Abazaca, Abhazca, Adigece, Arapça, Arnavutça, Azerice, Boşnakça, Bulgarca, Çingenece, Ermenice, Gagavuzca, Gürcüce, Kabartayca, Kazakça, Kırgızca, Kırım Türkçesi, Kumukça, Kürtçe, Ladino, Lazca, Osetçe, Özbekçe, Rumca (Yunanca), Süryanice, Tatarca, Türkçe, Türkmence, Uygurca, Zazaca.
Türkiye’nin dilleri. Türkiye’de yaşayan birilerinin anadilleri. Bizim anadillerimiz.
Araştırmacılar, Türkiye’de 36 farklı dilin konuşulduğunu söylüyor. Kumukça örneğinde olduğu gibi, bazıları sadece birkaç köyde konuşuluyor; Ladino ve Rumca gibi bazıları ise birkaç bin kişi tarafından. Kürtçe gibi milyonlarca kişi tarafından konuşulan bir dil siyasi baskılara maruz kalırken, geçmişte yüzbinlerce kişinin konuştuğu Batı Ermenicesi, artık yok olma riskiyle karşı karşıya olan diller arasında sayılıyor.
Bu dillerden sadece birini devlet okullarında öğrenebilirsiniz. Sadece biriyle dilekçe yazabilir, sadece biriyle siyasi faaliyet yürütebilirsiniz.
İnsanlık tarihi boyunca binlerce dil öldü, yeryüzünden silindi. Bugün binlercesi de bu tehlikeye karşı koymaya çalışıyor. Modern devletler, ulus yaratmak uğruna, binlerce dili, lehçeyi kamusal alandan, eğitim alanından, iletişim alanından sürdü, hiçliğe mahkûm etti. Matbaanın icadı, iletişim teknolojilerinin gelişimi, televizyon ve nihayet internet, az sayıda kişi tarafından konuşulan dillerin ölümünü hızlandırdı.
Halbuki, yitip giden sadece diller değil. O dillerin ifade ettiği yaşam, tarih, hafıza, kültür de siliniyor yeryüzünden. İnsanlar da… Sizin, benim gibi, etten kemikten insanlar.
Anadili ve büyük devlet uyanıklığı
Geçen haftasonu, Eğitim Sen’in düzenlediği ‘Anadilinde Eğitim Sempozyumu’na katılmak için Ankara’daydım. Bundan birkaç yıl önce, tüzüğünde anadilinde eğitim hakkını savunduğu için kapatma davasına muhatap olan, bu davadan ancak ilgili maddeyi değiştirerek kurtulabilen sendikanın, geniş katılımlı, uluslararası bir organizasyona girişmesi elbette anlamlıydı ve anadilinde eğitim mücadelesinin devam ettiğini, kat edilecek daha çok yol olduğunu gösteriyordu.
Gazetelerde okuyoruz. UNESCO’ya göre, dünya üzerinde konuşulan 6700’den fazla dilin yarıya yakını yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Dillerin %96’sı dünya nüfusunun yalnızca %4’ü tarafından konuşuluyor. Eğitim sistemlerinde ve kamusal alanda gereğince yer verilen dillerin sayısı birkaç yüzle sınırlı; dijital dünyada ise bu sayı yüzün altında.
Yaşadığımız çağda, eğitim sistemi içerisinde yer almayan dillerin yok oluşu hızlanıyor. Çeşitliliğin ve diyaloğun, aidiyetin ve ‘başka türlü’ olma hakkının güvenceye alındığı demokratik ortamlardaysa, bu dillerin yeniden yeşerip güçlenmesi mümkün oluyor. Ulusal ve bölgesel düzeyde çeşitli dillerin uyum içinde kullanılması, barışa da katkıda bulunuyor.
Anadilinde eğitim, çocukların zihinsel gelişimi açısından da büyük önem taşıyor. Biliminsanları, akademik başarıyla anadilinde eğitim görme arasında doğrudan bir bağ olduğunu savunuyorlar. Anadilinde eğitim görmek, çocukları duygusal anlamda besliyor; özellikle azınlık gruplarına mensup öğrencilerde, saygı gördükleri hissini, dolayısıyla özgüveni artırıyor. Anadilleri dışında eğitim gören çocuklarsa, okulda başarılı olabilmek için anadillerini gizlemeye çalışırken, kişilik bölünmesi gibi çeşitli travmalar yaşıyorlar.
Gerçekler bu minvaldeyken, Türkiye, 1990’da imza attığı Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni dahi, azınlık dilleri ve kültürleriyle ilgili maddelere şerh koyarak imzaladı. Böylece, “azınlık grubu veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine önem gösterme”, “çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi” gibi sorumluluklardan kaçmış, “çocuğun, ait olduğu azınlık topluluğunun kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma, kendi dilini kullanma” gibi temel bir hakkı da tanımamış oldu.
Tam da ‘büyük devlet’lere has bir uyanıklık değil mi?
İnsanlık suçu
Başbakan Erdoğan, fiubat 2008’de Almanya’da, bu ülkeye göç etmiş Türkiyelilere hitaben yaptığı bir konuşmada, diller üzerindeki yasakların asimilasyon anlamına geldiğini, asimilasyonunsa bir insanlık suçu olduğunu söylemişti:
“Farklılıklar bir toplumun zenginliğidir. Ben ve ötekiler dersek işte orada artık barış tehdit altında demektir. Ötekileştirme anlayışının olmaması lazım. Bizim söylediğimiz çok açıktır: Almanya’daki Türkler anadillerini iyi bilmeli, Almancayı da mutlaka iyi konuşur duruma gelmelidir. Herhalde hiç kimse kimseden anadilini unutmasını, anadilini öğrenmemesini isteme hakkına sahip değildir. Biz şuna inanıyoruz: Entegrasyona evet, ama asimilasyona hayır! Çünkü insanlar kendi kültürleriyle, değerleriyle güçlüdürler. Bu bir Türk evladı için de, bir Alman evladı için de böyledir. Onları asimile etmeye çalışmak zaten bir insanlık suçudur da.”
Başbakan o gün haklıydı. Onun, Türkiyeli göçmenlerin hakkını savunmak için sarf ettiği bu sözler, Türkiye Cumhuriyeti’nin onyıllar boyunca bir insanlık suçu işlediğini ve halen de işlemekte olduğunu tartışmasız bir şekilde ortaya koyuyordu. Çünkü demokratik toplumlarda anadilinde eğitim en temel insan hakkı olarak tanımlanırken, Türkiye bu hakkı tanımaktan hep uzak durdu.
Anadilinde eğitimi gerçekleştirmek için projeler hazırlamak ve gerekli insan gücünü yetiştirmek, bugüne dek siyasi sermayesinin önemli bir kısmını azınlık dillerini unutturmaya yatırmış olan Türkiye’nin tarihsel borcudur. Kürt sorununda çözümün yakın olduğunu konuştuğumuz şu günlerde, işe anadilinde eğitim hakkını tanımakla başlamaksa, atılması zorunlu bir adım. Ne de olsa, vicdan sahibi olan hiç kimse, bir insanlık suçuna ortak olmak istemez.
(Heykel: Paolo Fumagalli, "Mother Tongue", 2008 / http://www.paolo-fumagalli.com/)
1 yorum:
cok guzel bir site oldu tebrikler ve tesekkurler
Yorum Gönder