Agos, 29 Mayıs 2009
Zoraki tanık
O olmasaydı, geçmişte bu topraklar üzerinde yaşanan ve unutturulmaya, inkâr edilmeye çalışılan büyük suç, zamanın ve inkârın hoyratlığına karşı bu kadar bile direnemeyecekti.
O 1915’te bir Alman subayı olarak İstanbul’a gelmese, oradan, görevle Anadolu’nun içlerine, Suriye çöllerine yollanmasa, elinde bir makineyle dağda bayırda, derede düzde, kırda çölde olan biteni fotoğraflamasa, insanın insana ne acılar yaşattığını gösteren en can yakıcı miraslardan birine sahip olmayacaktık.
Onun çektikleri, fotoğraf değil, o kara günlerde yaşananları aktarmaya yazgılı sessiz tanıklardı. O fotoğraflarda, dram, trajedi, dehşet gibi kavramlara yer yoktu. Her türlü adlandırma çabasını anlamsızlaştıran bir gerçeklik vardı sadece. Gerçek olamazmışçasına gerçek. Gerçekliğiyle insanı derin utançlara savuracak kadar gerçek.
Bu yüzden, o fotoğrafları gördüğünüzde yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Sadece sessizlik, en sessizinden. Bir çığlık, en derininden. Kaçma isteği, en hakikisinden. Çünkü onun deklanşöründe donan ölümün korkutuculuğu, insanın kendi ruhunu, kendi medeniyetini ve kültürünü kötürüm bırakma potansiyelini gösterdi her şeyden önce.
Bu lanetli işi üstlenmek zorunda kalan Armin Teophile Wegner, ömrünün baharında, gündüz gözüyle gördüğü karabasanın yükünü, ömrünün sonuna dek sırtında taşıdı.
Bir sürgün: Armin Teophile Wegner
1886’da Wuppertal’da doğan Armin Wegner, babasından Prusya tipi otoriter bir eğitim almış bir vatansever, ama aynı zamanda, iktidarı daima sorgulamasını sağlayan, güçlü bir karaktere sahip bir yazardı. Haksızlıklara karşı tahammülsüzlüğü mü onu hukuk okumaya yönlendirmişti, bilinmez. 1913’te tamamladığı doktora tezinde, Almanya’da hâlâ Ceza Kanunu çerçevesinde değerlendirilen grevin, işçiler için adaleti sağlamada yegâne araç olduğunu savunmuştu.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Avrupa’yı etkisine alan savaş heyecanı onu da sarmış olmalı ki, 2 Kasım 1915’te, bir Alman subayı olarak geldiği İstanbul’dan, annesine “Şimdi hayatımın dümenimi ellerime aldım. Bağdat’ı, Dicle’yi, Musul’u, Babil’i, göreceğim. Yaptığım seçimin farkındayım... Bir asker oldum... Ruhum uğruna, hayatımı tehlikeye atıyorum” diye yazacaktı.
Sonra… Kafkasya cephesinde, Alman Generali Kolmar von der Goltz’un, yani Goltz Paşa’nın maiyetinde yer aldı. Ermenilerin yaşadıklarının tanığı oldu. Vatana ihanet suçlamasıyla ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına karşın, tehciri, katliamlardan arda kalan cansız bedenleri, açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocukların fotoğraflarını çekti, çekti... Amacı, Almanya’daki yurttaşlarının müttefik Osmanlı topraklarında yaşanan vahşetten haberdar olmalarını sağlamaktı.
O ilk mektubundan, çok değil, sadece bir buçuk yıl sonra, annesine bu kez Bağdat’tan, “Hâlâ yaşayabilir miyim? Hâlâ nefes almaya hakkım var mı? Benimle ilgili her şey, ölülerin gözleriyle dolu bir uçurumun dibinde yatarken, bir hayal gibi görünen gelecek hakkında planlar yapabilir miyimŞ” diye yazacak, onun için bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Ülkesine döndüğünde, artık bir pasifist ve vicdani retçiydi. Ermenilerin başına gelenleri doğduğu ülkede anlatmak için kitaplar yazdı ama hep aynı organize sessizlikle karşılaştı. 1919’da Başkan Wilson’a bir mektup yazdı, Ermenilerin, “verimli Anadolu platosunda başlayıp Mezopotamya çöllerinde son bulan korkunç yok oluşu”nun canlı tanığı olarak, ıstırap ve dehşet verici o günleri anlattı. Başkan’dan, Paris Barış Konferansı’nda çizilecek yeni dünya haritasında Ermeniler için de bir yurt istedi.
Sonraki yıllarda, ezilenlerin, köleleştirilmeye çalışanların uğradığı adaletsizliklere dışavurumcu bir tarzda dikkate çeken romanlar, hikâyeler, makaleler yazdı. 1933’te, Nazilerin, kitaplarını yaktığı yazarlar arasında yer alıyordu.
Aynı yıl Hitler’e bir açık mektup yazarak, Yahudilere karşı uygulanan şedit ayrımcılığa bir son verilmesi çağrısında bulundu. Mektubunu yayımlatacak gazete bulamayınca, Nasyonal Sosyalist Parti genel merkezine postaladı. Hemen tutuklandı, işkence gördü. Oranienburg, Börgermoor ve Lichtenburg toplama kamplarında tutuldu. Salıverilişinden sonra, 1939’da İtalya’ya kaçmayı başardı.
Ömrünün sonuna dek İtalya’da yaşadı ve Almanya’ya bir daha hiç ayak basmadı. Oğlu Misha, onun bazı geceler uykusundan kâbuslar görerek, çığlıklar atarak uyandığını söylüyordu. 1967’de İsrail’de, Dünya Halklarının En Adil İnsanı Ödülü’yle, 1968’deki Ermenistan ziyaretinde ise, Gatoğigos I. Vazken tarafından Surp Krikor Lusavoriç Nişanı’yla ödüllendirildi.
Armin Wegner, Yerevan-Dzidzernagapert’teki Soykırım Anıtı’nın sönmeyen ateşi önünde, 1968 “Vicdanım beni tanıklık etmeye çağırıyor. Ben çölde çığlık atan sürgünün sesiyim” diyen Armin Wegner, iki büyük soykırımın kurbanı ve 20. yüzyılın en talihsiz evlatlarından biriydi.
1978’de öldüğünde, Roma’daki mezar taşında “Amavi iustitiam odi iniquitatem, Propterea morior in exsilio” yazacaktı (Adaleti sevdim ve haksızlıktan nefret ettim. Bu yüzden sürgünde öldüm).
Armin Wegner Yad-Vashem’de Soykırım kurbanı Yahudiler anısına bir ağaç dikiyor, 1967
Wegner’in Hitler’e 1933’te yazdığı mektuptan
“... Bay Reichskanzler, söz konusu olan sadece Yahudi kardeşlerimizin kaderi değil, Almanya’nın kaderi de söz konusu. Almanya’da doğup büyümüş biri olarak, size, bütün bunlara bir son verilmesi için sesleniyorum. Size başvurmak, benim hem hakkım, hem de görevimdir, çünkü yüreğim bu haksızlık karşısında öfkeyle doluyor; ve de konuşma yetisi, bana sessiz kalıp işbirlikçilik yapmam için verilmiş değil. Yahudiler Babil’de esaretten, Mısır’da kölelikten, İspanya’da Engizisyon’dan, Haçlı seferlerinin zulmünden, ve Rusya’da bin altı yüz pogromdan kurtulmuştur. Bu halkın bugüne dek hayatta kalabilmesini sağlayan direnme gücü, bu tehdidin de üstesinden gelmesini mümkün kılacaktır. Fakat, bu nedenle, şimdi Almanya’ya yapışan kara leke ve utanç, uzun süre unutulmayacaktır! Şimdi Yahudilere vurulan bu darbe, nihayetinde bizi değil de kimi vuracaktır?”
Armin Teophile Wegner, 11 Nisan 1933 |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder