Alper Görmüş'e teşekkür

Agos, 18 Eylül 2009

Bu yazı, ilk kez verilen Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü İsrailli gazeteci Amira Hass’la birlikte alan Alper Görmüş hakkında. Ama Ödül Komitesi’nde yer aldığım için, içimde bir tedirginlikle başlıyorum yazmaya. Burada söyleyeceklerimin, jüri olarak neden Alper Görmüş’ü seçtiğimize dair bir açıklama olarak algılanmasından çekiniyorum çünkü.

Halbuki meramım başka ve bir yönüyle de kişisel. Hrant Dink Ödülü vesilesiyle, yapıp ettiklerini, yazdıklarını, uzun yıllardır bir okur olarak takip ettiğim ve Türkiyeli bir yurttaş olarak kendimi gönülden borçlu hissettiğim bir gazeteciye duyduğum şükranı ifade etmek, onun varlığının beni Türkiye’nin geleceği adına umutlandırdığını söylemek istiyorum.

Medyakronik ve Nokta

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, Kemalist rejimin bütün kurumlarının çatırdadığı, çatırdarken de son bir gayretle hayatımızı cehenneme çevirmek için cendereleri iyice sıktığı bir zamanda, demokrasi, insan hakları, etik ve vicdan temelli bir mücadelenin en önemli taşıyıcılarından biri oldu Alper Görmüş.

Kürşat Bumin ve Ümit Kıvanç’la birlikte hazırladığı Medyakronik’le, Türkiye’de daha önce pek yapılmamış bir şeyi, sistemli medya eleştirisini çalışmalarının odağına yerleştirmişti. 1980’li yılların ikinci yarısından sonra büyük bir hızla büyüyen, 90’larda özel televizyon ve radyoların açılmasıyla devasa bir endüstri halini alan, ama haberciliğin niteliği, meslek etiği, çalışanların haklarına saygı gibi değerler üzerine bir an için olsun durup düşünmeyen medyaya karşı, okurların elinde hiçbir sağlam ölçüt ve ilke yokken, Medyakronik’te haber ve yorumlar didik didik edilerek, tutarlı bir izlek, ahlaklı bir duruş geliştiriliyordu.

Görmüş’ün, sonraki yıllarda, Nokta’da Amiral Örnek’in, darbe planlarını içeren günlüklerini yayımlaması ise, Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri oldu.

Ne yapmıştı Alper Görmüş? Hatırlayın bir. Basın camiasının varlığından uzun zaman önce haberdar olduğu, ama malum nedenlerle görmezden geldiği bir günce, emekli Oramiral Özden Örnek’in güncesi eline geçince onu en ince ayrıntısına varana dek inceledi. Gerçeğe uygun olduğuna kanaat getirince de, bazı bölümlerini yayımladı. Güncede, 2004 yılında, Kıbrıs’ta Annan Planı’nın oylanacağı referandumun arifesinde, bazı ordu komutanlarının hazırladığı Sarıkız adlı bir darbe girişiminin ayrıntıları yer alıyordu. Görmüş, bununla yetinmeyip, bir diğer darbe girişiminin organizasyonuna dair şemaları da okurlarına sunmuştu. Derginin bir sonraki sayısında ise, birtakım sivil toplum örgütlerinin TSK’nın isteği doğrultusunda faaliyette bulunmaları yönünde çalışmalar yapılmasını emreden, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı tarafından Genelkurmay Harekât Başkanlığı’na gönderilmek üzere hazırlanmış bir belge daha yayımlanmıştı. Velhasıl, Alper Görmüş habercilik yapmıştı.

Basın Kanunu’nun 12. maddesinde, basın kurumlarının haberlerinin kaynaklarını açıklamaya zorlanamayacağını açık bir şekilde belirtilmesine karşın, Nokta, 13 Nisan 2007’de polis tarafından basıldı. Günler boyunca, bütün bilgisayarları, CD’leri, disketleri teker teker tarandı, kopyalandı. Görmüş’ün o günlerdeki ve sonrasındaki kararlı tavrı, bütün baskılara, Nokta’yı kapatmak zorunda kalmasına karşın hiç geri adım atmayışı, hakikati aramayı ve bulduklarını okurlarıyla paylaşmayı sürdürmesi, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ancak başını dik tutarak, baskılara boyun eğmeyerek başarıya ulaşabileceğini bir kez daha gösterdi hepimize.

Sonrasında, Amiral Özden’in açtığı hakaret davasında Görmüş aklandı. Bir başka soruşturma kapsamında yapılan inceleme sonucunda, güncenin ve dergide yayımlanan belgelerin, dolayısıyla iki darbe planının gerçek olduğu ortaya çıktı. Darbe yapmayı planlayanlara soruşturma açılmadı; ama bugün, Görmüş günlükleri yayımladığında onu sahtekârlıkla suçlayan, ya da sessizlik denizinde boğmak isteyenler bile, günlüklerin gerçekliğini kabul ediyor. Türkiye eğer geçtiğimiz iki buçuk yıl içerisinde bir darbe yaşamadıysa, ve ilerde de yaşamayacaksa, bunda Görmüş’ün ve Nokta’nın rolü yadsınamaz.

Bir fikri var

Alper Görmüş, işini iyi yapmaya çalışan, vicdanının sesini dinleyen, herhalde hayatta en büyük kaygısı da hakikatin peşinden gitmek olan bir gazeteci. Üzerinde doğallıkla taşıdığı yalınlığı ve mütevazılığı onu bir kat daha büyütüyor.

O, Türkiye’de düşüncenin, sağduyunun, sorumluluk duygusunun sesi oldu. Kılı kırk yararak ulaştığı kanaatlerini, doğrularını kamuoyuyla paylaşmayı görev bildi. Fikirleriyle, memleketinin daha güzel bir yer haline gelmesi için çalıştı.

Wachowski biraderlerin filmi ‘V for Vendetta’nın sonunda, hikâyenin kahramanı V, yüzlerce kurşun yediği halde ölmeyişine şaşıp kalan hasmı Creedy’ye şunları söyler: “Bu maskenin altında bir yüz var... Ancak benim değil. Ne altındaki kaslardan daha ‘ben’dir o yüz, ne de altındaki kemiklerden. Bu maskenin altında, etten daha fazlası var. Bu maskenin altında, bir fikir var! Ve fikirler kurşun geçirmez!”

Alper Görmüş, yaptığı gazetecilikle, belki de en çok, bizden zalimce koparılanın gerçekte hep bizimle birlikte yaşadığını, hiç ölmediğini, çünkü aslolanın fikirler olduğunu ve fikirlere kurşun işlemediğini gösteriyor bize.

Aret’in Yerevan’ı

Aret Gıcır, bir sergi açıyor pazartesi günü.

Adı ‘Yerevan’.

Sergideki resimler, bugünlerde adı çokça zikredilen ama neredeyse hiç bilinmeyen bir yere götürüyor bizi. Bir baskıcı rejimin yıkıntılarından kaçarken kapitalizmin zalimliğine yakalanmış bir kentten manzaralar. O manzaraların gerisinde sessiz sedasız akan hayatlar.

Ancak konserve kutusu misali dizilmiş apartman dairelerinin içindeki yaşama sızabilmiş gözün görebileceği, dünyadan kopmuşluğu, hiç akıldan çıkmayan birinin kaybını, bir özlemi, dile getirilmemiş bir isyanı, boşvermişliği anlatan resimler.

İlle de insan gözleri. Biraz şaşkın, biraz korkmuş, bu âleme ait değil gibi, çokça şizofrenik.

Yakınlaşma siyaseti, normalleşme çabaları, diplomasi oyunları, ayak sürümeler, muhalif çıkışlar, “hain”, “vatanı sattı”, “Türklüğü/Ermeniliği aşağıladı” lafazanlıkları bizi önümüzdeki günlerde nereye götürür bilinmez. Ama işte ilk kez, bir sanatçı, orayı da burayı da iyi bilen genç bir adam, bize Ermenistan’a dair yeni, daha önce duymadığımız, kendine özgü bir şey söylüyor.

Anlattığı turistik değil. Misafir masalarında aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyip içmiş bir yenigörme şımarıklığıyla malul değil. Otel odasından bakıp, çevresinde dönüp duran âlemi övmek ya da yermek, yerin dibine sokmak veya göklere çıkarmak, illa bir şey söylemek zorunda hissetmiyor kendini.

Sessizliğin sesiyle, sözsüzlüğün sözüyle anlatıyor meramını.

Aret’in, Ararat’ın öte yanına dair söylediği, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir kentinde, insanları cenderesine alan sıkıntılardan farklı değil. Belki bir ayrılık, belki bir vuslat, bir kadının delilikle yaşam arasında gidip gelen hüznü, aile içi şiddet, şehrin asıl sahibi güvercinler, iş makinelerinin üzerine düşen bir günbatımı.

O resimlere bakınca, ilk kez, Yerevan’ın, Ermenistan’ın, duduksuz, folklorsuz, kebapsız, birbirimizenekadarçokbenziyoruzsuz, farklılıklarımızbizleribirleştiriyorsuz bir tasvirini görüyoruz.

Serginin bir fon müziği olsaydı eğer, işte bu yüzden, katiyen Civan Gasparyan değil, belki İstanbullu Replikas, belki Berlinli Einstürzende Neubauten, belki de dünyanın herhangi bir köşesinde, Arjantin’de, Bükreş’te ya da Güney Afrika’da, kendilerini ve de hepimizi sorguya çeken bir rock grubunun gümbürtüsü olurdu.

Aret’in Yerevan’ı, Kafdağı’nın ardındaki uzak ülkeyi değil, dünyanın içinden geçtiği değişim-dönüşüm devriyle temas eden bir kenti ve onun insanlarını, her yönüyle insani olan salınım ve savrulmalarıyla aksettiriyor tuvale.

*

Aret Gıcır’ı Agos’taki karikatürlerinden biliyoruz çoğumuz. Onun uzun yıllardır sessiz sedasız resim çalıştığını, kendine resimle başka bir dünya kurduğunu, bütün hayat tercihlerini buna göre yaptığını, bütün bunların karşılığında kim bilir hangi zorluklara göğüs gerdiğini ise hiç bilmedik.

‘Yerevan’, Aret’in, epey bir zaman önce, Kurtuluş’taki evinin kapısından attığı bir adımla çıktığı yolun önemli bir durağı. Başka bir sürü şeyin yanında, onun bu yoldan geri dönmeyeceğini de fısıldıyor bize.

(Sergi: ‘Yerevan’, Tokatlıyan Han, İstiklal Cad. No 76, kat 4, Beyoğlu, 14 Eylül - 12 Ekim 2009)

Biraz hava iyi gelir

Agos, 11 Eylül 2009

Gündelik siyasetin bizleri esir alan gelgitlerinin, laf kalabalığının dışına çıkıp, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin son bir yılına serinkanlılıkla baktığımızda gördüğümüz tablo, gelecek adına umut veriyor.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Yerevan ziyareti öncesinde alt düzeyde başlayan diplomatik temaslar, belli ki, geçtiğimiz kış tarafların yoğun temaslarıyla iyice serpilmiş, biz hiç fark etmeden epey boy atmış.

Yol haritasının Obama’nın 24 Nisan’da yapacağı açıklamadan hemen iki gün önce açıklanması, normalleşme söyleminin samimiyetine dair ciddi şüpheler uyandırmıştı. Gelinen noktada ise, ince elenip sık dokunarak, yoğun pazarlıklarla örülmüş, ancak ardında güçlü bir siyasi irade olan bir takvimin işlemekte olduğunu görmek zor değil.

2008 yazında Gürcistan’da yaşanan savaştan sonra ortaya çıkan yeni dünya konjonktürü, işlerin bu noktaya varmasında önemli rol oynadı şüphesiz. Protokollerin kamuoyuna açıklanmasının ardından, taraflar iç siyaseti de gözetecek, muhalif partilere milliyetçi hisleri kaşıyarak puan kazanmalarını sağlayacak kozlar vermek istemeyeceklerdir. Bu nedenle, iki ülke arasındaki ilişkilerde kopukluklar, anlaşmazlıklar ve yanlış anlamalar da yaşanacaktır.

Ancak, artık geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş olduğumuzu ve çok büyük bir olağanüstülük yaşanmazsa, sınırın açılacağı, iki ülkenin resmi ilişkilerinin tesis edileceği yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bütün bunların, henüz iki meclis tarafından onaylanmamış olsa da, resmi belgelerle kayıt altına alınmış olması, bugüne dek hâkim olan siyasi söylemin iyiden iyiye değişmesini sağlayacaktır. Bundan sonra, mesela, sınırın açılıp açılmayacağını değil, belki de neden hâlâ açılmadığını sorguluyor olacağız. Bunun getireceği tarihsel sorumluluğu iki taraf da üstlenmek istemeyecektir.

Bu yeni dönemin gebe olduğu gelişmeler, iki halkın geçmişini ve bugününü çok daha sağlıklı bir şekilde düşünmesine de katkı sağlayacak. Böyledir. Kapıları, pencereleri ve bilhassa sınırları açıp içeri biraz hava girmesini sağlamak her halükârda iyidir.

Bir otodidakt: Ardaşes Harutyunyan

Agos, 4 Eylül 2009

Yüz yıl önce Malkara’da

1873’te, Trakya’nın bir kasabası olan Malkara’da doğup, neredeyse hiç düzenli eğitim alamadan, Ermenice edebiyata yön veren sayılı isimden biri oldu Ardaşes Harutyunyan, namı diğer Malkaralı Garo.

Bir yandan babasının dükkânında ticaretin inceliklerini öğrenirken, bir yandan hummaya tutulmuş gibi okuyor, bir yandan da bir başına öğrendiği Fransızca’nın önünde açtığı yepyeni ufuklar sayesinde, dönemin çağdaş dünya edebiyatıyla, hayranlık beslediği yazarlarla tanışıyordu. Paris’te yayımlanan Mercure de France dergisini satır satır okuyor, Fransa’daki Sembolistlerin eserlerini yakından takip ediyordu.

Kendi kendini yetiştirmişti; zamanın moda tabiriyle, bir ‘otodidakt’tı. Yazdıkça ünü önce Malkara, sonra Rodosto (Tekirdağ) sınırlarını aşan, ve nihayet başkentte de tanınan bu genç adam, 1890’dan 1915’e uzanan dönemde, Ermenice basının en dikkat çekici isimlerinden biriydi. Dönemin önemli süreli yayınlarından Arevelyan Mamul (Doğu Basını), Mehyan (Tapınak), Püzantion, Masis ve Püragın’da (Kaynak) şiirleri ve yazıları basıldı. İstanbul’da, Lıkvadz Kınar (Terk Edilmiş Lir, 1902), Yergunk (Sancı, 1906) ve Nor Kınar (Yeni Lir, 1912) adlı şiir derlemeleri yayımlandı.

Eleştirmen Minas Tölölyan’a göre, Harutyunyan, dili kullanmadaki yeteneği ve eleştiri alanındaki mahir işçiliğiyle, dönemin diğer yazarlarından ayrılıyordu. ‘Sovyet-Ermeni Ansiklopedisi’ ise, ölümünden neredeyse altmış yıl sonra, eleştiri yazılarıyla dönemin düşünce dünyasını derinden etkileyen ve o dünyanın sınırlarını genişleten en önemli aydınlardan biri olduğunu kaydedecekti.


Bir otodidakt: Ardaşes Harutyunyan

Fransızca şiire duyduğu merak, Ardaşes Harutyunyan’ın yazarlığını da besliyordu. Eleştirinin salt çözümleyici bir araç olmadığını, daha ziyade bir sanatsal yaratı, ve edebi olanın bir parçası olduğunu savundu hararetle. Gördüğünü, yaşadığını, yüreğinde duyduğunu yetkinlikle tasvir ediyordu. Aşktan, hayatın acı tatlı anlarından ve doğadan bahsettiği şiirlerinde lafı dolandırmaz, hülyalı, ağdalı bir duygusallıktan uzak durur, düşüncesinin derinliğiyle okuru kendine bağlardı.

Yeğya Demircibaşyan, Kalusd Gosdantyan, Madteos Mamuryan, Şirvanzade, Levon Şant, Taniel Varujan, Diran Çırakyan (İndra) gibi, dönemin önde gelen yazar ve şairleri hakkındaki inceleme yazıları büyük bir ilgiyle takip ediliyordu.

Çağdaşı olan Hagop Oşagan’ın onun hakkında yazdıklarına ve kendi yazılarındaki göndermelere bakılırsa, Kant, Heine, Schopenhauer ve özellikle Nietzsche’den etkilendi. Byron, Spencer, Comte, France ve bilhassa, Remy de Gourmont, hayranlıkla takip ettiği yazarlardandı.

Masis gazetesi için hazırladığı bir ankette, dönemin tanınmış yazarlarına, Ermenice edebiyatın geleceğinin, bir ölçüde Ermeni gerçekliğinin dışında olan İstanbul’da mı, yoksa, Ermeni halkının doğayla iç içe yaşadığı Anadolu toprağında mı olduğunu sormuştu. Dönem, milliyetçi hissiyatın, halklara atfedilen temizlik, saflık, halis muhlislik duygularının dönemiydi ve Harutyunyan, Ermenice edebiyatın geleceğini, kozmopolit İstanbul’da değil, toprağın sesinin duyulduğu Doğu vilayetlerinde, Tarihsel Ermenistan’da görecekti şüphesiz.

Yazarlığın ve şairliğin yanı sıra, kendisi gibi edebiyatçı olan kardeşi Vahan Harutyunyan’la birlikte arıcılık da yapıyordu Malkaralı Garo. Teotig’in hazırladığı ünlü ‘Herkesin Yıllığı’ sayesinde, o günlerden, şık kıyafetleri içinde, o zorlu arıcılık uğraşının inceliklerini anlatırmış gibi yaptıkları bir fotoğraf da hatıra kalacaktı.

İlkokulu bitirememiş bu adam, 1912’de ailesiyle birlikte İstanbul’a geldikten sonra Ermeni okullarında ders vermeye başladı. Bir Fransız sigorta şirketinde memurluk da yaptı. Kırkına merdiven dayamıştı artık, kariyerinin belki de en verimli çağına giriyordu.

Şiirle, edebiyatla, arıcılıkla uğraşan, ömrü hayatında Malkara ve İstanbul dışında hiçbir yerde yaşamamış olan Ardaşes Harutyunyan, namı diğer Malkaralı Garo, 1915’te, ailesiyle birlikte, sonu olmayan sürgün yolculuğuna çıkarıldı. Bugün hâlâ, Ermeni tehcirinin, Doğu cephesinde çıkan olaylar nedeniyle, sadece savaş bölgesindeki Ermenileri kapsadığı yalanını söyleyenler, onun ve binlerce hemşerisinin Tekirdağ’dan neden sürgüne gönderildiği ve İstanbul’ın sırtlarından Anadolu yakasına geçtikten sonra İzmit’te neden öldürüldüğü sorusunun cevabını, kendilerinden başka kimseye veremezler.


Malkaralı Garo kendini anlatıyor

3 Ekim 1873’te Malkara’da doğdum, yalnız, fakir, pis ve ölü bir doğu kasabasında. Edirne vilayetinde, Rodosto’dan içeri doğru dokuz saatlik mesafede, bir tepenin kenarında, ağaçlıklı, 6 bin nüfuslu bir yerdi. Baharda gündoğumu ve sonbaharda günbatımı çok güzeldi.

Öğrenimimi çok düzensiz bir şekilde, doğduğum yerin ilkokulunda aldım, ama mezun olamadım. Okulu bıraktıktan hemen sonra, babamın dükkânında ticaret yaparak hayatımı kazanmaya başladım – hâlâ da bu işle uğraşıyorum. Hep Malkara’da yaşadım; istibdat devri boyunca, oradan dışarı neredeyse hiç çıkmadım. Yolculuk etmedim.

Edebiyatla bir amatör olarak uğraştım. Yazdım, çünkü galiba yazmadan yapamazdım. Ama yazdıklarıma güvenim yok. Lıkvadz Knar (Terk Edilmiş Lir, 1902) ve Yergunk (Sancı, 1906) adlı iki şiir kitabım var, adlarını bir çeşit tedirginlikle zikrediyorum. Uzun bir zaman, hatta yıllar yılı üzerinde çalıştığım Nor Knar (Yeni Lir) adlı eserim hazır. Bugüne kadarki en güzel eserim olacağına dair ufak bir umudum var.

Edebiyatın kazandırdıklarını, diğer bütün olası kazanımlardan daha üstün tutarım. Sadece güzelliği hissedebildiğimiz takdirde yaşamın bir ilginçliği vardır diye düşünürüm. Herhalde bütün boşlukların içinde en güzeli, güzelliğin boşluğudur. Şüphesiz, bu bir zevk meselesi. Benim hakikatim budur. Başkalarının da kendi hakikatleri olduğunu kabul ederim. Öyledir de zaten. Aksini iddia etmek, yersiz ve yararsızdır. (19 Nisan 1911)

(Teotig, Amenun Daretsuytsı [Herkesin Yıllığı], 1912)

(Fotoğraf: Ardaşes ve Vahan Harutyunyan kardeşler, Malkara’da, dönemin acar gazetecisi Aram Andonyan’a (fesli) arıcılığın inceliklerini anlatıyorlar)


Kâbuslar buharlaşmaz

Agos, 28 Ağustos 2009

Kâbusları, karabasanları ne yapacağınızı bilemezsiniz. Dehşetin nereden geleceği belli değildir, kendinizi ondan nasıl sakınacağınız hakkında fikriniz yoktur, kötülüğün hangi raddelere erişebileceğini tahayyül edemezsiniz.

Kurtulamadığınız, sürekli görmekten kaçamadığınız kâbuslar, bir tür delilik haliye yaşamanızın nedenidir.

Diyarbakır Cezaevi, koca bir halkın en karanlık kâbusudur.

*

12 Eylül 1980’den sonraki birkaç yıl içinde orada onlarca kişi katledildi, işkence nedeniye sakat kaldı, ruhsal dengesini yitirdi.

Genelkurmay Başkanlığı, şikâyetlerin ayyuka çıkması üzerine 2 Nisan 1984’te bir açıklama yayımlamış ve Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili olarak, bakın hangi yüce tespitlerde bulunmuş: “53 ölüm olayına rastlandığı, bu ölüm olaylarında 14 kişinin kendini astığı ve yaktığı, 23 kişinin çeşitli hastalıklardan öldüğü, 7 kişinin ölüm orucu ve açlık grevinde öldüğü, 7 kişinin işkencede öldüğü bazı münferit hadiseler dışında işkence olaylarının olmadığı...”

Bunca münferit hadisenin münferiden yaşandığı Diyabakır Cezaevi, 12 Eylül zulmünün ilk günlerinden bu yana, Kürtlerin en dehşetli kâbusu oldu.

Orada insanlara bok yedirdiler, orada insanlara deterjan yedirdiler, orada insanları hayalarından astılar, orada insanların kanlarını yemeklere kattılar, orada insanlara cop soktular, o copları başka insanlara yalattılar, insanları çivili sopalarla dövdüler, insanların dişlerini döktüler, okuma yazma bilmeyenlere onlarca marşı, Gençliğe Hitabe’yi işkence zoruyla öğrettiler.

Orada, aklın alamayacağı, tahayyül ve tahammül sınırlarını darmaduman eden kötülükler icat ettiler.

Orada, insanlık onurunu yenmeye, ayaklar altına almaya çalıştılar. Diyarbakır’da, Türkiye’nin Auschwitz’ini yarattılar.

*

Geçtiğimiz hafta, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, Diyarbakır Cezaevi’nin Ergani’ye taşınacağını, Bağlar’da bulunan cezaevi binasının yerine ilköğretim okulu, lise ve Anadolu Lisesi yapılacağını açıkladı.

Bakan Eker’in sözleri, Diyarbakır Cezaevi’nin mağdurları arasında büyük tepki uyandırdı. Bianet’ten Bawer Çakır’a, “yaşanan bütün işkencelerin, kötü muamelenin ve ölümlerin hem tanığı hem de mağduru” olduğunu söyleyen Hamit Kankılıç mesela, “Özelde Kürtlerin, geneldeyse toplumun vicdanında ve gönlünde yaralar açan ve derin izler bırakan Diyarbakır Cezaevi, bir daha böyle acıların yaşanmaması için utanç müzesi olsun” diyordu.

Dicle Haber Ajansı’nın haberine göre, küçük bir çocuk, “Babamın işkence gördüğü yerde okula gitmem” diye isyan ediyordu.

‘Demokratik Açılım’, ancak muhataplarının sesini duyarsa gerçek bir açılım olabilir. Kürtlerin kâbusu bir anda buharlaşmayacağına göre, Diyarbakır Cezaevi de buharlaştırılamaz.

Sorumluluk

Agos, 28 Ağustos 2009

AK Parti, Kürt açılımıyla tarihsel bir sorumluluğun altına girdi. Milliyetçi ve ulusalcı hezeyanlarla hareket eden kesimler dışında kalan herkeste büyük bir heyecan yaratan bu değişimin arkasında durulması halinde, Türkiye’nin çehresinin kökten değişeceğine ve akan kanın duracağına dair güçlü bir umut belirdi.

Girişimin ciddi bir tepki yaratacağı ve hükümete olan muhalefetin şiddetleneceğini kestirmek güç değildi. Mesele, AK Parti’nin, bu muhalefeti bertaraf etme stratejilerini, ‘Kim daha milliyetçi?’ yarışına girmeden, barışın dilinden konuşarak geliştirebilmesinde.

AK Parti Grup Başkanvekili Bozdağ’ın, açılımın “Türk milleti”nin projesi, muhatabın da “Türk milleti” olduğunu söyleyerek, sorunu “terör sorunu” olarak nitelemesi, haklı olarak, iktidarının samimiyetinin sorgulanmasına neden olacak, başka da bir işe yaramayacaktır. Bu kadar hayati bir meselede, ‘iyi polis’ ve ‘kötü polis’ rollerini parti yöneticileri arasında dağıtarak farklı kesimlerden oy alma çabası, sadece ve sadece çözümsüzlüğün zemininin güçlenmesine hizmet eder.

MHP’nin, CHP’nin ve Genelkurmay Partisi’nin milliyetçi salvoları, Kürt sorununda bir şeyler yapmaya çalışan AK Parti’yi, açılımın içeriği konusunda eleştirmeyi zorlaştırıyor. Ancak, karşı çıkışların temel motivasyonunun tam da bu olduğu, iktidarın gerekli adımları atmasını engellemeyi amaçladığı akılda tutulduğunda, hükümeti, açılımı daha kararlı adımlarla gerçekleştirme yolunda sıkıştırmanın elzem olduğu görülebilir.

Düşük perspektifli, makyaj mahiyetinde bir açılım, çözüme karşı olanların başarı kazanması anlamına geleceği gibi, sorunun, içinden çıkılmaz bir hal alması sonucunu doğuracak. Bunca umudun ardından atılacak geri adımlar, büyük bir hayal kırıklığı yaratacak, ve işte o zaman, Kürtlerle gerçek bir diyaloğun yolu bir daha hiç açılmamacasına kapanacaktır.

Kürt açılımı - Ermeni reformu

Agos, 29 Ağustos 2009

Türkiyeli bir garip Ermeni oluşumdan olacak, son haftalarda konuşulanlar, aklıma hep, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ermenilerle İttihatçılar arasında yaşanan ‘Islahat’ ya da ‘Reform’ tartışmalarını düşürüyor.

1908’de, İkinci Meşrutiyet’in ilanı sonrasında, pek çok Ermeni ve bilhassa zamanın en güçlü siyasi örgütü olan Taşnaklar, eşit vatandaşlar olarak kabul edilecekleri ve Doğu vilayetlerindeki sorunlarının çözüleceği umuduyla İttihatçıları desteklemişti. Yirmi bin kadar Ermeni’nin öldürüldüğü 1909 Adana katliamı bile bu ittifakı bozmamış, İttihatçıların verdikleri sözleri tutacakları inancıyla, sorunların çözüme kavuşacağı günü beklemek tercih edilmişti. Birkaç yıl sonra, İttihat ve Terakki iktidarı giderek otoriter bir yola saparken, Ermeni vilayetlerinde yapılacak ‘açılım’la ilgili planlar da askıya alındı.

1914’te, daha çok dış baskıların dayatmasıyla bir reform anlaşması imzalanıp, bölgeye Norveçli ve Danimarkalı birer genel müfettiş atanması sağlansa da, İttihatçılar, savaşın başlamasını fırsat bilerek, müfettişleri apar topar ülkelerine, reform planını da tarihin çöplüğünü gönderdi.

Sonrası, Ermenilerin yaşadığı kanlı trajedi, bütün dünyanın malumu…

Sırf 2009’dan 1914’e kurulan bu hayali –ve uğursuz– köprü bile, ‘Kürt Açılımı’ konusunda hep tetikte olmak gerektiğini düşündürüyor insana.

Yaşgünü

Agos, 21 Ağustos 2009

‘Hayat, Olduğu Gibi’ bu hafta dördüncü yaşına giriyor. Önceki yıllarda da yaptığımız gibi, geride bıraktığımız dört mevsimde, bu kutu içinde nelerden bahsettiğimizi hatırlayalım.

Güz

Eylül: 6-7 Eylül olayları sonrasında memleketi terk etmek zorunda kalan Yenikapılı bakkal Panayot: “Hiçbir şeye yanmam, anamla babamın mezarlarını bir daha göremeyeceğime yanarım” demişti. / İnsanlık tarihi için küçük, Türkiyeliler ve Ermeniler için çok büyük bir adım: Cumhurbaşkanı Gül, milli maç için Yerevan’da. / Rektör, başörtülü öğrencilerin Boğaziçi’ne girmesine izin vermiyor. İçinde debelendiğimiz kısırlığın Boğaziçi’ni çoraklaştırmasındansa, her yerin Boğaziçileşmesi için çalışmak gerekmez mi?

Ekim: Mizah ustası Baronyan, “Bir amiranın mendili hakkında dahi kötü söz söylersen, göksel hükümranlığa karşı gelmiş olursun” diye düşünülen zamanları anlatır. Bugünün amiraları hakkında söz söylediğinizde, gazetelerine çıkıp kendilerini savunuyorlar. 150 yılda, az gelişme değil! / Türkiye, Frankfurt Kitap Fuarı’nda, ‘Bütün Renkleriyle Türkiye’ sloganıyla konuk: Devletlu zevatın uluslararası arenada memleketi çokkültürlülüğüyle sunmaya soyunması, kafaların değişmekte olduğunu da gösteriyor.

Kasım: Milli Savunma Bakanı Gönül, Brüksel’de, tehciri ve mübadeleyi bir İttihatçı gibi savundu, bu uygulamaların “milli devlet” kurmanın şartı olduğunu söyledi: “Ben sana milli devlet olamazsın demedim, adam gibi bir devlet olamazsın dedim.” / Dedem nüfus dairesine gittiğinde, memurlar onun aile adını taşımasına izin vermediler. ‘fiirvanyan’ gibi isimlerin yasak olduğunu söylediler. Bunu hangi kanun maddesine dayanarak yaptıklarını dedem bilmiyordu. Böyle şeylerde kanun, hak ve hukuk aramanın bir yarar sağlamayacağını iyi bilecek kadar yaşamıştı.


Kış

Aralık: Özür bir milattır. Ardından yeni bir dilin sözcükleri sökün eder. Özür en çok, siz özrünüzün kıymetini bildiğinizde, onun arkasında durduğunuzda, onun yaldızlarının dökülmesine izin vermediğinizde özürdür. / İstanbul’un, 2010 Avrupa Kültür Başkenti tanıtım filminde, gayrimüslimleriyle, kilise ve sinagoglarıyla, mutlu, eğlenceli, huzurlu, kendisiyle barışık bir fotoğraf vermeye çalışması, şu ‘şecere günleri’nde kötü bir şaka gibi duruyor.

Ocak: Cinayetin üstünden iki yıl geçti: Yetim halkın yetim çocuğuna sahip çıkamamanın, emanete hıyanetin açtığı gönül yarası sızlamaya devam ediyor. / 19 Ocak’ları değil, Hrant Dink’i anmalı; içimizde 19 Ocak’ları değil, Hrant’ı yaşatmalı. Yanı başımızdaki o kanlı canlı adamı, bir Yunan tanrısıymış gibi Akropol’e yerleştirip uhrevileştirmeye hakkımız var mı? / Şair Siamanto, acıya tanık: “Ve yalnız, kanlı ayın altında / Kımıltısız, binlerce mermer heykel gibi / Toprağımızın bütün ölüleri, birbirine duaya dirildi.”

Şubat: Kürtlerin, Ermeni sorunu konusunda resmi tezlere payanda olmaktan, ‘asli unsur’ gibi bahşişlere gönül indirmekten kaçınmaları, mağduru oldukları devletin betondan ayaklarından birini eksiltecek. / 1915’e ilişkin ‘Büyük Felaket’ tartışması: Asıl önemli olan, yaşananların boyutunu ve derinliğini aktaran çeşitli kavramların ‘özgürce’ kullanılabilmesi. Devlet, hukuk, aydınlar ya da mağdurlar tarafından tek bir kavramın dayatılmaması.

İlkbahar

Mart: Sarı Gelin belgeseli hakkında suç duyurusunda bulunan Dr. Serdar Kara: “Bütün halkların kardeş olduğunu, bu ülkenin, içinde yaşayan farklı kimliklerin ortak vatanı olduğunu biliyorum.” / Üç Horan Vakfı seçimlerinde, Sasonlu adaylara yönelen ve onları Kürtlükle ‘aşağıladığını’ sanan fukara zihinler, ırkçılığın, mağdurlarını da pençesine alabilen, hastalıklı bir ideoloji olduğunu gösteriyor.

Nisan: Muhsin Yazıcıoğlu’nun, yedi gencin öldürüldüğü Bahçelievler katliamıyla ilişkisini ve diğer marifetlerini anlatmak, öte dünyalara göçmüş masum kurbanlara karşı bir vicdan borcudur. / Gomidas’ın bir müzikolog olarak tarihte donmuş bir figür olmaya mahkûm edilerek ikonlaşması, Ermenilerin yaşadığı felaketin bir başka yönünü gösteriyor. / Türkiye’nin vicdanı, DTP’nin ‘PKK’ya yönelik operasyon’ görünümü altında köşeye kıstırılmaya çalışılması ahlaksızlığına itiraz edecek gayri-Kürtlerin sayısı kadar.

Mayıs: Yervant Tolayan, 1908’den 1930’lara dek çıkardığı mizah dergisi Gavroş’la, Freud’un “acıdan tasarruf” dediği şeyi yaptı; gerçekliğin dayattığı acıları yaşamayı reddederek, o darbelerin bile bir zevk alma fırsatına dönüşebileceğini gösterdi. / Kentsel dönüşüm: fiehrin dört bir yanında mikro-tehcirler yaşanıyor. İstanbul, yeni zamanlara, adaletsizliği ve zalimliği kaldıraç olarak kullanarak giriyor. / “Vicdanım beni tanıklık etmeye çağırıyor. Ben çölde çığlık atan sürgünün sesiyim” diyen Armin Wegner, iki büyük soykırımın kurbanı ve 20. yüzyılın en talihsiz evlatlarından biriydi.

Yaz

Haziran: Sırrı Sakık’ın Çanakkale’deki konuşması ve sorular: DTP 1920’leri asr-ı saadet olarak mı görüyor? Bu tavır, Kürtleri Türklerle birlikte asıl ve üst, diğer halkları tali ve ast diye konumlandırmak anlamına gelmez mi? / Murat’ın dedesi: “Abi, bizim oralarda, babaannemin babası epey meşhurdur. Hapse filan girmiş çıkmış çok. Niye meşhur biliyor musun? Çünkü hapisteyken buna demişler ki, ‘Eğer dışarı çıkmak istiyorsan, Ermenileri ..........’”

Temmuz: Türkiye’nin Ermenistan’la yakınlaşma ‘oyunu’ çerçevesinde, gerçek bir dostluk ilişkisi kurmak için gereken samimi adımları atmak yerine, yakınlaşma siyasetini sulandıran sembolik jestler kullanıma sokuluyor. / Garbis Cancikyan’ın, gazetelere çıkmış tek resmine bakınca, içli, kederli ama her şeye rağmen gelecekten umutlu bir çocuk görürüz. Façası düzgün, saçları briyantinli, kostümü sağlamdır. Fotoğrafçıdan çıkınca bir yerde oturup bir şeyler içecek parası olup olmadığını ise, bir tek kendi bilir.

Ağustos: Sarkis Varbed önce emekçiydi. Marangozdu, ustaydı, hünerliydi. Dünyayı bu ilişkiler ve çelişkiler yumağı içinden anlamaya çalışırdı. Sosyalistti. Oğuldu, babaydı, kocaydı, dedeydi. Ve Ermeni’ydi elbette. Nasıl olmasındı? Suriye’de bir çadırda, anasının tehcir yürüyüşünün orta yerinde gelmişti dünyaya. O Ermeni değilse, kimdi Ermeni? / Arame Tigran, aşılmaz sandığımız etnik ve dilsel sınırları, güvercin kanatlarıyla gidip gelerek, bir sanatkâr maharetiyle berhava etmişti.

Aramê Tigran’ın kanatları

Agos, 14 Ağustos 2009

Bir toprak parçası üzerinde yaşayan toplulukları şu ya da bu etnik kimlik etrafında homojen bir bütün haline getirme projesi, geçmişte de, bugün de, büyük acılara neden oldu, çok can yaktı. Modern devletlerin, bir ulus yaratmak adına ortadan kaldırdığı, baskı altına aldığı, asimile etmeye çalıştığı kültürler, insanlık tarihinde kapkara bir mezarlık oluşturuyor. Yaşamın aklınıza gelebilecek her veçhesinde, müzikte, giyim kuşamda, yemekte, dilde, çokkültürlülüğü ve çoğulculuğu ortadan kaldıran, tek tip kimlik yaratma projesi, modern zamanlarda akan kanın, etnik temizliklerin, soykırımların da en önemli sorumlusu.

Geçen hafta kaybettiğimiz Aramê Tigran’la ilgili haberlerde, “Kürt asıllı Ermeni sanatçı” ve “Ermeni asıllı Kürt sanatçı” tanımlamalarının kullanıldığını görmek, bir yönüyle şaşırtıcı, bir yönüyle de öğreticiydi. Ermeni kimliğini taşıyan bir ailede doğmuş, ama anadilinin yanı sıra Kürtçe, Yunanca, Arapça, Süryanice gibi çeşitli dillerde şarkılar söylemiş ve en çok da Kürtler tarafından benimsenip baştacı edilmiş popüler bir figürün yarattığı bu kafa karışıklığı, bugün mutlak saydığımız ulusal bağlılıklara karşı güleryüzlü, insancıl bir alternatif öneriyor belki de.

Kadimden beri var olduğuna inanıp putlaştırdığımız etnik aidiyetler, tarihin bir döneminde kurgulanmış ve halen de kurgulanmaya devam eden birer tasarı. Bizler, ulus-devlet paradigması içinde düşünmeye programlanmış ve bunu içselleştirmiş modern bireyler olarak, tarihin belli bir aşamasında araçsal olduğu için tercih edilen ve önceki çağlarda çok daha oynak yataklarda akan kimlikler arasındaki geçişlilikleri anlamakta güçlük çekiyoruz.

Aramê Tigran’ın, ‘Ermenilik’ ve ‘Kürtlük’ arasındaki, katı çizgilerle ayrıldığını sandığımız sınırları, varoluşunun görünmez kanatlarıyla, olanca doğallığı ve müthiş bir sanatçı zarafetiyle, bir güvercin gibi süzülerek berhava etmesi, geleceğimiz adına umut verici bir örnek değil mi?

Aslında her birimiz, günlük hayatta farklı kimliklerimiz arasında kolaylıkla gidip gelebiliyoruz. Anne, baba, eş, kardeş, oğul, kız, işçi veya patron, kurban veya fail, ezen ya da ezilen olarak, tek bir gün içinde dahi farklı rollere bürünebiliyoruz. Ancak, kutsallık atfetmeyi öğrendiğimiz, ve esasında diğer kimliklerimize göre çok daha dışsal olan kimi ‘değer’ler için bunu yapmayı aklımızdan dahi geçirmiyor, dinimizi, milletimizi değiştirmektense, onlar uğruna ölüp öldürmeyi tercih ediyoruz.

Aramê Tigran’ın, Diyarbakır’ı ilk kez yetmiş küsur yaşında gördüğü halde orada gömülmek istemesinin, Ermeni olarak doğup pek çok farklı dilde şarkı söylemesinin, Kürtler açısından önemli bir kültürel simgeye dönüşmesinin bizlere anlatacağı çok şey olmalı.

Ölü ya da diri

Agos, 14 Ağustos 2009

Her ikisi de Kürt açılımı çerçevesinde değerlendirildi, ama Aramê Tigran’ın cenazesinin Türkiye’ye getirilmesinin engellenmesi ve Cumhurbaşkanı Gül’ün, konuşmasında Bitlis’in Güroymak beldesinin eski adı olan Norşin’i telaffuz etmesi üzerine kopan tartışmalar, Kürt sorunu bağlamında atılacak adımların, memleketin başka meseleleriyle yakından ilişkili olduğu ve dertlerin ancak çok boyutlu, derinlemesine yaklaşımlarla derman bulacağını gösteriyor.

Tigran’ın Diyarbakır’a gömülmesine izin verilmemesi, medyada, Kürtlerin kültürel taleplerine saygı duyulup duyulmadığı ve son açılım politikasının samimiyeti ekseninde konu edildi. Oysa sorun, bir başka yönüyle, 1915’te topraklarından zorla sökülüp atılan Ermenilerle ilgiliydi.

İçişleri Bakanlığı, açıktır ki, Tigran’ın Diyarbakır’da gömülmesinin siyasi bir provokasyona yol açacağından değil, dünyanın dört bir tarafına dağılmış olan Ermenilerin, gelip bir gün Elazığ’a, Sivas’a, Malatya’ya gömülmek isteyeceğinden çekinip, sanatçının bedeninin Diyarbakır’a nakline cevaz vermedi. Bu karar alınırken, istihbarat teşkilatının, eli silahlı zevatın ve milli güvenlik devletinin bilumum birimlerinin de işin içinde olduğuna şüphe yok.

Yapılan açıklamalarda, Aramê Tigran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığı için Diyarbakır’a gömülemeyeceği belirtildi. Peki, Aramê Tigran nasıl vatandaş olacaktı?

Anne babası memleketlerinden sökülüp atılmış, üstelik topraklarına geri dönemeyeceklerine dair kanunlar çıkarılmış, üstelik yaşadıkları acılar onyıllardır inkâr edilmiş bir halkın evlatları, nasıl Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacaktı?

Türkiye’de müesses nizamın, Aramê Tigran’ın son arzusunu hoyratça geri çevirirken bir an bile tereddüde düşmemesi, Ermeni Sorunu denen şeyin, Türkiye’de bir ‘soykırımdı/değildi’ tartışmasına indirgenmesinin, devletimizin ne kadar işine geldiğini açık ediyor.

Aramê Tigran gibi, ataları bu topraklardan zorla gönderilmiş diasporalı ve Ermenistanlı Ermenilerin, memleketlerine ‘ölü ya da diri’, diledikleri gibi dönebilmeleri teklif dahi edilmedikçe, edilemedikçe, hangi ‘Ermeni açılımı’nın samimiyetine inanabiliriz?

Baykal’la Bahçeli anlatsa da anlasak

Agos, 14 Ağustos 2009

Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli, CHP ve MHP, AK Parti’nin, henüz içeriği belli olmayan Kürt açılımına kapıları, pencereleri, bacaları peşinen kapattı.

Aynı nakaratı tekrarlayıp duruyorlar: Olmaz da olmaz, istemem de istemem...

Bu ezgiyi çalarken, Kürt vatandaşlarıyla bir sorunları olmadığı, onları milli bütünlüğümüzün ayrılmaz parçaları olarak gördükleri aranağmesini üflemeyi de ihmal etmiyorlar.

Kürt vatandaşların onlarla bir sorunu olduğunu, onların hayal ettikleri milli bütün içinde yer almak istemediklerini ise, bilmiyormuş gibi yapıyorlar.

Baykal ve Bahçeli, CHP ve MHP, Kürt sorununun çözümü için adımlar atma iradesini ürkekçe de olsa gösteren AK Parti’ye karşı doğacak milliyetçi tepkiden nemalanmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken, bu ülkede 25 yıldır kan döküldüğünü görmezden geliyorlar.

Görmediler, duymadılar, bilmiyorlar.

Sorunun çözümü için tek bir önerileri yok. Çözüme katkıda bulunmak için tek bir adım atmıyorlar.

Onlara sormamız lazım: Peki, siz nasıl çözmek isterdiniz Kürt sorununu, siz nasıl durdururdunuz akan kanı? Sizin projeleriniz neler?

Bugün tüm demokratik ülkelerde birer norm haline gelmiş olan anadilde eğitim ve anadilde yayın hakkını tanımadan, yerel yönetimleri güçlendirmeden sorunları nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?

Anlatsanız da aydınlansak.