Geçen hafta yaklaşıp baktığımız Gomidas’lı fotoğrafın elimizden tutup bizi getirdiği yerden devam edelim.
Gomidas’ın felaketten önce başlattığı şarkının, kılıç artığı Ermeniler tarafından geleceğe bir ağıt olarak taşındığını, felaketin öncesiyle sonrası arasında var olan en güçlü bağın o notalarda yaşam bulduğunu yazmıştık.
Onun, Anadolu ve Kafkasya Ermenilerinin geleneksel müziklerini çokseslendirerek, uyarlayarak, adapte ederek yaratmaya çalıştığı estetik, modernleşme, sekülerleşme ve uluslaşma arayışının ritmini tutuyordu. Gomidas işte bu yüzden Ermeniler için zamanın ruhuydu. O, geçmişten, gelenekten, radikal olmayan ama derin bir kopuşu işaret ediyor, yaşanan siyasi, toplumsal dönüşüm ve dalgalanmaları sanatsal olana tahvil ediyordu.
1915’ten önce, türlü siyasi çalkantılara rağmen doğal seyrinde devam eden, dünyadaki ve çevresindekileri değişimlerle temas ederek akıp giden Ermeni yaşantısı, bu halkın Anadolu’daki varlığının ortadan kalkmasıyla yatağını değiştirdi. Bu keskin değişim, 1915’i Ermeni tarihinin miladı haline getirdi; Ermenilerle ilgisi olan her şey, o tarihe gönderme yapar oldu ve zamanla durgunlaşıp donuklaştı.
Anadolu’da Ermenilere özgü ne varsa, 1915’te kaldı. Taş, demir işçiliği, elişleri, pek çok zanaat yok oluşa sürüklendi. Yaptıkları ekmeğin üzerine susamı haç şeklinde serpen kadınlar yoktu artık. Ya öldürülmüş, ya Kürt evlerine besleme ya da gelin olarak girmiş, ya da Arap topraklarına, oradan da yeni diyarlara doğru dağılmışlardı.
Ermeni okulları kaymakamlık binası, kiliseler cephanelik, mezarlıklar taşlarından temizlenip tarla oldu. Ermeni evlerinin irileri cumhuriyet bürokrasisine konak, küçükleri muhacirlere hane, yeni evlere temel taşı oldu.
Bütün bir aydın kuşağı halkının kaderini paylaştı; hatta İttihatçı hunharlığın öncelikli hedefi olarak kökünden budandı. Artık ne Taniel Varujan’ın Navasart yıllığı vardı, ne Siamanto’nun lirizmi, ne 20-30 yıl önce Realistlerin başlattığı arayışların varacağı bir yer. Gomidas aklını yitirmişti ama hayatta kalan diğer aydınların durumu da çok farklı değildi. Ermenice roman, Ermenice öykü, Ermenice şiir, artık bambaşka bir mecradaydı. Anadolu toprakları üzerinde küçük de olsa bağımsız bir Ermeni yurdunun kurulmaması, acıyı ve hayal kırıklığını katmerlendiren son darbe oldu.
Gomidas’ın müziği de faciadan nasibini aldı elbette. Ezgiler, edebiyata nazaran, geride kalanların duygularını ifade etmekte daha çok kabul buldu. Birkaç Ermeni’nin bir araya geldiği her yerde onun Kusan’ına öykünen korolar kuruldu, onun ilahileri okundu; halk şarkıları saf hallerine göre değil, onun düzenlemelerine göre seslendirildi.
Onun yeni umutların, yeni arayışların simgesi olan şarkıları geçmişe ve geçmişin kayıplarına yakılan birer ağıt halini aldı. Şarkılar aynıydı ama ifade ettiği duygular bütünüyle değişmişti. Ermeni kültüründe her halükârda önemli bir basamak olarak görülecek, ama belki de sonraki nesiller tarafından hızlı bir şekilde aşılacak olan Gomidas, bu yüzden bir simgeye dönüştü, ikonlaştı.
Onun tarihte donmuş bir figür olarak kalmaya mahkûm edilmesi, Ermenilerin yaşadığı felaketin boyutlarını gösteren en acı örneklerden biri oldu.
İkonlaşan Gomidas
DTP’yi köşeye kıstırmanın anlamı
Bu toplumun vicdanı, DTP’nin ‘PKK’ya yönelik operasyon’ görünümü altında köşeye kıstırılmaya çalışılması ahlaksızlığına itiraz edecek gayri-Kürtlerin sayısı kadar.
14 Nisan’dan beri birçok ilde yapılan operasyonlarda, 300’den fazla DTP’li gözaltına alındı, 150’ye yakın kişi tutuklandı. Son olarak, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve DTP İl Başkanı Nejdet Atalay, PKK üyelerini “gerilla” olarak nitelendirdikleri için “örgüt propagandası yapmak” suçlamasıyla hapse mahkûm edildi.
PKK’nın Türkiye’deki eylemlerini planlamak üzere kurulduğu iddia edilen Türkiye Meclisi’ne yönelik olduğu söylenen operasyonlar DTP’yi marjinalize etmeyi amaçlıyor. Oysa, bu partiyi PKK’yla bağlantılı olduğu gerekçesiyle kapatmaya çalışmak, yöneticilerini hapse attırmak, Türkiye’nin bataklığa daha fazla saplanmasından başka bir sonuç doğurmayacak.
DTP’nin PKK’yla bağını sosyolojik bir gerçek olarak kabul edip anlamaya çalışmadıkça, bin bir zorlukla Kürtlerin demokratik taleplerini dile getirmeye çalışan partinin örgütle arasına mesafe koymasını şart koştukça, barış yolunda tek bir adım dahi atmanın mümkün olmadığını çok iyi biliyoruz.
Türkiye’nin siyasi örgütleri, sivil toplum kuruluşları, sendikaları, aydınları, bugün “Ben DTP’liyim!” diyerek sokaklara dökülmezse, askeri vesayet rejimi altında daha çok çatışma, daha çok ölü asker ve militan, daha çok operasyon göreceğiz.
Che varken Evren’i kim hatırlasın!
Gazeteler yazdı. Antalya’da, 4 lisede 289 öğrenciyle yapılan bir araştırmada, çocuklara tarihi ve siyasi kişiler, sanatçı ve düşünürler ile tarihi yerlerin fotoğrafları gösterilmiş, ‘Tanıyorum’, ‘Tanımıyorum’ şıklarını işaretlemeleri istenmiş.
Radikal’in “Kenan Evren ‘50 Cent’ etmedi” başlığıyla verdiği haberde, liselilerin ‘50 Cent’ adı ile popüler olan rap müzik sanatçısı Curtis James Jackson’u 12 Eylül’ün baş generali Kenan Evren’den daha çok tanıdığına vurgu yapılıyordu.
“Asmayalım da besleyelim mi!” sözünün sahibi darbeci generalin, baş müsebbibi olduğu karanlıktan çıkma mücadelesi halihazırda sürerken, topu topu bir kuşak sonra unutulmuş olmasını kaderin hoş bir cilvesi olarak selamlamak gerek.
İşin daha da güzel tarafı, ankette Evren’le aynı kategoride yer alan Che Guevara’nın tanınmışlıkta ona ciddi bir fark atması.
Evet, çocukların Kenan Evren’i tanımaması, bir yandan toplumsal hafıza kaybının boyutlarını, bir yandan da demokrasi mücadelesinin gelecekte daha da zor olacağını gösteriyor. Evet, Che’nin daha çok tanınması onun imgesinin ticarileşmesiyle yakından alakalı. Ancak yine de, bütün bunlara rağmen, bir anlığına durup, Che’nin kazandığı bu ‘başarı’nın tadını çıkarmalı.
Gelecekte, umutları karartanların değil umudu olanların, gaddarların değil vicdan sahibi olanların hatırlanacağını bilmek insanın yüreğini ferahlatıyor.
Korkunun teyel çizgilerinde
Kanadalı dünyaca ünlü yönetmen Atom Egoyan, 28. İstanbul Film Festivali kapsamında gala gösterimi yapılan son filmi Adoration’da (Tapınma), kamerasını yine tehlikeli sulara yöneltiyor ve yaşadığımız dünyanın en temel siyasal meselelerinden biri olan, farklı etnik-dinsel kökenlerden insanlar arasındaki çatışma ve gerginliklere odaklanıyor.
Ancak Tapınma, salt büyük toplumsal meseleleri, o uğursuz tabirle söylemek gerekirse “medeniyetler çatışması”nı, Judeo-Hıristiyan ve Müslüman kültürleri arasındaki çarpışmayı ve bunun Batı dünyasındaki yansımalarını ele alan bir film değil. Egoyan, filmde, bireye ve aileye, insanlar arasındaki ilişkilere ait, can yakıcı, cevaplandırması zor pek çok soru sormaktan da çekinmiyor.
Ünlü yönetmen, Tapınma’da, izleyiciyi iletişim çağında bireyselliğin, mahremiyetin ve insanların birbirleriyle ilişkilenme biçimlerinin girdiği yeni şekiller üzerine düşünmeye davet ederken, bir yandan da terör, teknoloji, değişen kimlikler ve korku temaları etrafında geziniyor.
Simon (genç oyuncu Devon Bostick zor bir rolün altından başarıyla kalkıyor), okul için bir ödev hazırlarken, gazetedeki bir haberde bahsi geçen terörist çiftin yerine trafik kazasında yitirdiği anne babasını koyup olayı kafasında yeniden kurar. Sahte bir kimlik altında hikâyesini internette yayımlar ve insanlar bundan hiç beklemediği kadar etkilenir. Bu arada, Fransızca öğretmeni Sabin (her zamanki güzelliği ve duruluğuyla Arsinée Khanjian) de onun bu oyununa dahil olur. Hatta, Müslümanların, içinde yaşadıkları toplumda maruz kaldığı ayrımcılığa dikkat çekmek için, Simon’ın dayısı Tom’u (dünyaya küsmüş genç adam rolünde hayli inandırıcı bir oyunculuk sergileyen Scott Speedman) gizlice test edecekleri bir oyuna dahi dahil olur.
Sabin’in, oyun için abartılı bir tesettür içerisinde yüzünü gizleyerek Müslüman bir kadın kılığında Tom ve Simon’ın birlikte yaşadıkları eve gelmesi, filmin doruk noktalarından birini oluşturuyor. Bu yabancı (ve zeki) kadının, başlayan küçük sohbet sırasında yumuşacık bir şekilde dile getirdiği makul (ve masum) görüşler karşısında çaresiz duruma düşen Tom’un, onu “Burası özel mülk bayan!” diyerek kovmasıysa (ne de olsa o fikirleri dile getiren bir Müslümandır), kapitalist dünya değerlerini özümsemiş sıradan insanların, güç oyununun kurallarını uygulamaya nasıl da teşne olduğuna dair çarpıcı bir örnek.
Filmde, Simon oyununu sürdürdükçe, anne babasının ölümüyle ve diğer aile bireylerinin bu olaya dair suçluluk hissi nedeniyle parçalanmış olan ailesine dair hiç bilmediği sırların da kapısını aralamaya başlıyor. Bu sırlarda, sadece anne babasına değil, Sabin ve Tom’a da yer vardır.
Çok katmanlı, derinlikli, nüfuz etmesi her zaman için kolay olmayan işler çıkarmasıyla tanınan, filmlerinin senaryo ve kurgusunu, görüntü ve sesini adeta oya işler gibi işleyen Egoyan’ın bu on birinci uzun metrajlı filmi de, bu bakımdan diğerlerinden ayrılmıyor. Film, olay örgüsünün merkezinde bir kazanın yer almasıyla ve bu kazanın geride kalanların hayatlarını daha sonraki yıllarda nasıl etkilediğini anlatmasıyla, yönetmenin 1997 tarihli harikulade filmi ‘The Sweet Hereafter’la da benzerlikler taşıyor.
(Raffi Şirvanyan adıyla, 'Yer Göstericisi' bölümünde)
Resimdeki Tanrı
Agos, 17 Nisan 2009 Resimde yüz elliyi aşkın kişi var. Belli ki mutlu bir vesileyle toplanmış, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu bir grup insan. Tüccarlar, esnaflar, öğretmenler, ev kadınları, terziler, öğrenciler, işçiler. Hepsi, bayramlık kıyafetlerini giyip de gelmiş gibi. |
AKP bürokrasi karşısında güçsüz
Ölünün arkasından konuşulmaz mı?
Bu memlekette “Ölünün ardından konuşulmaz” denir ve gerçekten de konuşulmaz.
Sıradan insanların dünyasında, ölümü tevekkülle karşılamaya, ölenin günah ve sevaplarını ancak Tanrı’nın bileceğine yönelik inanç nedeniyle anlamlı görünür bu kadim kural. Peki, kitleler üzerinde etkisi olan, bir sözüyle insanları harekete geçirebilen siyasi önderlerin ve onların siyasi ‘kariyer’lerinin ölümlerinden sonra salt ‘devlet adamlığı’ prizmasından görülmesinin, bilhassa hatalar konusundaki sessizliğin anlamı nedir?
Muhsin Yazıcıoğlu ve kendisine eşlik eden beş kişi, feci bir kaza sonucunda hayatını kaybetti. Adı cinayetlerle, kanla, şiddetle anılan, partisiyle bağlantılı Alperen Ocakları üyelerinin Hrant Dink cinayetiyle ilgisini cümle âlemin bildiği bir siyaset adamının ardından yapılan analizlerin yüzeyselliğinin ve siyasi yaşantısının karanlık yanları hakkındaki suskunluğun ardında, şu mahut hikmet-i hükümet tavrı yok mu sizce de?
Yazıcıoğlu’nun geçmişte yaptıklarından dolayı pişmanlık duyması, değişmiş olması ihtimalini göz ardı etmek elbette ki haksızlık olur. Ancak, son yıllardaki siyasi performansının bu yönde emare göstermediği de bir gerçek. Yazıcıoğlu eğer gerçekten değiştiyse, iki yılı aşkın sürede, Hrant Dink’in öldürülmesi ve bunun partisiyle ilişkisi hakkında elle tutulur bir şeyler söylemez miydi?
Taha Akyol, Yazıcıoğlu hakkındaki yazısında, BBP liderinin Hrant Dink’in ardından bir şiir yazmasının onun demokratlığına işaret ettiğini söylüyordu. Halbuki Yazıcıoğlu, bu şiirde bile, “insan hakları söylemleriniz, medya maydanozu liberalleriniz” diyerek demokratlara demokrasi dersi veriyordu.
Neyse ki Yıldırım Türker geçen pazar Radikal İki’de yayımlanan ‘Katilin Kibri’ başlıklı yazısında tarihe bir not düşerek, bizlere Yazıcıoğlu-Kırcı-Çatlı üçgeninin Bahçelievler katliamıyla ilişkisini anımsattı bir kez daha.
Yazıcıoğlu’nun marifetlerini anlatmak, bugün artık öte dünyalara göçmüş pek çok masum kurbana karşı bir vicdan borcudur.
Eyvah, azınlık!
Elif Kalaycıoğlu, yerel seçim sonuçlarını değerlendiren en dikkat çekici yazılardan birine imza attı 7 Nisan tarihli Taraf’ta.
Kalaycıoğlu, laik kesimin seçimden özeleştiri durağına hiç uğramayan bir rahatlamayla çıktığına dikkat çekerken, çok ilginç bir noktaya da parmak basıyordu. Buna göre, AKP iktidarında ‘hayat tarzı’na yönelik kaygılar duyan kesimin kendisini ‘azınlıkta’ hissetmesiyle ortaya çıkan hâletiruhiye, bu zümrenin memleketin gerçekten azınlıkta olan unsurları hakkındaki yaklaşımının da vahim bir itirafı: “Bu grup (…) azınlık olmaktan ve hayat tarzına gelecek müdahalelerden korkarken aslında bu ülkede azınlık olmanın istediği hayatı yaşayamamak anlamına geldiğini itiraf ediyor. Demek ki Türkiye’de azınlık olmak, kendisini siyasi güce sahip olanlar karşısında savunmasız hissetmek ve hayat tarzına her an müdahale edilebileceği korkusuyla yaşamak anlamına geliyor.”
Laik kesim, muhafazakârların siyasal ve sınıfsal yükselişi karşısında eski ayrıcalıklı konumunu kaybetme korkusunu ‘azınlıkta kalmak’ hissiyatıyla yaşarken, azınlıkta kalanın ezilmesinin kader olduğu ‘bilgi’sini de dışavurmuş oluyor.
Bu gruplar, kendilerini azınlıkta hissederken, azınlık olmanın, haklarınızın gasp edilmesini, ötekileştirilmenizi, ayrımcılığa uğramanızı meşru kılmadığını öğrenebilir mi acaba? Demokrasinin azınlıkları koruyan, onların varlıklarını sürdürmesini kolaylaştıran değerlerde saklı olduğunu? Azınlıkta da kalsalar, ayrıcalıklardan medet ummadan, yurttaşlarıyla hiyerarşik olmayan ilişkiler kurmaya gönül vermeleri gerektiğini?
Ne mutlu bize ki, geçmişte bu tavrı iliklerine benimsemiş biri yaşadı Türkiye’de. Bütün Türkiyelilerin sıkıntılarını teninde hisseden, başörtülülerin, Kürtlerin, yoksulların, cinsel yöneliminden dolayı aşağılananların dertlerini kendi derdiymişçesine sahiplenen, bu arada, azınlıkta olanların ensesine vurup lokmasını almanın hak olduğuna dair hâkim düşünce kalıplarını kırmak için mücadele eden biri geçti bu topraklardan.
Bugün kendilerini azınlıkta hissettiğini söyleyenler, vakti zamanında ondan pek hazzetmemişti. Belki bundan sonra biraz olsun anlamaya gayret ederler.
Beyaztürkleşen Ermeniler
Yerel seçimin ilginç sonuçlarından biri de, tahminlerin aksine, hatırı sayılır sayıda Ermeni’nin CHP’ye oy vermesi oldu. Bakırköy ve Adalar gibi ilçelerde CHP adaylarının kazandığı başarı, İstanbul’da Ermenilerin AKP’ye karşı CHP’de birleştiği gerçeğine işaret ediyor.
Bu durum, AKP döneminde ‘hayat tarzı’na dair yükselen korkuların Türkiyeli Ermeniler tarafından da paylaşıldığını gösteriyor. Belki Alevilerin AKP’den duyduğu korkuya benzer bir şekilde, Ermeniler de, dinsel söylemi ağır basan bir parti yerine, –özgürlükçü bir laiklikten söz etmese de– laikliği savunur görünen partiden yana kullanıyorlar tercihlerini. Bu durumu, partinin ne cemaat vakıflarıyla ilgili düzenlemeler sırasındaki muhalefeti, ne derin devlet savunuculuğu, ne de Ermeni meselesiyle ilgili tavrı değiştiriyor. Öte yandan, unutmayalım ki, AKP de, Ermeni sorununda açılım ve Ermenistan’la normalleşme yönündeki mesajlarına karşın, milliyetçilere göz kırpan icraatlardan hiç geri durmayarak bu durumun oluşmasına zemin hazırladı.
Manzarayı ‘Ermenilerin Beyaztürkleşmesi’ olarak değerlendirmek mümkün. Ermeni toplumunun önemli bir kesimi, oylarını, bu kez, uğradığı haksızlıkların baş müsebbibi olan devletçi geleneğine verdi. Bu durum, Ermeniler hakkında bir şeyler anlatıyor elbette bize; hiç değilse, Beyoğlu Üç Horan Vakfı seçimleri sırasında, yabancı olana karşı gösterilen ‘şehirli-modern’ tepkiyi daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Mağdur Ermeni, gaddar Ermeni
Agos, 3 Nisan 2009 İktidar, makamı, tanınmışlığı, maddi ve manevi gücü ima ettiği ölçüde sert çarpışmalara sahne olan bir alan. Binlerce yıllık toplumsal yaşam pratiğimiz, bu mücadelede sertliğin sınırının olmadığını, çoğu zaman her türlü ahlaksızlıklığın mubah sayılabileceğini gösteriyor. Buradan ortalığa saçılan zengin malzeme ise bizlere salt iktidarın değil, insanın ve toplumun doğasına dair önemli bilgiler sunuyor. Beyoğlu’ndaki seçimler de, bizleri Ermeni toplumu içerisinde alttan alta kaynayan ayrımcılıkla yüz yüze getirdi. Güç siyaseti
|