16-17 Kasım’da Brüksel’de düzenlenen “Din Özgürlüğü: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Köprüsü” başlıklı konferans, ilginç sunumları ve çarpıcı açıklamalarıyla önemli bir toplantıydı. Konferansa, Devlet Bakanı ve Avrupa Birliği Başmüzakerecisi Egemen Bağış’ın, Heybeliada Ruhban Okulu, Patrik Bartholomeos’un Ekümenik unvanı ve Başepiskopos Aram Ateşyan’ın ‘Patrik Genel Vekili’ atanması hakkındaki açıklamaları damga vurdu.
Toplantının ev sahibi, ABD’de faaliyet gösteren Archons of the Ecumenical Patriarchate adlı örgüttü. Kendilerini Kilise’ye hizmete adamış olan Archon’lar, hayır işleri ve diplomatik faaliyetlerle, Ana Kilise’nin, yani merkezinde Fener’deki Ekümenik Patrikliğin olduğu Ortodoks Kilisesi’nin yararı için çalışıyor. Brüksel’deki Din Özgürlüğü konulu konferans da, sadece Kilise’ye değil, Türkiye’nin demokratikleşmesine de katkıda bulunmak anlamında yararlı tanışma ve tartışmalara vesile oldu. Oturumlara çok sayıda akademisyen, uzman, siyasetçi ve din adamı katıldı. Konferansa riyaset eden Amerika metropoliti Başepiskopos Demetrios, bilge ve nüktedan kişiliği, soğukkanlı değerlendirmeleri ve tartışmaları teşvik eden tavrıyla gerçek bir ruhani duruşu sergiliyordu.
İki günlük konferansın, Avrupa Parlamentosu çatısı altında gerçekleşen ilk ayağı “Köprü” başlığını taşıyordu ve Türkiye’de din özgürlüğü konusunun bir fotoğrafını çekmeyi amaçlıyordu. Bu fotoğraf elbette ki öncelikle sorunları gösteriyordu ve doğaldır ki konuşmalar da bu sorunları göz önüne sermeye odaklanmıştı. Başepiskopos Demetrios’un dikkati çektiği gibi, Türkiye’de mevcut hükümet, Sümela ve Ahtamar’daki ayinler gibi simgelerle, bu meseleleri olumlu bir ruh haliyle konuşma fırsatını sağlıyordu ve şimdi sıra, simgelerin ötesine geçip, gerçek tedavinin yollarını aramaktaydı.
Dünyanın yüzde yetmişi baskı altında yaşıyor
Konferansın açılış konuşmasını yapan Archon’ların başkanı Anthony J. Limberakis’in dikkatini çektiği gibi, dünya üzerinde insanların yüzde yetmişi dini özgürlükleri sınırlı bir ortamda yaşıyorlar ve bu yüzden baskıya uğruyorlar. Bu alandaki huzursuzluk ve çekişmeler, dünyada barışı tehdit ettiği gibi, din, kötü niyetli siyasetleri de perdelemek amacıyla kullanılıyor sıkça. Bu nedenle de, her türlü inancın özgürce yaşanması, dünya üzerinde istikrarın sağlanması açısından büyük önem taşıyor.
Dini özgürlüğün en temel insan hakkı olduğunu söyleyen, ABD’deki Vicdanın Çağrısı (Appeal of Consciesne) Vakfı’nın Başkanı Haham Arthur Schneier, yaptığı konuşmada, kapıları açmak, engelleri aşmak ve kalpleri kazanmak için diyalog ve işbirliğinden başka bir yol olmadığını vurguladı. Bir Holokost kurbanı ve 72 yıl önce yaşanmış Kristal Gece’nin bir tanığı olarak özgürlüklerin kıymetini çok iyi bildiğini ve bunun için de onu bütün insanlık için talep ettiğini söyleyen Schneier, “Bir din adına işlenen suçun, dine karşı işlenmiş suçların en büyüğü olduğunu” ifade etti. Avrupa’nın göçler, İslam korkusu ve Anti-Semitizm gibi sorunlarla cebelleştiğini hatırlatan din adamı, bu sorunları çözmek için büyük krizlerin beklenmeden olumlu adımlar atılması gerektiğini söyledi.
Almanya’daki İnsan Hakları Ofisi’nin yöneticisi Otmar Oehring ise, Türkiye’nin jeopolitik önemi nedeniyle dini özgürlüklerin her zaman uluslararası politikanın bir aracı haline geldiğini vurgulayarak, son yıllarda yaşanan suikastların gösterdiği gibi, vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını ifade etti. Türkiye’de azınlık tanımında ciddi bir sorun olduğunu anlatan Oehring, gayrimüslim toplulukların dini kurumlarının tüzel kişiliklerinin tanınmamasının önüne geçilemeyen sorunlara neden olduğuna işaret etti.
Türkiye çok yol almalı
Türkiye’de, Lozan Anlaşması’na aykırı bir şekilde sadece Rum, Ermeni ve Yahudilerin azınlık olarak değerlendirilmesinin kabul edilemez olduğunu söyleyen Avrupa Hukuk ve Adalet Merkezi yöneticisi Gregor Puppinck ise, AB’nin Yeni Vakıflar Yasası’nın alkışladığını, oysa yasanın önemli bir yenilik sağlamadığını belirtti. Aynı tuzağın Sümela ve Ahtamar ayinlerinde de geçerli olduğunu söyleyen Puppinck, bu tip adımların keyfi kararlara bağlı olmaması gerektiğini ve sistemli bir hal alması gerektiğini ifade ederek, tüzel kişiliğe sahip olmamaları nedeniyle Patrikhanelerin bir banka hesabı açmak imkânından dahi mahrum bırakıldığını vurguladı.
Alevilerin ibadet yerlerinin resmen tanınmadığını ve din eğitiminin de büyük sorunlar taşıdığına dikkat çeken Puppinck, Türkiye’nin din özgürlüğü konusunda alması gereken çok yol olduğunu söyledi.
Konferansın ilgi çekici oturumlarından birinde, Türkiyeli Aleviler adına Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek, Katolikler adına Türkiye Dinler Birliği Başkanı Peder Claudio Monge, Rumlar adına Azınlık Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas, Protestanlar adına Protestan Kiliseler Birliği’nden Mine Yıldırım, Süryaniler adına ise Dünya Süryani Birliği’nden Johnny Messo konuştular. Aynı oturumda Başepiskopos Aram Ateşyan da konuşmacıydı. Sunumlarda genel vurgu, yasalarda ayrımcılık içermeyen hükümlerin dahi uygulamada ayrımcılığa dönüştüğü, bununla mücadele etmenin de hiç kolay olmadığı yönündeydi.
Doğan Bermek, konuşmasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyoner bir örgüt gibi işleyerek Alevileri Sünnileştirmeye çalıştığını, herkesin ödediği vergilerle yapılandığı halde Sünni inancı dışındakilerin bütçeden pay alamadığını anlattı. Peder Monge dini azınlıkların milli birliğe tehdit olarak algılandığını ve bunun sonucunda da şiddet eylemleriyle karşılaştığını, tek çözümün ise gerçek anlamda laikliğin hayata geçirilmesiyle sağlanabileceğini söyledi.
Konuşmasında Yeni Vakıflar Yasası’nın hükümleri gereğince, daha önce el konulmuş gayrimüslim mülkleri için tanınan yasal başvuru sürecini anlatan Laki Vingas ise, yaklaşık 1700 mülk için yapılan başvurunun sadece 100 kadarının iade edildiğini, diğerlerini bekleyen akıbetin henüz belli olmadığını anlattı. Kanunun olumlu düzenlemelerin yanı sıra pek çok eksikliği de olduğunu anlatan Vingas, farklı dini gruplara ait kurumların yasal statülerinin olmaması nedeniyle büyük zorluklar yaşadıklarını, ayrıca, yeni bir vakıf kurma hakkının hâlâ yasada tanınmadığını anlattı.
Konferansın sonraki oturumlarında Türkiyeli ve yabancı çok sayıda aydın ve hukukçu, sorunların çözüm yolunu tartışmaya devam ettiler. İnsan hakları savunucusu ve hukukçu Orhan Kemal Cengiz gayrimüslim toplulukların Türkiye hukuk sisteminde sahip olduğu hakları anlatırken, Avukat Kezban Hatemi Heybeliada Ruhban Okulu’yla ilgili süreci irdeledi. Dilek Kurban, Cole Durham ve Muna Ndulo’nun katıldığı bir başka oturumda uluslararası hukuk standartlarına göre dini özgürlük konusu irdelendi. Mustafa Akyol Türkiye’de çoğunlukta olan nüfusun gayrimüslimler hakkındaki algı ve paranoyasına ve bunun eğitim kanalıyla nasıl sistemik bir hal aldığına dikkat çekerek meselenin toplumsal ve kültürel yönünü vurguladı.
Konferansa konuşmacı olarak katılan Avrupa Parlamentosu milletvekilleri Renate Sommer ve Konrad Szymanski’nin 11 Eylül sonrası İslam karşıtlığından izler taşıyan ve hiç de yapıcı sayılamayacak konuşmaları durumun Avrupa kültürü açısından da hiç iç açıcı olmadığını gösterirken, Prof. Hüseyin Hatemi’nin, ‘Medeniyetler Çatışması’ teorisinin zararlarını gösteren ve barışçı söylemi öne çıkaran konuşması, doğru yolun hangi değerleri yüceltmekten geçtiğini gösteriyordu.
Konferans boyunca birlikte yenilen her öğünün sonunda, Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan inancına mensup bir din adamının kendi dili ve dinince ettiği duaya herkesin eşlik etmesi, konferansa katılanların bu değerleri özümsediğinin bir göstergesi gibiydi. Darısı Türkiye’nin, Avrupa’nın ve tüm dünyanın başına…
Egemen Bağış’tan Patriklik gafları
Başmüzakereci Egemen Bağış konferansın ilk gününde konuştu. Bir önceki oturumda din özgürlüğü konusunda dile getirilen karamsar ve gerçekçi tablonun aksine oldukça mutlu bir Türkiye profili çizen Bağış, hükümetin din özgürlüğü için attığı adımları sıralarken iddialıydı. Müslüman çoğunluğun da din özgürlüğü konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığını söyleyen Bağış, yaşadığımız topraklarda Osmanlı döneminden gelen bir ortak yaşam geleneği olduğunu ve bunu yeniden tesis etmek için gerekli reformların yapıldığını anlattı kendisini dinleyenlere. Başmüzakereci, hükümetin Sümela ve Ahtamar gibi jestlerinin yarının daha iyi olacağının müjdecisi olduğunu belirtti.
Bağış’ın konuşmasında daha çok pozitif gelişmeleri öne çıkarması bir politikacı açısından anlaşılır olsa da, kendisini bu toplantıya davet eden ve konuşmasından önce de ödüllendiren organizatörlerin beklentilerini karşılamaktan uzaktı. Archon’lar ve Ekümenik Patriklik, kendisinden özellikle Ruhban Okulu, Patrikliğin tüzel kişiliği ve Ekümenik sıfatının tanınması konusunda geçmiş dönemlerin ulusalcı politikalarını geride bırakacak bir açıklama bekliyorlardı şüphesiz. Ancak bu konularda bırakın bir umut ışığı bulmayı, hayal kırıklığı yaratan açıklamalara tanık oldular.
Konuşmanın ardından kendisine iletilen yazılı sorulara cevap veren Bakan Bağış’ın yanıtları salondaki kimseyi memnun etmedi. Örneğin, Patriğin Ekümenik sıfatının neden tanınmadığı yönündeki soruya Bağış, bu tabirin dini bir içeriği olduğunu, kendisinin de Hıristiyan inancına mensup olmadığı için bu konuda bir değerlendirme yapamayacağını, ancak Ortodoksların diledikleri unvanı kullanmakta özgür oldukları yanıtını verdi. Bağış’ın, ülkede gittikçe azalmakta olan gayrimüslim nüfusun artması için ne gibi planları olduğu yönündeki bir soruya verdiği cevap ise, gayrimüslimlerin bu ülkede hangi koşullar nedeniyle azaldığını hiç dikkate almayan, bu nedenle pek de şık olmayan bir hazırcevaplığı gösteriyordu. Başmüzakereci, nüfuslarının artması için, Başbakan Erdoğan’ın “üç çocuk yapma” önerisini gayrimüslimlerin de benimsemesinin hayırlı olacağını söyledi gülümseyerek...
Bağış’a, konuşması sırasında, salonda bulunan Başepiskopos Aram Ateşyan’dan “patrik”, “eş patrik” gibi sıfatlarla söz etmesinin nedeni; Türkiyeli Ermeni yurttaşların oylarıyla seçilmeyen bir ruhaniyi patrik olarak kabul etmedikleri ve hükümetin “patrik genel vekili” uygulamasıyla neden sürece müdahale ettiği de soruldu... Bağış’ın yanıtı çok sayıda gaf içeriyor ve Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yaşanan sorunların neden bu kadar çetrefil bir hal aldığını gösteriyordu.
Bakan Bağış, öfkeli bir ifadeyle, bu sorunun Başepiskopos Ateşyan hakkında çok haksız bir suçlama olduğunu söyledi öncelikle. Ateşyan’ın büyük fedakârlıkla, Ermeni toplumunun kendisine patrik olması için bulunduğu ricaları geri çevirdiğini iddia etti. Ruhani büyüğü olan Patrik II. Mesrob’u kardeşi gibi sevdiği için o ölene kadar patrik olmayı, “O koltuğa oturmayı reddettiğini” savundu. Üstelik, ardından da, Ateşyan’ın hükümete, II. Mesrob’un sağlığında kendisine güvenerek vekâlet verdiğine dair belgeler gösterdiğini anlattı ve bunun üzerinde de kendilerinin Ermeni kilisesinin geleneklerince “patrik genel vekili” uygulaması yoluna gittiklerini, Ruhani Kurul’un da Ateşyan’ı oybirliğiyle seçtiğini anlattı.
Neresinden tutsanız elinizde kalacak bu açıklamalar cevaplanması gereken pek çok soru doğuruyordu elbette.
Ermeni Patrikliği makamı, bir ruhaninin bir başkası hakkındaki kardeşlik duygularına bırakılacak bir kurum muydu? Hükümet, bu kilisenin geleneklerinde halkoyuna dayanan bir seçim olduğu gerçeğini nasıl göz ardı edebiliyordu? Patrikhane II. Mesrob’un hastalığı nedeniyle seçim kararı aldığı, bu karar üzerine bir Seçim Müteşebbis Heyeti oluşturulduğu ve seçim için resmi başvuru yapıldığı, hatta aday ruhaniler dahi ortaya çıktığı halde seçim yapılamayacağına hükmeden hükümet, Ermeni Kilisesi’nin iç işlerine hangi hakla karışabiliyordu? Üstelik bu tavrı “din özgürlüğü” konulu bir toplantıda nasıl savunabiliyordu? Başepiskopos Ateşyan’ın kendilerine gösterdiği iddia edilen belgeler hangileriydi? Patrik II. Mesrob, Başepiskopos Ateşyan’a seyahatleri sırasında vermiş olabileceği vekâletler dışında, daha genel, daha kapsayıcı bir vekâlet vermiş olabilir miydi? Eğer durum buysa, Patrik rahatsızlanıp fiilen patriklik yapamayacağını nasıl bilmiş ve Ateşyan’a vekâlet vermişti? Yoksa Ateşyan geçici bazı vekâlet belgelerini hükümete ‘patrik genel vekil’liği için verilmiş gibi mi göstermişti?
Bu soruların hiçbir makul yanıtı olamayacağı aşikâr. Hükümet ve Başepiskopos Ateşyan, görünen o ki, gerçekler üzerine kurulu olmayan bir senaryoyla bir ‘patrik genel vekilliği’ ucubesi yarattılar ve bu durumu tüm Türkiyeli Ermenilere dayattılar.
Bunu yaparken halkın seçim ve söz hakkını görmezden geldiler. Hükümet bu tavrıyla din özgürlüğü konusunda çok olumsuz bir sınav verdiği gibi, halkın sesini bastırıp sadece Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap alarak demokratlık açısından da sınıfta kaldı.
Hükümetin neden ısrarla Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap kabul ettiği ve Ermeni Kilisesi’ne müdahale eden bir tavır içine girerek eleştirilmeyi göze aldığının yanıtı ise yine aynı konferanstaydı.
Bağış’ın konuşmasından sonra, Türkiyeli farklı dinsel grupların sorunlarının tartışıldığı oturumda, Türkiyeli Aleviler, Katolikler, Rumlar, Protestanlar ve Süryaniler, dilleri döndüğünce, güçleri yettiğince, kendi meşreplerince sorunlarını anlattılar, taleplerde ve önerilerde bulundular. Aynı oturumda Ermeniler adına konuşan Başepiskopos Ateşyan ise, sanki Ermeniler açısından her şey tozpembeymiş gibi, suya sabuna dokunmayan, tatsızlıklara ve olumsuzluklara hiç değinmeyen bir konuşma yaptı ve hükümetin neden kendisini Ermeni Patrikhanesi temsilcisi olarak görmek istediğini de göstermiş oldu. |