmak” koşulunu getiriyor.
Hüseyin Hatemi, “babadan Türk olmak” ifadesinin, uygulamada “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” şeklinde yorumlandığını söylüyor. Ancak ifadenin etnik çağrışımlarından ötürü sorunlu olduğuna, bu durumun, babası Türk vatandaşı olmayan bir din adamının, kendisi Türk vatandaşı olduğu halde, patrikliğe aday olamaması sonucunu doğurabileceğine dikkat çekiyor: “Bu gibi mahzurlara karşı izlenecek yok belli. Ben bunu hazırladığım kanun tasarısında da dile getirmiştim. Türk vatandaşı olmayan bir ruhaninin de patrik seçilebilmesi mümkündür. Böyle bir durumda, patrik seçilen şahıs, cumhurbaşkanı tarafından veto edilmediği takdirde, bir ay içinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığına alınır ve bundan sonra da 10 gün içinde ataması yapılır.” Hatemi, cumhurbaşkanının vetosunun ancak kabul edilebilir bir gerekçeyle mümkün olabileceğini de hatırlatıyor.
“Kanunun yokluğu keyfiliğe neden oluyor”
Prof. Hatemi, cemaatlerin dini önderliklerinin hukuki statülerinin bir kanunla düzenlenmiş olmamasının mahzurlarını anlatırken, 1998’de yapılan seçimlerden önce yaşanan bir olayı hatırlatıyor: “1998’de Adana-Ceyhan’da bir deprem olmuştu. O zaman Patrik Vekili olan Başepiskopos Mesrob Mutafyan da, son derece asil bir tavırla, Ermeni cemaati içinde bir kampanya tertip ederek depremin mağdurları için yardım toplamıştı. Toplanan mütevazı meblağı hangi yollarla yerine ulaştırmak gerektiğini sormak için İstanbul Valiliği’ne nazik üsluplu bir mektup yolladığında,Valilik’ten cevap olarak, Patrik Vekili unvanını kullanmaya yetkili olmadığı ve bunu tekrarlarsa kendisine Türk Ceza Kanunu’nun cezai müeyyidelerinin uygulanacağını belirten, son derece kaba bir cevap almıştı. Maalesef, açık ve seçik bir kanun hazırlanmadıkça bu tip keyfi uygulamalarla karşılaşmak mümkün hale geliyor.”
Prof. Hatemi bu tür belirsizliklerin Türkiye’de huzursuzluk yaratmaya çalışan bazı güçlerin gayrimüslim topluluklar içerisindeki uzantılarını da harekete geçirdiğini hatırlatıyor: “Ben o zaman bir mütalaa hazırlayarak Mutafyan’ın Patrik Vekili unvanını kullanmasının hukuka uygun olduğunu belirtmiştim. O günlerde, Mutafyan’ın patrik seçilmemesi için çalışan Kandilli Kilisesi Mütevelli Heyeti’nden bir zat, Hulki Cevizoğlu’nun televizyon programına çıkıp ‘Hatemi padişahlık dönemine dönmek istiyor’ demiş ve benim bu mütalaayı hazırlamak için büyük miktarda para aldığımı iddia etmişti. Oysa ben o mütalaayı kendime vazife edinerek, vicdani bir sorumluluk olarak hazırlamış ve tabii beş kuruş almamıştım. Maalesef bütün cemaatlerde Ergenekon gibi örgütlenmelerin uzantısı olan kesimler var. Bunlar belirli çıkarları koruyabilmek için hukuki durumun muğlak olmasından yararlanıyorlar.”
“Hükümet adım atmalı”
Prof. Hatemi, son olarak, Türkiyeli gayrimüslimlerin, hukuki güvenceye sahip cemaatler olarak ruhani önderlerini özgürce seçebilmeleri gerektiğine işaret ediyor ve hükümeti bu konuda adım atmaya çağırıyor: “Türkiye’nin gayrümüslim vatandaşları devletin veya Müslümanların müdahalesi olmadan, kendi patriklerini istedikleri gibi seçebilmeliler artık. Hükümet de gerekli kanunu hazırlamalı ve bunun dışında hiçbir şeye müdahil olmamalı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder