Bazen söyleyecek söz kalmaz

Agos, 30 Temmuz 2010

Yaklaşık bir yıl önce, 28 Ağustos 2009’da, “AKP, Kürt açılımıyla tarihsel bir sorumluluğun altına girdi” demiş ve uyarmıştık: “Düşük perspektifli, makyaj mahiyetinde bir açılım, çözüme karşı olanların başarısı anlamına geleceği gibi, sorunun içinden çıkılmaz bir hal alması sonucunu doğuracak. Bunca umudun ardından atılacak geri adımlar, büyük bir hayal kırıklığı yaratacak, ve işte o zaman, Kürtlerle gerçek bir diyaloğun yolu bir daha hiç açılmamacasına kapanacaktır.”

Henüz vaatkâr, olumlu gelişmelere gebe zamanlardı. Açılım projesi, milliyetçi hezeyanlarla hareket eden kesimler dışında kalan herkeste heyecan yaratmıştı. Değişimin arkasında durulması halinde, Türkiye’nin çehresinin kökten değişeceğine ve akan kanın duracağına dair güçlü bir umut belirmişti.


İki ay sonra, ekim ayında, Kandil ve Mahmur’dan gelen barış gruplarının Habur kapısından giriş yapmaları, adeta göksel bir armağan gibi, 25 yıldır süren savaşın sonunun belki de sanılandan daha kolay geleceğini düşündürdü kimimize.

Bu adımların ciddi bir tepki yaratacağını ve hükümete olan muhalefetin şiddetleneceğini kestirmek güç değildi. Mesele, AKP’nin, bu muhalefeti bertaraf etme stratejilerini, ‘Kim daha milliyetçi?’ yarışına girmeden, barışın dilinden konuşarak geliştirebilmesindeydi.

Ancak, iktidar bu süreçte, miliyetçi reaksiyonlardan hep korktu. Nihayetinde Türk sağının bir ürünü olan AKP’nin tabanında da aynı milliyetçi haleti ruhiye hüküm sürüyor, bu da hükümeti Kürt meselesiyle ilgili ikircikli bir tutuma yöneltiyordu. Partinin statüko nezdindeki hassas konumu nedeniyle çeşitli limitleri olduğunu hesaba katıyorduk, ama DTP’ye ve daha sonra BDP’ye yönelik dışlayıcı tavır, anlaşılır gibi değildi. Hükümet, adeta Kürtlerin söz hakkının olmadığı bir Kürt açılımı yapmaya çalışıyordu. Partinin en yetkili ağızlarından Bekir Bozdağ’ın, açılımın “Türk milleti”nin projesi, muhatabın da “Türk milleti” olduğunu söyleyerek sorunu “terör sorunu” olarak nitelemesi, haklı olarak, iktidarının açılımdaki samimiyetinin sorgulanmasına neden olacaktı.

Açılımın encamı

Kürt sorununun çözümü için hiçbir önerileri olmayan, olamayacak CHP ve MHP’nin, açılıma kapıları peşinen kapatmasına, AKP, daha fazla demokratikleşmeyle, Kürt muhalefetini ve demokrasi isteyenleri safına çekerek karşılık vermeliydi, ama böyle olmadı. Başbakan DTP’lilere randevu vermemekte diretiyordu. Dahası, Türkiye’de herkes Kürt sorununu tartışırken, gazetelerde, televizyonlarda konuyla ilgili yazılar yazılır, programlar düzenlenirken, Kürt aydınları susturulmaya çalışılıyor, Günlük gazetesine bir ay yayın durdurma cezası veriliyordu.

DTP’nin kapatılması, sistemin açılıma muhalefetinin en önemli göstergesiydi şüphesiz. Ancak medyada kendine yer bulamayan başka bazı kararlar, bugün hepimizi korkulara salan sokak şiddetinin temellerini, bizzat adalet eliyle atıyordu. Bolu Cumhuriyet Savcılığı, “Türk, işte karşında düşmanın” diye haykırarak, “ehit edilen her güvenlik görevlisi için bir DTP’li öldürülmeli” diye yazan Bolu Ekspress gazetesi yazarı Işın Erşen hakkında dava açılmasına gerek görmeyen bir karara imza atıyordu mesela… Böylesine canice fikirlerin gazete köşelerinde özgürce dile getirebildiği ve yetkililerin bunu önlemek için hiçbir şey yapmadığı bir ülkede, sokakta insanların linç edilmesi, parti binalarına saldırılması hiç de şaşırtıcı değil.

Açılım siyaseti ilan edildikten sonra, memlekette iki bine yakın Kürt siyasetçi gözaltına alındı, bunlardan yüzlercesi tutuklandı, mahkûmiyet kararı aldı. Kapatılan DTP’nin yerine kurulan yeni partinin belediye başkanları, yöneticileri, elleri kelepçelenerek tutuklandı. Kürtlere yönelik şiddet, bu uygulamalarla da sınırlı kalmadı. Lice’nin enlik köyünde hayvan otlatan 13 yaşındaki Ceylan Önkol’un öldürülmesini artık hepimiz biliyoruz. Peki ya, Hakkari’de öldürülen 14 yaşındaki Abdülsamet Erip’i, Van’da öldürülen 8 yaşındaki Maziye Aslan’i, Siirt’te öldürülen 10 yaşındaki Hakan Uluç’u, ırnak’ta öldürülen 16 yaşındaki Caziye Ölmez’i?

Bu dönemde, Hakkâri’den, Van’dan, Siirt’ten gelen haberler, mektuplar avaz avaz haykırıyordu: “Neredesiniz? Neden sesimizi, çığlığımızı duymuyorsunuz!”

Bu seslere kulaklarımızı tıkadığımız, emniyet bülteni ağzıyla haber veren medyanın yazdıklarını sorgulamadan kabul ettiğimiz için kendimizi suçlamamız gerekmiyor mu?

Yeni bir sözleşme

Aşağılanmayla, ötekileştirilmeyle, şiddetle geçen yıllar ve uzun silahlı mücadele geleneği, Kürtleri Türkiye’de ‘doğuştan’ muhalif ve öteki hale getirdi. Bu nedenle, onları ikna etmeyen her dönüşüm projesi, var olan ayrılıkları daha da derinleştirmeye mahkûm.

Antalya’daki Kürt garsonun, Adapazarı’ndaki Kürt bakkalın, Ordu’daki Kürt fındık işçisinin zihninde çakan her korku ışığı, memleketi biraz daha bölüyor, bu toprağın insanlarını bizlerden biraz daha koparıyor. Korkuyu bedeninde hisseden her Kürt’ün benliğinde aşılmaz uçurumlar doğuyor. Küstürülen her yürekte, yasak renkler inadına yan yana geliyor, “Edi bese!” yani “Yeter artık!” diyen nice yeni isyan pankartları açılıyor.

Bir toprak parçası üzerinde yaşayan toplulukları homojen bir bütün haline getirme projesi, geçmişte de, bugün de, büyük acılara neden oldu, çok can yaktı. Modern devletlerin, bir ulus yaratmak adına ortadan kaldırdığı, baskı altına aldığı, asimile etmeye çalıştığı kültürler, insanlık tarihinde koskoca bir mezarlık oluşturuyor. Türkiye devletinin de bu açıdan kapkara bir sicili var. ‘Tek dil, tek millet’ siyasetinde ısrar, bu sicilin kabarmasından başka bir şeye yaramayacak. Türkiye, aklınıza gelecek her alanda, siyasette, eğitimde, kültürde, çokkültürlü vatandaşlık dönüşümünü hayata geçirmek zorunda.

Türkiye değişecekse, bunu ancak Kürtleri içine alan yeni bir toplumsal sözleşmeyle başaracak. Aksi takdirde, karanlıklardan kurtulmak belki de hiç mümkün olmayacak. Kürt meselesini Kürtlerin seslerini bastırarak çözeceklerini sanan milliyetçi aklıevvellere karşı mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Aksi takdirde, bir şeyler yapmak için çok geç olacak. Bunun sorumluluğunu ve acısını da, emin olun, hep beraber taşıyacağız.

(Bu yazıyı, bu köşede Kürt meselesiyle ilgili daha önce yayımlanmış yazıları kolajlayarak hazırladım. Yaşanan olaylar karşısında, söylenecek ‘yeni’ o kadar az söz var ki.)


1 yorum:

Faysal Baysal Utku dedi ki...

Kürtleri de içine alan bir toplumsal sözleşme kulağa hoş geliyor da, bu sırf Kürtler için olmamalı. Şöyle bir geçmişe uzanıp halklar arasında ne olmuş bitmiş bununla yüzleşmek lazım. Tabii amaç düzene karşı çıkmak değil de düzenden pay istemek ise vay geldi başımıza.