Aret’in Yerevan’ı
Adı ‘Yerevan’.
Sergideki resimler, bugünlerde adı çokça zikredilen ama neredeyse hiç bilinmeyen bir yere götürüyor bizi. Bir baskıcı rejimin yıkıntılarından kaçarken kapitalizmin zalimliğine yakalanmış bir kentten manzaralar. O manzaraların gerisinde sessiz sedasız akan hayatlar.
Ancak konserve kutusu misali dizilmiş apartman dairelerinin içindeki yaşama sızabilmiş gözün görebileceği, dünyadan kopmuşluğu, hiç akıldan çıkmayan birinin kaybını, bir özlemi, dile getirilmemiş bir isyanı, boşvermişliği anlatan resimler.
İlle de insan gözleri. Biraz şaşkın, biraz korkmuş, bu âleme ait değil gibi, çokça şizofrenik.
Yakınlaşma siyaseti, normalleşme çabaları, diplomasi oyunları, ayak sürümeler, muhalif çıkışlar, “hain”, “vatanı sattı”, “Türklüğü/Ermeniliği aşağıladı” lafazanlıkları bizi önümüzdeki günlerde nereye götürür bilinmez. Ama işte ilk kez, bir sanatçı, orayı da burayı da iyi bilen genç bir adam, bize Ermenistan’a dair yeni, daha önce duymadığımız, kendine özgü bir şey söylüyor.
Anlattığı turistik değil. Misafir masalarında aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyip içmiş bir yenigörme şımarıklığıyla malul değil. Otel odasından bakıp, çevresinde dönüp duran âlemi övmek ya da yermek, yerin dibine sokmak veya göklere çıkarmak, illa bir şey söylemek zorunda hissetmiyor kendini.
Sessizliğin sesiyle, sözsüzlüğün sözüyle anlatıyor meramını.
Aret’in, Ararat’ın öte yanına dair söylediği, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir kentinde, insanları cenderesine alan sıkıntılardan farklı değil. Belki bir ayrılık, belki bir vuslat, bir kadının delilikle yaşam arasında gidip gelen hüznü, aile içi şiddet, şehrin asıl sahibi güvercinler, iş makinelerinin üzerine düşen bir günbatımı.
O resimlere bakınca, ilk kez, Yerevan’ın, Ermenistan’ın, duduksuz, folklorsuz, kebapsız, birbirimizenekadarçokbenziyoruzsuz, farklılıklarımızbizleribirleştiriyorsuz bir tasvirini görüyoruz.
Serginin bir fon müziği olsaydı eğer, işte bu yüzden, katiyen Civan Gasparyan değil, belki İstanbullu Replikas, belki Berlinli Einstürzende Neubauten, belki de dünyanın herhangi bir köşesinde, Arjantin’de, Bükreş’te ya da Güney Afrika’da, kendilerini ve de hepimizi sorguya çeken bir rock grubunun gümbürtüsü olurdu.
Aret’in Yerevan’ı, Kafdağı’nın ardındaki uzak ülkeyi değil, dünyanın içinden geçtiği değişim-dönüşüm devriyle temas eden bir kenti ve onun insanlarını, her yönüyle insani olan salınım ve savrulmalarıyla aksettiriyor tuvale.
Aret Gıcır’ı Agos’taki karikatürlerinden biliyoruz çoğumuz. Onun uzun yıllardır sessiz sedasız resim çalıştığını, kendine resimle başka bir dünya kurduğunu, bütün hayat tercihlerini buna göre yaptığını, bütün bunların karşılığında kim bilir hangi zorluklara göğüs gerdiğini ise hiç bilmedik.
‘Yerevan’, Aret’in, epey bir zaman önce, Kurtuluş’taki evinin kapısından attığı bir adımla çıktığı yolun önemli bir durağı. Başka bir sürü şeyin yanında, onun bu yoldan geri dönmeyeceğini de fısıldıyor bize.
(Sergi: ‘Yerevan’, Tokatlıyan Han, İstiklal Cad. No 76, kat 4, Beyoğlu, 14 Eylül - 12 Ekim 2009)
Biraz hava iyi gelir
Gündelik siyasetin bizleri esir alan gelgitlerinin, laf kalabalığının dışına çıkıp, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin son bir yılına serinkanlılıkla baktığımızda gördüğümüz tablo, gelecek adına umut veriyor.
Cumhurbaşkanı Gül’ün Yerevan ziyareti öncesinde alt düzeyde başlayan diplomatik temaslar, belli ki, geçtiğimiz kış tarafların yoğun temaslarıyla iyice serpilmiş, biz hiç fark etmeden epey boy atmış.
Yol haritasının Obama’nın 24 Nisan’da yapacağı açıklamadan hemen iki gün önce açıklanması, normalleşme söyleminin samimiyetine dair ciddi şüpheler uyandırmıştı. Gelinen noktada ise, ince elenip sık dokunarak, yoğun pazarlıklarla örülmüş, ancak ardında güçlü bir siyasi irade olan bir takvimin işlemekte olduğunu görmek zor değil.
2008 yazında Gürcistan’da yaşanan savaştan sonra ortaya çıkan yeni dünya konjonktürü, işlerin bu noktaya varmasında önemli rol oynadı şüphesiz. Protokollerin kamuoyuna açıklanmasının ardından, taraflar iç siyaseti de gözetecek, muhalif partilere milliyetçi hisleri kaşıyarak puan kazanmalarını sağlayacak kozlar vermek istemeyeceklerdir. Bu nedenle, iki ülke arasındaki ilişkilerde kopukluklar, anlaşmazlıklar ve yanlış anlamalar da yaşanacaktır.
Ancak, artık geriye dönüşü olmayan bir yola girmiş olduğumuzu ve çok büyük bir olağanüstülük yaşanmazsa, sınırın açılacağı, iki ülkenin resmi ilişkilerinin tesis edileceği yeni bir dönemin eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bütün bunların, henüz iki meclis tarafından onaylanmamış olsa da, resmi belgelerle kayıt altına alınmış olması, bugüne dek hâkim olan siyasi söylemin iyiden iyiye değişmesini sağlayacaktır. Bundan sonra, mesela, sınırın açılıp açılmayacağını değil, belki de neden hâlâ açılmadığını sorguluyor olacağız. Bunun getireceği tarihsel sorumluluğu iki taraf da üstlenmek istemeyecektir.
Bu yeni dönemin gebe olduğu gelişmeler, iki halkın geçmişini ve bugününü çok daha sağlıklı bir şekilde düşünmesine de katkı sağlayacak. Böyledir. Kapıları, pencereleri ve bilhassa sınırları açıp içeri biraz hava girmesini sağlamak her halükârda iyidir.
Bir otodidakt: Ardaşes Harutyunyan
Kâbuslar buharlaşmaz
Kâbusları, karabasanları ne yapacağınızı bilemezsiniz. Dehşetin nereden geleceği belli değildir, kendinizi ondan nasıl sakınacağınız hakkında fikriniz yoktur, kötülüğün hangi raddelere erişebileceğini tahayyül edemezsiniz.
Kurtulamadığınız, sürekli görmekten kaçamadığınız kâbuslar, bir tür delilik haliye yaşamanızın nedenidir.
Diyarbakır Cezaevi, koca bir halkın en karanlık kâbusudur.
*
12 Eylül 1980’den sonraki birkaç yıl içinde orada onlarca kişi katledildi, işkence nedeniye sakat kaldı, ruhsal dengesini yitirdi.
Genelkurmay Başkanlığı, şikâyetlerin ayyuka çıkması üzerine 2 Nisan 1984’te bir açıklama yayımlamış ve Diyarbakır Cezaevi’yle ilgili olarak, bakın hangi yüce tespitlerde bulunmuş: “53 ölüm olayına rastlandığı, bu ölüm olaylarında 14 kişinin kendini astığı ve yaktığı, 23 kişinin çeşitli hastalıklardan öldüğü, 7 kişinin ölüm orucu ve açlık grevinde öldüğü, 7 kişinin işkencede öldüğü bazı münferit hadiseler dışında işkence olaylarının olmadığı...”
Bunca münferit hadisenin münferiden yaşandığı Diyabakır Cezaevi, 12 Eylül zulmünün ilk günlerinden bu yana, Kürtlerin en dehşetli kâbusu oldu.
Orada insanlara bok yedirdiler, orada insanlara deterjan yedirdiler, orada insanları hayalarından astılar, orada insanların kanlarını yemeklere kattılar, orada insanlara cop soktular, o copları başka insanlara yalattılar, insanları çivili sopalarla dövdüler, insanların dişlerini döktüler, okuma yazma bilmeyenlere onlarca marşı, Gençliğe Hitabe’yi işkence zoruyla öğrettiler.
Orada, aklın alamayacağı, tahayyül ve tahammül sınırlarını darmaduman eden kötülükler icat ettiler.
Orada, insanlık onurunu yenmeye, ayaklar altına almaya çalıştılar. Diyarbakır’da, Türkiye’nin Auschwitz’ini yarattılar.
*
Geçtiğimiz hafta, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, Diyarbakır Cezaevi’nin Ergani’ye taşınacağını, Bağlar’da bulunan cezaevi binasının yerine ilköğretim okulu, lise ve Anadolu Lisesi yapılacağını açıkladı.
Bakan Eker’in sözleri, Diyarbakır Cezaevi’nin mağdurları arasında büyük tepki uyandırdı. Bianet’ten Bawer Çakır’a, “yaşanan bütün işkencelerin, kötü muamelenin ve ölümlerin hem tanığı hem de mağduru” olduğunu söyleyen Hamit Kankılıç mesela, “Özelde Kürtlerin, geneldeyse toplumun vicdanında ve gönlünde yaralar açan ve derin izler bırakan Diyarbakır Cezaevi, bir daha böyle acıların yaşanmaması için utanç müzesi olsun” diyordu.
Dicle Haber Ajansı’nın haberine göre, küçük bir çocuk, “Babamın işkence gördüğü yerde okula gitmem” diye isyan ediyordu.
‘Demokratik Açılım’, ancak muhataplarının sesini duyarsa gerçek bir açılım olabilir. Kürtlerin kâbusu bir anda buharlaşmayacağına göre, Diyarbakır Cezaevi de buharlaştırılamaz.
Sorumluluk
Agos, 28 Ağustos 2009
AK Parti, Kürt açılımıyla tarihsel bir sorumluluğun altına girdi. Milliyetçi ve ulusalcı hezeyanlarla hareket eden kesimler dışında kalan herkeste büyük bir heyecan yaratan bu değişimin arkasında durulması halinde, Türkiye’nin çehresinin kökten değişeceğine ve akan kanın duracağına dair güçlü bir umut belirdi.
Girişimin ciddi bir tepki yaratacağı ve hükümete olan muhalefetin şiddetleneceğini kestirmek güç değildi. Mesele, AK Parti’nin, bu muhalefeti bertaraf etme stratejilerini, ‘Kim daha milliyetçi?’ yarışına girmeden, barışın dilinden konuşarak geliştirebilmesinde.
AK Parti Grup Başkanvekili Bozdağ’ın, açılımın “Türk milleti”nin projesi, muhatabın da “Türk milleti” olduğunu söyleyerek, sorunu “terör sorunu” olarak nitelemesi, haklı olarak, iktidarının samimiyetinin sorgulanmasına neden olacak, başka da bir işe yaramayacaktır. Bu kadar hayati bir meselede, ‘iyi polis’ ve ‘kötü polis’ rollerini parti yöneticileri arasında dağıtarak farklı kesimlerden oy alma çabası, sadece ve sadece çözümsüzlüğün zemininin güçlenmesine hizmet eder.
MHP’nin, CHP’nin ve Genelkurmay Partisi’nin milliyetçi salvoları, Kürt sorununda bir şeyler yapmaya çalışan AK Parti’yi, açılımın içeriği konusunda eleştirmeyi zorlaştırıyor. Ancak, karşı çıkışların temel motivasyonunun tam da bu olduğu, iktidarın gerekli adımları atmasını engellemeyi amaçladığı akılda tutulduğunda, hükümeti, açılımı daha kararlı adımlarla gerçekleştirme yolunda sıkıştırmanın elzem olduğu görülebilir.
Düşük perspektifli, makyaj mahiyetinde bir açılım, çözüme karşı olanların başarı kazanması anlamına geleceği gibi, sorunun, içinden çıkılmaz bir hal alması sonucunu doğuracak. Bunca umudun ardından atılacak geri adımlar, büyük bir hayal kırıklığı yaratacak, ve işte o zaman, Kürtlerle gerçek bir diyaloğun yolu bir daha hiç açılmamacasına kapanacaktır.Kürt açılımı - Ermeni reformu
Agos, 29 Ağustos 2009
Türkiyeli bir garip Ermeni oluşumdan olacak, son haftalarda konuşulanlar, aklıma hep, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ermenilerle İttihatçılar arasında yaşanan ‘Islahat’ ya da ‘Reform’ tartışmalarını düşürüyor.
1908’de, İkinci Meşrutiyet’in ilanı sonrasında, pek çok Ermeni ve bilhassa zamanın en güçlü siyasi örgütü olan Taşnaklar, eşit vatandaşlar olarak kabul edilecekleri ve Doğu vilayetlerindeki sorunlarının çözüleceği umuduyla İttihatçıları desteklemişti. Yirmi bin kadar Ermeni’nin öldürüldüğü 1909 Adana katliamı bile bu ittifakı bozmamış, İttihatçıların verdikleri sözleri tutacakları inancıyla, sorunların çözüme kavuşacağı günü beklemek tercih edilmişti. Birkaç yıl sonra, İttihat ve Terakki iktidarı giderek otoriter bir yola saparken, Ermeni vilayetlerinde yapılacak ‘açılım’la ilgili planlar da askıya alındı.
1914’te, daha çok dış baskıların dayatmasıyla bir reform anlaşması imzalanıp, bölgeye Norveçli ve Danimarkalı birer genel müfettiş atanması sağlansa da, İttihatçılar, savaşın başlamasını fırsat bilerek, müfettişleri apar topar ülkelerine, reform planını da tarihin çöplüğünü gönderdi.
Sonrası, Ermenilerin yaşadığı kanlı trajedi, bütün dünyanın malumu…
Sırf 2009’dan 1914’e kurulan bu hayali –ve uğursuz– köprü bile, ‘Kürt Açılımı’ konusunda hep tetikte olmak gerektiğini düşündürüyor insana.
Yaşgünü
Aramê Tigran’ın kanatları
Bir toprak parçası üzerinde yaşayan toplulukları şu ya da bu etnik kimlik etrafında homojen bir bütün haline getirme projesi, geçmişte de, bugün de, büyük acılara neden oldu, çok can yaktı. Modern devletlerin, bir ulus yaratmak adına ortadan kaldırdığı, baskı altına aldığı, asimile etmeye çalıştığı kültürler, insanlık tarihinde kapkara bir mezarlık oluşturuyor. Yaşamın aklınıza gelebilecek her veçhesinde, müzikte, giyim kuşamda, yemekte, dilde, çokkültürlülüğü ve çoğulculuğu ortadan kaldıran, tek tip kimlik yaratma projesi, modern zamanlarda akan kanın, etnik temizliklerin, soykırımların da en önemli sorumlusu.
Geçen hafta kaybettiğimiz Aramê Tigran’la ilgili haberlerde, “Kürt asıllı Ermeni sanatçı” ve “Ermeni asıllı Kürt sanatçı” tanımlamalarının kullanıldığını görmek, bir yönüyle şaşırtıcı, bir yönüyle de öğreticiydi. Ermeni kimliğini taşıyan bir ailede doğmuş, ama anadilinin yanı sıra Kürtçe, Yunanca, Arapça, Süryanice gibi çeşitli dillerde şarkılar söylemiş ve en çok da Kürtler tarafından benimsenip baştacı edilmiş popüler bir figürün yarattığı bu kafa karışıklığı, bugün mutlak saydığımız ulusal bağlılıklara karşı güleryüzlü, insancıl bir alternatif öneriyor belki de.
Kadimden beri var olduğuna inanıp putlaştırdığımız etnik aidiyetler, tarihin bir döneminde kurgulanmış ve halen de kurgulanmaya devam eden birer tasarı. Bizler, ulus-devlet paradigması içinde düşünmeye programlanmış ve bunu içselleştirmiş modern bireyler olarak, tarihin belli bir aşamasında araçsal olduğu için tercih edilen ve önceki çağlarda çok daha oynak yataklarda akan kimlikler arasındaki geçişlilikleri anlamakta güçlük çekiyoruz.
Aramê Tigran’ın, ‘Ermenilik’ ve ‘Kürtlük’ arasındaki, katı çizgilerle ayrıldığını sandığımız sınırları, varoluşunun görünmez kanatlarıyla, olanca doğallığı ve müthiş bir sanatçı zarafetiyle, bir güvercin gibi süzülerek berhava etmesi, geleceğimiz adına umut verici bir örnek değil mi?
Aslında her birimiz, günlük hayatta farklı kimliklerimiz arasında kolaylıkla gidip gelebiliyoruz. Anne, baba, eş, kardeş, oğul, kız, işçi veya patron, kurban veya fail, ezen ya da ezilen olarak, tek bir gün içinde dahi farklı rollere bürünebiliyoruz. Ancak, kutsallık atfetmeyi öğrendiğimiz, ve esasında diğer kimliklerimize göre çok daha dışsal olan kimi ‘değer’ler için bunu yapmayı aklımızdan dahi geçirmiyor, dinimizi, milletimizi değiştirmektense, onlar uğruna ölüp öldürmeyi tercih ediyoruz.
Aramê Tigran’ın, Diyarbakır’ı ilk kez yetmiş küsur yaşında gördüğü halde orada gömülmek istemesinin, Ermeni olarak doğup pek çok farklı dilde şarkı söylemesinin, Kürtler açısından önemli bir kültürel simgeye dönüşmesinin bizlere anlatacağı çok şey olmalı.
Ölü ya da diri
Her ikisi de Kürt açılımı çerçevesinde değerlendirildi, ama Aramê Tigran’ın cenazesinin Türkiye’ye getirilmesinin engellenmesi ve Cumhurbaşkanı Gül’ün, konuşmasında Bitlis’in Güroymak beldesinin eski adı olan Norşin’i telaffuz etmesi üzerine kopan tartışmalar, Kürt sorunu bağlamında atılacak adımların, memleketin başka meseleleriyle yakından ilişkili olduğu ve dertlerin ancak çok boyutlu, derinlemesine yaklaşımlarla derman bulacağını gösteriyor.
Tigran’ın Diyarbakır’a gömülmesine izin verilmemesi, medyada, Kürtlerin kültürel taleplerine saygı duyulup duyulmadığı ve son açılım politikasının samimiyeti ekseninde konu edildi. Oysa sorun, bir başka yönüyle, 1915’te topraklarından zorla sökülüp atılan Ermenilerle ilgiliydi.
İçişleri Bakanlığı, açıktır ki, Tigran’ın Diyarbakır’da gömülmesinin siyasi bir provokasyona yol açacağından değil, dünyanın dört bir tarafına dağılmış olan Ermenilerin, gelip bir gün Elazığ’a, Sivas’a, Malatya’ya gömülmek isteyeceğinden çekinip, sanatçının bedeninin Diyarbakır’a nakline cevaz vermedi. Bu karar alınırken, istihbarat teşkilatının, eli silahlı zevatın ve milli güvenlik devletinin bilumum birimlerinin de işin içinde olduğuna şüphe yok.
Yapılan açıklamalarda, Aramê Tigran’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığı için Diyarbakır’a gömülemeyeceği belirtildi. Peki, Aramê Tigran nasıl vatandaş olacaktı?
Anne babası memleketlerinden sökülüp atılmış, üstelik topraklarına geri dönemeyeceklerine dair kanunlar çıkarılmış, üstelik yaşadıkları acılar onyıllardır inkâr edilmiş bir halkın evlatları, nasıl Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacaktı?
Türkiye’de müesses nizamın, Aramê Tigran’ın son arzusunu hoyratça geri çevirirken bir an bile tereddüde düşmemesi, Ermeni Sorunu denen şeyin, Türkiye’de bir ‘soykırımdı/değildi’ tartışmasına indirgenmesinin, devletimizin ne kadar işine geldiğini açık ediyor.
Aramê Tigran gibi, ataları bu topraklardan zorla gönderilmiş diasporalı ve Ermenistanlı Ermenilerin, memleketlerine ‘ölü ya da diri’, diledikleri gibi dönebilmeleri teklif dahi edilmedikçe, edilemedikçe, hangi ‘Ermeni açılımı’nın samimiyetine inanabiliriz?
Baykal’la Bahçeli anlatsa da anlasak
Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli, CHP ve MHP, AK Parti’nin, henüz içeriği belli olmayan Kürt açılımına kapıları, pencereleri, bacaları peşinen kapattı.
Aynı nakaratı tekrarlayıp duruyorlar: Olmaz da olmaz, istemem de istemem...
Bu ezgiyi çalarken, Kürt vatandaşlarıyla bir sorunları olmadığı, onları milli bütünlüğümüzün ayrılmaz parçaları olarak gördükleri aranağmesini üflemeyi de ihmal etmiyorlar.
Kürt vatandaşların onlarla bir sorunu olduğunu, onların hayal ettikleri milli bütün içinde yer almak istemediklerini ise, bilmiyormuş gibi yapıyorlar.
Baykal ve Bahçeli, CHP ve MHP, Kürt sorununun çözümü için adımlar atma iradesini ürkekçe de olsa gösteren AK Parti’ye karşı doğacak milliyetçi tepkiden nemalanmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken, bu ülkede 25 yıldır kan döküldüğünü görmezden geliyorlar.
Görmediler, duymadılar, bilmiyorlar.
Sorunun çözümü için tek bir önerileri yok. Çözüme katkıda bulunmak için tek bir adım atmıyorlar.
Onlara sormamız lazım: Peki, siz nasıl çözmek isterdiniz Kürt sorununu, siz nasıl durdururdunuz akan kanı? Sizin projeleriniz neler?
Bugün tüm demokratik ülkelerde birer norm haline gelmiş olan anadilde eğitim ve anadilde yayın hakkını tanımadan, yerel yönetimleri güçlendirmeden sorunları nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?
Anlatsanız da aydınlansak.