AİHM savunması üstüne

Agos, 20 Ağustos 2010

Hükümet eğer AİHM’e sunduğu savunmanın gazeteci Kemal Göktaş tarafından haberleştirilmesinin ardından yapmaya çalıştığı mahcup manevralarda gerçekten samimiyse, atması şart olan o kadar çok adım var ki...

Ama ondan önce, Hrant Dink’in görüşleriyle Nazileri bir tutan o dehşet verici metni hazırlayan zihniyete dair birkaç söz.

Kurucu öteki

Türkiye’de Ermeniler, Rumlarla birlikte, çok geniş bir toplumsal kesim için, ulusal kimliğin bütünleştirici çimentosu rolünü oynadı. İttihat Terakki yıllarından başlayan bu eğilim Kurtuluş Savaşı’nda şiddetlendi; Cumhuriyet döneminde de her ihtiyaç duyulduğunda devreye sokuldu. Ermeni ve Rum karşıtlığı, adeta Türk kimliğini canlandıran, ona hayat veren bir özsuyuydu. Taner Akçam’ın yıllar önce “Kurucu öteki” kavramıyla açıkladığı bu olgu, Türk ulus devletinin kendi vatandaşlarıyla bağını güçlendirmek için kullanıldı.

Kemalizm yılları, her ne kadar etnik kökene bakılmaksızın her vatandaşın eşit olduğu iddia edilse de, ayrımcılığın kökleştiği, ideolojik ve hukuki temele oturtulduğu dönemi temsil eder. Gayrimüslim vatandaşlara üniversiteler dışında devlet memuriyetinin kapatılması, onların Lozan’la kazandığı hakların her fırsatta törpülenmesi, dillerini ve kültürlerini yaşatıp geliştirmelerinin sürekli olarak engellenmesi, Osmanlı zamanının kompartmanlara ayrılmış, ama birbirlerinin varlığını kanıksamış, doğallaştırmış çokkültürlülük anlayışını paramparça etti, onu kunt bir Türklük anlayışıyla ikame etti.

Bu kuntluk, Varlık Vergisi, 20 Sınıf İhtiyat Askerliği, 6-7 Eylül gibi ayrımcı-ırkçı “operasyon”lar yoluyla gayrümüslimlere sürekli olarak tehdit altında olduklarını anımsattı. Elbette “Türk”lere de, gayrümüslimlerin aslında vatandaş değil, varlığına tahammül edilen ve gerektiği takdirde kapı dışarı edilebilecek misafirler olduklarını... İşte bu misafirlik hali nedeniyledir ki, Yunanistan, Ermenistan veya Ermeni diasporası kaynaklı sorunlarda Rumların ve Ermenilerin canı yakıldı; dünyaya karşı olumlu bir imaj çizilmeye çalışıldığında ise, onlara birtakım jestler, çoğunlukla makyaj mahiyetinde iyilikler yapıldı.

Bu ayrımcı zihniyet, nesiller boyunca, hem milli eğitim, hem de toplumun erkek yarısının eğitildiği “asker ocağı” kanalıyla toplumun damarlarına zerk edildi, iyi Türk olmanın ölçüsü sayıldı. İşte bu yüzden Anadolu’da kalmış küçücük Ermeni, Rum, Yahudi gruplarına dahi huzur verilmedi, din adamları taşlandı, mezarlıkları, ibadet yerleri de bu hınçtan nasibini aldı.

Bu şiddet eğilimi, toplumun enine ve boyuna her kesitini etkisi altına aldı. “İç ve dış tehdit” algısıyla, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!” “Bir Türk dünyaya bedel!” düsturuyla derinlere kök saldı. Siyasi yelpazenin sağının ve solunun dünya algısı böyle şekillendirildi.

Demokrasinin boyu

Bir ülkede demokrasinin ölçütü, o ülkede etnik, dinsel, cinsel azınlıkların durumudur. Türkiye’de demokrasinin boyu da, ancak Ermeninin, Rumun, Kürdün, eşcinselin sürdüğü hayat kadar...

İslami ve muhafazakâr siyasi çizginin 2000’li yıllarda gelip ulaştığı yer olan AKP, elbette ki, yukarıda kaba hatları çizilmeye çalışılan fikriyat etrafında şekillenen bir gelenek üzerinde yükseliyor. Son on yılda İslami ve muhafazakâr kesim kendisini yeniden şekillendirir, dünyaya daha açık bir hale gelir, anti-Hıristiyan, anti-Semitik eğilimlerini bir kenara koymaya çalışırken, günlük siyasetin tansiyonu ve yaşanan değişimin hızı karşısında, gayrimüslimler konusunda enine boyuna düşünmedi. Onlar hakkında genel anlamda ılımlı mesajlar verilirken dahi, kâh Cemil Çiçek, kâh Vecdi Gönül, kâh bizzat Başbakan tarafından tehditler dile getirilebildi.

Varlığıyla Cumhuriyet’in köhne vatandaşlık tanımına kökten bir alternatif önerisi olan Hrant Dink’in hedef haline getirilmesi sürecinde medyanın ve siyasetin oynadığı rol hepimizin malumu. Sağlığında, o mahkeme kapılarında saldırıya uğrarken AKP hükümetteydi. Dolayısıyla bu partinin, bu meselede, elini yıkamakla kurtulamayacağı bir suç ortaklığı söz konusu. Ancak unutmayalım, bir avuç aydının çığlığını bastırıp 301’in değişmemesi için canhıraş feryatlar atanlar arasında CHP’liler en önde geliyordu o günlerde. Dolayısıyla, bugün onların da, demokrası havariliğine soyunmadan önce çok derin bir özeleştiride bulunmaları gerekiyor.

Hükümet sadece Hrant Dink’in hedef haline getirilme sürecinde değil, onun aramızdan alınmasının ardından soruşturma ve yargılama sürecinde izlediği siyasetle de suça iyice battı. Başbakanlık Teftiş Kurulu raporuna dahi rağbet edilmedi ve cinayette ihmali, dahası dahli olan görevliler soruşturma dışı tutuldu. Başbakan, söz vermiş olmasına rağmen cinayetin arkasındaki gerçek sorumluların açığa çıkarılması için hiçbir şey yapmadı. Kısacası, hükümet, Dink cinayeti davasında yaptıkları ve yapmadıklarıyla vicdanlarda mahkûm oldu.

AİHM aslında fırsattı

Yıllardır hükümet eden AKP, bürokrasinin içinde çöreklenmiş olan devletçi kesimlerin değişimin önünü tıkadığı savunmasını yapıyor. Bunda elbette ki doğruluk payı var. Ancak AKP’nin bu bürokratik direnci bahane olarak kullandığı pek çok örnek de biliyoruz. Esasında, AİHM’deki dava, hükümetin bu bürokratik direnci ifşa etmesi için bulunmaz bir fırsat olabilirdi. Hükümet, eğer Dışişlerinin bugün ilan ettiği gibi Hrant Dink’in bu ülkenin yetiştirdiği bir değer olduğuna yürekten inanıyor olsaydı, hedef haline getirilmesinde kendi partisinin ve demokratik gelişimin önünü tıkayanların sorumluluğunu itiraf eder, onun yaşatılamamasından duyduğu derin üzüntüyü de, ifade özgürlüğünün önündeki bütüm yasal engelleri kaldırarak gösterebilirdi.

Bunun yerine, vatandaşları kardeşliğe davet eden eden o en özgün sesi, üstelik bu kadar vahşice bir cinayete kurban gittikten sonra “kin ve düşmanlığa tahrik”le suçlayan bir savunmanın tercih edilmesi, AKP hakkında bize çok şey söylüyor.

Bugün artık çok daha iyi biliyoruz ki, Türkiye’nin gerçek devrimi, siyasi hesapların çok ötesinde, gerçek bir zihniyet dönüşümünden geçiyor. Dönüşümün temsilcisi olduklarını iddia edenlerin, AİHM’deki davada Hrant Dink’i değil, bugüne kadarki devlet uygulamalarını, ayrımcılığı ve milliyetçiliği yargılamaları gerekirdi.

1 yorum:

M. Sefer dedi ki...

Değerli Rober bey, yazdıklarınız tamaaıyla gerçeği yansıtıyor. Aslında demokrasiye inanan ve yakın tarihiyle yüzleşebilen herkes bunu biliyor. Fakat bunun düzelmesi için de istisnasız toplumun tüm katmanlarının yakın tarihiyle yüzleşmesi gerek. Bu yüzleşme ne zaman ve nasıl olur, hangi gelişmeler bunları zorlar ilerde görürüz. Ancak ben başka bir şey söyleyeceğim:

Gayrı müslimlerin ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesi ve Lozan'ın törpülenmesi, İttihat ve Terakki'nin yenilgilerinin yarattığı aşağılık komplekslerinden ileri gelir. Bu kompleksi Kemalist devrim de gidermemiştir. Biraz empati yaparsak, yeni Türkiye Cumhuriyeti eski tebalarının ulus devletler kurduğunu görünce bunu hep bir tehdit olarak algıladı. Örneğin: Başlangıcından itibaren Yunan ulus devletiyle olan ilişkiler. Soğuk savaş döneminde Doğu Ermenistan'ın Sovyetler Birliği içinde varlığını sürdürmesi, Sırpların ağırlığını koruduğu Yugoslavya ve asla güvenilmez bir Bulgaristan imgesi Türkiye'de Kemalist dönemde de gayrı müslimlere olan şüpheyi körükledi. En ufak bir anlaşmazlıkta "madem öyle hadi soydaşlarınızın kurduğu devletinize marş marş" denildi. Özellikle Rumlara.

Özetle, gayrı müslimlere duyulan öfkenin ve şüphenin temelinde imparatorluğun son yıllarında onlara karşı yenilmenin kompleksi vardır. Biraz da işin bu tarafı irdelenmeli tarihçiler ve psikologlarca.