O zaman çukuru gösterin

Agos, 31 Aralık 2010

Bayramların mutluluğu bazı evlerde buruk yaşanır. Zenginlikle ya da fukaralıkla ilgisi yok... Başkalarının büyük kutlama günleri bazı hanelere eksikliklerini, yarım kalmışlıklarını hatırlatır her şeyden çok. Hiç konuşulmasa, hep etrafından dolanılsa da, birilerinin yokluğu, tekinsiz bir natamamlığı getirir ziyafet sofrasına, bir türlü tam olamamayı, hep eksik kalmayı... Siz görmeseniz de, soğuk soğuk parlayan kör bir bıçak, tepelerde bir yerde sallanır durur. Kimse de onu kovmaya kalkmaz. Hane halkı bir arada da olsa, o gün herkes bir başınadır. Herkes kendi iç-evinde, kendi hesaplaşmasında.

Bayramlar bazı evlerde buruk yaşanır. En çok da, şeklen bir aileye benzediği halde, o eksiklik hissi nedeniyle aile olma özelliğini hepten yitirmeye yüz tutmuş insanların hanelerinde. Açık yaralar en çok o gün görünür. Bu sebeptendir bazılarının bayramları sevmemesi.


*


Her ölüm erken ölümdür. Ama bazı ölümler isyan duygusu yaratmaz, kabullenilir. Ne de olsa hayatın en büyük, en mutlak gerçeğidir ölüm. Metanetle karşılanması, belli bir süre üzüntü duyduktan sonra unutulması beklenir. Metanetle karşılamayan, bir süre üzülüp unutamayanlar, yaşadığımız hayatın dışına itilmeye çalışılır.

Peki ya ölümün bir bedeni yoksa? Yıldönümlerinde ziyaret edilecek, bir demet çiçek bırakılacak, toprağı bir kova suyla sulanıp yanık bağırları ferahlatacak bir mezar yoksa? Âlemin her köşesinde, insan evladının başına gelebilecek en büyük felaket budur ve bu en büyük felaketin bu kara topraklardaki cisimleşmiş hali de Cumartesi Anneleri’dir. Onlar, yıllardır bu anlatılamaz, bu anlaşılamaz acıyla yaşamak zorunda bırakıldı.


15 Şubat 1995’te gözaltına alınıp kaybedilen Rıdvan Karakoç’un ağabeyi Hasan Karakoç’un “Biz en azından şanslıyız. Çünkü çiçek koyabileceğimiz bir mezarımız var. Bu insanlar, işkencelerde, kalorifer kazanlarında kaybedilen insanların kemiklerini istiyor” demesi boşa değil.
Başında ağlayabileceği bir mezar için 15 yıldır karda kıyamette, polis copunun, panzerinin altında oturuyor analar.

Evlatları, bu devletin istediği türden sadık vatandaşlar olmadıkları için, başka türlü bir dünya istedikleri için veya sırf Kürt oldukları için gözaltına alındıktan sonra, devletin memurları tarafından yok edildiler. Polisler, askerler, komiserler, yüzbaşılar, emniyet müdürleri, generaller; onların da her biri aile babası, her biri anasının bir tanesi, göz göre göre cinayet işlediler, katilleştiler.

Pusu bu toprakların kanlı ve kadim geleneğidir, iyi biliriz. 1994’te İstanbul Aksaray’da gözaltına alındıktan sonra kaybedilen DEV-GENÇ’li İsmail Bahçeci’nin kardeşi Umut Bahçeci, kardeşini kaybedenlerden hesap sorduklarında, dönemin bakanı Azimet Köylüoğlu’nun, annesine “Çocuğunu almışlardır, öldürmüşlerdir, bir çukura atmışlardır” dediğini anlattı geçtiğimiz cumartesi. Annesi, bakana, “O zaman çukuru gösterin!” demişti.

Analardan o çukuru bile esirgediler.


*


Cumartesi Anneleri, 24 Nisan 2010’dan bu yana, o pusu geleneğinin kurbanı, çukursuz, mezarsız, duasız kalmış Ermeni aydınların, İstanbullu Krikor Zohrab’ın, Harputlu Tılgadıntsı’nin, Siverekli Rupen Zartaryan’ın, Sivaslı Doktor Nazaret Dağavaryan’ın resimlerini de gösteriyor Galatasaray meydanında, gören gözlere.

Bir arkadaş yaklaşıp, “Şu resimleri taşımak Cumartesi Anneleri’ne ne de çok yakışıyor, değil mi?” diye soruyor.


Bu nasıl memleket? Acılarda buluştuğumuz için kendimizi mutlu hissediyoruz. Mutluluk bile keder dolu.

İşte bu da, bu garip memlekette bir yeni yıl yazısı.

Cumartesi Anneleri, analarımız bilsinler ki, sadece Galatasaray’da değil, 15 yıldır gönlümüzün tahtında da oturuyorlar.

Yeni yıllara bugünkünden daha mutlu girecekleri zamanlara...

(Fotoğraf: Paolo Pellegrin)

Gomidas’ı anarken

24 Aralık 2010

Geçtiğimiz hafta, Lütfi Kırdar Salonu’ndaki Gomidas anması şüphesiz önemliydi. Önemliydi, çünkü daha birkaç yıl önce Paris’te dikilen anıtı nedeniyle Türkiye medyasının hakaret ve aşağılamalarına maruz kalan Gomidas’ı, aynı medyanın gözü önünde anmak, şarkılarını söylemek ve başına gelenlerden söz etmek, memlekette bir şeylerin değişmekte olduğunu gösteriyordu. O günleri bilenler ve unutmayanlar, bugünlerin kıymetini bilirler. Bu nedenle, katkıda bulunan herkesin emeğine sağlık.

Ama bu yazı, Gomidas’ın ve onun bugün İstanbul’da anılma şeklinin bambaşka bir yönünü didiklemek üzere yazıldı. Çünkü Gomidas’a nasıl bakıldığı, Ermenilerin kendileriyle, geçmişleriyle ve gelecekle ilişkilerine dair önemli şeyler söylüyor.

O gece, programın ezici çoğunluğunu, İstanbul’un çeşitli Ermeni kilise korolarının seslendirdiği din dışı Gomidas düzenlemeleri oluşturuyordu. Salondaki Ermeni olmayan dostlar, arkadaşlar, gazeteciler, onları hayranlıkla dinledi, çok sesli düzenlemelerdeki derinlik karşısında şaşkına döndü, küçücük Ermeni toplumunun içinden nasıl olup da bunca koro çıktığına şaşırdı.

Ama bugüne kadar kendilerinden gizlenmiş, saklanmış olanı keşfetmekten kaynaklanan bu heyecanlı tepkileri bir yana bırakırsak, o anma töreninin ruhuyla ilgili ciddi bir sorun vardı.

Açalım...

Ruh meselesi

Gomidas, Ermenilerin uluslaşma çabası gösterdikleri bir dönemin sanatsal zirvelerinden biriydi. Batı’da 19. yüzyılda gerçekleşen ve Osmanlı coğrafyasına gecikmeli olarak giren ulus yaratma projesinin motor gücü, tarihin derinliklerinde kalmış, ‘öz’ kültürün, başlı başına bir medeniyet olduğunu kanıtlamak, onu çağdaşlarının seviyesine çıkarmaktı. (Burada, “Muassır medeniyet” söylemini hatırlayabiliriz.)

Ermeniler de, Urartulara dek uzanan tarihsel anlatılarında, öz medeniyetlerinin köklerini bulmakta zorlanmadılar.

Osmanlı yönetimi altında Ermeni halkının büyük çoğunluğu sefalet koşulları ve baskı altında yaşıyordu. Bunu değiştirebilmek içinse, tek ve kenetlenmiş bir ulusun inşa edilmesi gerekiyordu.

Edebiyatta 19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve 1915 öncesinde (Taniel Varujan ve arkadaşlarının ‘Mehyan’ [Tapınak] dergisiyle) zirveye ulaşan arayışlara paralel olarak, Gomidas da müzikte o güne dek denenmemiş yollarda ilerliyordu.

Amaç netti: Bir ulusal yüksek estetik yaratmak. Bunu gerçekleştirebilmek için halkta olana gidilecek, o cevher işlenerek, dünya piyasasında geçerliliği olan bir ürüne dönüşecekti. Gomidas da, Ermeni köylülerin en saf sevda, iş ve doğa şarkılarını Batı normlarına göre düzenledi, onların kalabalık korolar tarafından çok sesli okunması için çaba gösterdi.

Modernizmin macerasının çeşitli veçhelerinde karşımıza çıkan bir süreç burada da yaşandı. Halkın kültürü temel alınıyor, ama ortaya ona yabancı bir ürün çıkıyordu. ?arkıların özgün haliyle Gomidas’ın tezgâhından geçmiş halleri arasında büyük fark vardı. Ve bu çağdaş ve yüksek kültür, Ermeni yerel kültürünü, folklorunu, onun kendine özgü tadını ve kokusunu bir anlamda tehdit de ediyordu.

Çünkü yüksek olarak tanımlanan kültür, alçakta durana tahammül edemez. (Bu durumun radikal bir örneği olarak, 1930’lu yıllarda Türkiye’de alaturka müziğe ve halk şarkılarına uygulanan baskıları getirin hatrınıza.)

İşte o gecenin en önemli sorunu, bu tip bir eleştirel okumadan bihabermiş gibi davranılmasıydı. Her şey, Ermeni geleneğinde ‘tasagan’ (klasik) olarak adlandırılan usullere uygundu. Bu yüzden de, istisnalar hariç, sahne tektip ve donuktu.

Yukarıdaki tarihsel yorum, Gomidas’ı suçlamak üzere yazılmadı. Aksine, onun tavrının son derece anlaşılır ve doğal olduğunu söylemek lazım. Zamanın ruhu, o zaman öyle söylüyordu ve bugün bu kritiği de bu zamanın ruhuyla bağlantılı olarak yapıyoruz.

Ama eğer 1915 yaşanmasaydı ve Gomidas felaketimizin en önemli simgelerinden biri halini almasaydı, onun yapıtının eleştirisi yapılacak, Gomidas bir ya da iki kuşak sonra aşılacak, tarihte alması gereken doğal yeri alacaktı. Öyle olmadı. Yaşadığı trajedi Gomidas’ı bir ikon haline getirdi; adeta taşlaştırdı.

İşte o gece, Türkiye siyasetinde, tepeden inmeci Türk modernleşmesine karşı keskin eleştiriler yönelten, bu toplumu tektipleştirme çabalarına şiddetle karşı çıkan Türkiyeli entelektüeller, bu arkaplanın pek de farkında olmadan, dinlediklerine hayran kaldılar.

Muhtemelen sahnede, Ermenilerin bu topraklar ölçeğinde fazlaca ileri ve gelişkin bir kültüre sahip olduğu yönündeki inançlarının onayını görüyorlardı.

Oysa, sahneye konan, tarihsel alternatif okumalara kapalı bir gösteriydi. Ermeni taşrasının sesleri, Batıya öykünen bir kılıkla çıktı karşımıza. Kaderin garip bir cilvesi işte, şarkıların en serbest ve bugüne ait yorumlarının icrası da, Ermeni olmayan sanatçılara kalmıştı.

Oysa konserde, klasik Gomidas icralarının yanı sıra, Gomidas’a kaynaklık eden halk şarkılarının özgün hallerine de yer verilse, hiç olmazsa bazı şarkılarda çokseslilik saplantısından uzak durulsa, aynı salonda birkaç gün önceki Ahmet Kaya anmasındakine benzer yaratıcı bir ruhla, birbirini andıran çok sayıda koro yerine, değişik yaklaşımlara sahip sanatçılar aransaydı, daha mükemmel ve gerçekçi bir fotoğraf çıkardı ortaya. Bunlar yapılmadığı için, sahnede bir tür resmigeçit izledik. Gösterişli ama sahicilikten uzak.

Yaşayarak yaşatmak

Etkinliğin, Gomidas’ın doğduğu topraklarda anılması anlamında önemli olduğunu söylemiştik. Bu tür çabalar, ‘Türklerin’, geçmişi ve yaşanan kayıpları öğrenmesi bakımından önem taşıyor şüphesiz. Ve bu anlamda, bizlerin bütün çabası bu yüzleşmeye yardımcı olmak yolunda... Ama bu uğurda kimi zaman, Ermeni kültürünün araçsallaşması gibi istenmeyen bir yola sapabileceğimizi görebilmemiz lazım.

Oysa bizim hayati sorunlarımızdan biri de, kültürün yaşaması. Ve sadece geçmişi anarak, onu muhafaza ederek kültürü yaşatmak mümkün değil. Gomidas’ın sanatı da, ancak onun düzenlemeleri bugünle ve bugünün ruhuyla buluştuğunda gerçekten yaşayabilecek.

Yüzleşmeye elbette ki evet. Ama şu andaki ilişki, Türkler ve Ermeniler arasındaki adaletsizliği besleyen bir kanalda ilerliyor. Türklerin geçmişle yüzleşmesine kapı aralayan, ama Ermeni kültürünü müzelik olmaktan kurtaran bir denge halini bulmak, hepimizin boynunun borcu.

Cinayetin ardındaki sorular

Agos, 17 Aralık 2010

Ölümün ardından yazmak zor. Hele böyle gencecik fidanlar söz konusu olduğunda. Çünkü ölümün olduğu yerde ondan daha ciddi hiçbir şey yok.

Ama bazı ölümler insanın karşısına pek çok soru ve sınav çıkarıyor, yanıtlar istiyor.

Sonay’la Zekeriya’ya rahmet, ailelerine sabır dileyerek o yanıtları arayalım.

Bizlere bugünlerde en çok, bu tip cinayetlerin Ermeni ‘töre’sinde yer alıp almadığı soruluyor. Harcıâlem yanıtlarla geçiştirilemeyecek kadar çetrefil bir mesele bu.

Töre denilenin, şu ya da bu etnik gruba bağlı olmaktan çok, kültürel ve bölgesel olduğunu söylemek gerek her şeyden önce. Evet, taşralı nüfusu yoğun bir topluluk olan Ermeniler için de, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda, namus, bekâret, gibi ataerkil normların boğuculuğu söz konusu. Ermenistan’da bugün hâlâ gelinlerin beline bekâretin simgesi olan kırmızı kuşak takılıyor. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi. Veya gerdek gecesinden sonra, yine bekâretin simgesi olarak, kız tarafına kırmızı bir elma götürülüyor törenlerle. Tıpkı Türkiye’nin pek çok yerinde gerdek sabahında kanlı çarşaf âdetinin sürdüğü gibi.

Ermeniler de, Türkler ve Kürtler gibi, bu toprakların ürettiği birtakım kültürel simgeleri beraberlerinde taşıyorlar. Bu bakımdan, Ermenilerde namus ve kadın üzerine baskıcı bir törenin olmadığını söylemek, ancak, gerçeğin üstünü örten modernleşmeci-öykünmeci bir bakış açısıyla mümkün. Ama Ermenilerin farklı dinden olanlarla evlilik durumunda bu tip cinayetler işleyebileceklerini ve bunun törenin bir parçası olduğunu söylemek de doğru değil. Nihayetinde başımıza gelen, öncesi ve benzeri olmayan, gelecekte de olmamasını bütün kalbimizle dilediğimiz bir cinayettir.

Yok olma korkusu

Evet, karma evlilikler, yani farklı dinden veya etnik kökenden insanlarla evlilik meselesi, Türkiyeli Ermeniler arasında çokça konuşuluyor ve tartışılıyor uzun yıllardır. Hayat da karşımıza giderek daha fazla sayıda örneğini çıkarıyor bir Ermeni’yle bir Türk’ün, bir Ermeni’yle bir Kürt’ün aşkını. Pek çok Ermeni ailenin, çocuklarının farklı dinden biriyle evlenmesini arzu etmediği, etmeyeceği de bir sır değil.

Bunda, Ermenilerin sayıca giderek azalması, kültürün devamlılığının büyük bir tehdit altında olması, 1915’te yaşanan acının, soyun devamlılığını başka her şeyin önüne geçirmesi gibi parametrelerin rol oynadığını ve bunların Ermenilerde keskin bir hassasiyet yarattığını görmek gerekiyor. Cemaat içi baskı, yani “mahalle baskısı” da cabası...

Bu hassasiyetin sonucu olan reaksiyonlar da çeşitli. Kimi aileler başta arzu etmedikleri duruma sonradan rıza gösterip, başka bir kökenden gelen gelin veya damatlarını kendi evlatları gibi benimserken; bazı aileler de söz konusu birlikteliği, evliliği ve hatta bu birlikten doğan çocukları, yani torunlarını reddetmeye kadar vardırabiliyor işi.

Genelde iki gönlün bir olmasına, gençlerin birbiriyle “görüşmesine” ses çıkarılmasa da, iş ciddiyete binip evlilik söz konusu olduğunda vaziyet gergin bir hal alabiliyor. Anne babalar, özellikle de torunlarının yaşayacağı sorunları göz önüne alarak, mutlak asimilasyon korkusuyla karşı çıkıyor bu tür evliliklere. Çocuğun adının ne olacağı, hangi dine mensup olacağı, hangi dili konuşacağı, hangi okula gideceği, gibi meseleler aşılmaz duvarlara dönüşebiliyor.

Ama Türkiye gerçekliğinde, kaç Müslüman anne babanın çocuğunun başka inançtan veya kökenden biriyle evlenmesine gönül rahatlığıyla evet diyebileceği sorusunun yanıtını aradığımızda, meselenin Ermenileri aşan bir ataerkil zihniyet sorunu olduğunu tespit etmek de zor değil.

Sonuçta, Ermeni toplumunda çok sayıda kişi, başka dinden veya etnik kökenden olanlarla evleniyor ve yukarıda zikrettiğimiz kaygılar bu tür şiddet eylemlerine yol açmıyor. Üstelik son derece başarılı, mutlu karma evlilik örnekleri de yok değil. Önce evliliğe büyük tepki gösteren ebeveyn ve akrabaların zamanla işi kanıksadığı, hatta gelin veya damatlarını bağırlarına basacak kadar çok sevdikleri durumlar da var.

Ermenilik ve kadınlık

Agos olarak, talihsiz Zekeriya’nın ailesinin Ermeni kökenli olduğu bilgisini okurlarla paylaşmak konusunda bir süre kararsızlık çektik. Müslüman olan, Müslümanlığından kaynaklanan bir sorun nedeniyle hayatını kaybeden ve İslam usüllerine göre gömülen Zekeriya’nın ailesinin iki kuşak öncesinde Ermeni ve Hıristiyan olduğunu açıklamanın bir tür saygısızlık olacağı görüşündeydik. Ancak Salı günkü cenazede bizzat Zekeriya’nın amcası bu bilgiyi basın mensuplarıyla paylaştı ve meselenin bir başka boyutunu tartışmanın yolunu da açmış oldu.

1915’te pek çok Ermeni, hayatta kalabilmek için Müslümanlığı benimsedi. Bu insanların birçoğu sonraki yıllarda hayatını Müslüman olarak sürdürdü; bazıları ise güvenli ortamı bulunca Hıristiyanlığa geri döndü. Bugün Vural’lar gibi, bir kısmı Ermeni, bir kısmı Müslüman olan pek çok sülale var. Ve Sonay’la Zekeriya’nın öldürülmesi, ‘Ermeni Ermeniler’in, 1915 ve sonrasında zorunluluktan din değiştirmek zorunda kalan ‘Müslüman Ermeni’lere bakışına dair, fevkalade olumsuz şeyler anlatıyor bize.

Giderek daha fazla görünürlük kazanan Müslüman Ermenilerin, Ermeni kimliğinin yeni zamanlarda yeniden tanımlanması meselesinde en önemli sınavlardan biri olacağını konuşup yazıyoruz sık sık. Ama belli ki, mesele sandığımızdan çok daha karmaşık.

Son olarak, unutmamamız gereken bir husus da, cinayetin dinle ilgili boyutu konuşulurken pas geçilen kadına karşı şiddet meselesi. Türkiye’de erkekler, namus veya benzeri gerekçelerle kadınları sürekli olarak öldürüyorlar. Bianet’in derlediği verilere göre, 2010 yılı içinde, ekimde 23, eylülde 17, ağustosta 35, temmuzda 23, haziranda 10, mayısta 16, nisanda 25, martta 20, şubatta 14, ocakta 16 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. Ve Sonay da, gazetelerin üçüncü sayfalarında sararıp giden pek çok hemcinsi, kız kardeşi gibi, erkek şiddetinin bir kurbanı. Bugün Ermenilik, Müslümanlık, din değiştirmiş Ermeniler gibi yönleriyle öne çıksa da, bu cinayetin aynı zamanda kadına karşı işlenmiş bir suç olduğunu unutmamalı ve olayı bu geniş fotoğraf açısından da değerlendirebilmeliyiz.

Hem patriksiz hem de

10 Aralık 2010

Epeyce uzun bir süredir Patrikhane çevresinde olup bitenler hakkında yazıp çiziyoruz. Son günlerde ise, Türkiye basını konuya giderek daha çok yer veriyor. Mevcut tartışma çeşitleniyor, boyutlanıyor, genişliyor; sadece Ermenilerin iç sorunu olarak değil, Türkiye devletinin gayrimüslimlere yaklaşımının anti-demokratik doğası ve laiklik açısından değerlendiriliyor.

Bazı okurlar açısından kabak tadı verdiğinin farkındayım. Ama onlardan aflarını rica ediyorum, çünkü mesele, bu krizi bizzat yaratan aktörlere bırakılmayacak kadar önemli.

Patrik seçimiyle ilgili tıkanmanın ve tartışmaların perde arkasındaki gelişmeleri okumak, Türkiye Ermenilerinin asıl krizini ve devletin bu krizin neresinde durduğunu anlamamıza olanak sağlıyor. Patriklik Ruhani Kurulu’nun konuyla ilgili son bildirisi de, Patriklik-Devlet ilişkisine dair bir suçluluk psikozunun itirafı anlamına gelen ifadeler içeriyor.

Son zamanlarda yaşananlar ışığında, mevcut durumun Ermeni toplumunun hiçbir bileşeni tarafından kabul görmediğinin artık apaçık bir hal aldı.

Kısaca saymak gerekirse:

• Ermeni toplumu içerisinden binlerce kişi, kendi iradesiyle ‘Patriğimizi Seçmek İstiyoruz’ adı altındaki metni imzaladı ve demokratik tepkisini ortaya koyarak, devlet müdahalesini ve Patrikliğin tutumunu kabul etmediğini duyurdu.

• Geçtiğimiz haftalarda, Patriklik Mali Komisyonu toplu olarak istifa etti. Kurul, istifa gerekçesini net olarak açıklamasa da, sağır sultanlar bile, Başepiskopos Ateşyan’ın mali konularda hiçbir bilgi vermeden tasarrufta bulunmasının bu kararda büyük bir rol oynadığını duydu. Bu yılın başında Agos’un ortaya çıkardığı skandalda, el konulmuş bir mülkünü geri almaya uğraşan bir Ermeni ailesine yardım etmek karşılığında komisyon istediğini kabul eden Başepiskopos’un Patriklik’teki akçeli işlerde sorgulanamaz bir hale gelmesi elbette ki büyük tepki çekti. Çünkü seçilmiş patrikler bile ancak sivillerle istişare halinde harcama yapabiliyordu.

• Bu gelişmenin ardından, Patrikhane adına yapılan harcamalara imza atan sivil yetkili Melkon Karaköse de, bundan böyle kendisinin herhangi bir belgeye imza koymayacağını duyurdu.

• Patriklik danışmanları ve basın sözcüsü, zaten uzun süredir görevden çekilmiş durumda.

• Tüm Ermeniler Katolikosu II. Karekin’in Patrikhane’ye hitaben kaleme aldığı, genel vekilin görevinin seçim ortamını sağlamak olduğuna dair mektubu Ermeni toplumundan gizlendi. II. Karekin, Paris’te yaptığı açıklamada, genel vekilliğin belirsiz bir süre için geçerli olmasının kabul edilemez olduğunu ilan etti.

• Başepiskopos Ateşyan’ın bizzat tesis edip ilk olarak Bedros ?irinoğlu’nu ödüllendirdiği Ormanyan Nişanı, Karagözyan Vakfı Başkanı Dikran Gülmezgil tarafından reddedildi. Gülmezgil, bu ödülün zamanlamasının içine sinmediğini söyleyerek, Ateşyan’ın şahsi prestijini korumak için kendi adını kullanmasına izin vermedi.

• Bugün, Patrik II. Mesrob’a saygı beslediği için o ölene kadar seçim yapılmayacağını söyleyen Başepiskopos Ateşyan, geçen yıl bu vakitler, vakıf başkanlarını birer birer arıyor, ve yapılacak olan seçimde kendi delegesi olma sözü alıyordu. O zaman ona ses çıkaramayan yöneticilerin hepsi, halkın Ateşyan’a olan tepkisini görerek, zaman içerisinde onun yanından uzaklaştı.

Seçimden kaçmak için

Peki, devletin, Ermenilerin ruhani önder seçme hakkını belirsiz bir süre için askıya almasıyla sonuçlanan bu yola nasıl girildi?

Başepiskopos Ateşyan, seçim kararını almasından sonra, sadece çevresindeki vakıf yöneticileriyle sandıkta kazanamayacağını görmeye başladı. Asıl ihtiyacı olan halkın sevgisi ve oyuydu. Ama özellikle komisyon skandalından sonra, seçim artık çantada keklik değildi. O ve çevresindeki klik, seçimden kaçmanın en doğru yol olacağına hükmederek, Patrikliğin Ateşyan’ın idaresinde olmasından hayli memnun olan devletle birlikte hareket etti ve ortaya patrik genel vekilliği ucubesi çıktı.

Bu öyle bir ucubeydi ki, Valilik kanalıyla iletilen hükümet kararında, tek bir kişiye mahsus olmak üzere verilen kisve giyme hakkının, istendiği takdirde, Ruhani Kurul tarafından seçilecek patrik genel vekiline de verilebileceği belirtiliyordu. Yani, II. Mesrob henüz sağ olduğu için yeni bir patrik seçilemeyeceğini söyleyen devlet yazısı, aynı II. Mesrob sağ olduğu halde, kisve giyme yetkisini ondan alıp halk tarafından seçilmemiş bir vekile vermek gibi dehşetli bir çifte standart uygulamaktan çekinmiyordu.

Bunlar olurken, Patrik II. Mesrob’a sevgiyle bağlı olduğunu iddia eden bir grup da, halkın büyük bir samimiyetle istediği seçim hakkını kösteklemek pahasına, o fiziken ölmediği müddetçe patrik seçilemeyeceği tezine yapışıp kalarak, bir tıkaç rolünü benimsiyordu. Oysa, genel vekil veya eşpatrik, ancak patriğin rızasıyla hayata geçirilebilecek unvanlardı. Ancak bu klik, patriğin sağlığıyla ilgili bilgilerin şeffaflığı, iyi bakılıp bakılmadığı, en iyi tedavinin nasıl gerçekleşeceği gibi konularla uğraşmak yerine, mevcut durumdan hiç şikâyet etmeden, hesapçı yöneticilere prim sağlamış oldu. Ayrıca, çok sevdiklerini söyledikleri patriğin hasta bedeninin bu çıkar kavgasının paravanı haline gelmesine razı geldi.

Akbaba olmaya mecbur muyuz?

Ruhani Kurul, yaptığı açıklamada, patrik genel vekili uygulamasının devlet tarafından ihdas edildiği suçlamasına karşı, bu unvanın Ermeni geleneğindeki değabah’lık, yani patrik kaymakamlığı olduğunu iddia ediyor. Bu çok talihsiz bir açıklama, çünkü gerçeklerin üzerini örtme amacını güdüyor. Biliyoruz ki, değabah, patriğin ölümü halinde, seçim sürecini hazırlamak üzere, öngörülebilir ve geçici bir süre için atanan ruhani görevliye verilen ad. Oysa, patrik genel vekilliği, şu anki haliyle, II. Mesrob ölene kadar, yani belirsiz bir süre için görevlendirildi.

Bütün Ermeni toplumunu akbabalar gibi patriğin ölümünü bekler hale sokan bu akıl almaz uygulamayı bu tür yalanlarla savunmak, Ruhani Kurul’un itibarına büyük zarar veriyor. Oysa zaman, bugüne kadar yapılan yanlışları yeni yanlışlarla katmerlendirmenin değil, samimi bir özeleştiriyle, tepkileri dikkate alarak halkın sesine kulak verme zamanı.

Hem patriksiz hem de cemaatsiz bir Patrikhane neye yarar ki?


Vay kez kağak!

Agos, 4 Aralık 2010

Büyükada’daki gasp edilen Rum Yetimhanesi, nihayet gerçek sahibine, Patrikliğe devredildi. Bakmayın büyük gazetelerin haberi Türkiye devletinin gayrimüslimlere yaptığı büyük bir jest gibi sunmasına. Unutmayalım ki, bu işlem, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’yi mahkûm eden ve genel teamüllerinin dahi dışına çıkarak Türkiye’nin yetimhaneyi iade etmesini “şart koşan” kararının ardından yapılabildi. Yani adalet bir kez daha uzaklardan, ta Strasbourg’dan geldi.

Gelen haberlere göre, yetimhane Ekümenik Patriklik tarafından restore edilecek. Oysa, kiliseye kırk yıl önce el konulmasaydı, orası yetim çocuklara veya muhtaçlara hizmet eden bir yer olarak faaliyetine kesintisiz devam edebilseydi, bugün restorasyona ihtiyaç duyulmadan bina doğal haliyle karşımızda olacaktı. Şimdi ise, elimizde harabe halinde, yıkık dökük dev bir yapı var.

Zalimin zulmü yüzünden geç tecelli eden adalet, tam adalet olamıyor bir türlü... Eğer Türkiye gayrimüslim vatandaşlarına gerçek vatandaş gibi davranabilme olgunluğunu gösteren adil bir devlet olabilseydi, Rumların sayısı bu kadar azalmayacak, yetimhane yetimhane olarak, kilise kilise olarak, okul okul olarak, şu üstteki fotoğraftaki mutfak da mutfak olarak kalabilecekti.

Bugün, iade edilen yetimhanenin kuruluş amaçlarına uygun bir hizmet verebilmesi söz konusu değil, çünkü ayrımcı politikalar nedeniyle ülkedeki Rumların sayısı iki bine kadar düştü. Ve biz adalet bir şekilde tecelli etti diye seviniyoruz...

Ermenicede, “Vay kez kağak, vor takavorıt manug e!” diye bir deyim var.

“Yazık sana şehir, yazık ki kralın daha çocuk!” diye çevirebiliriz.

Yazık bize ki, kralımız bir türlü büyümek bilmiyor.

Solcu ve şair Ecevit

Agos, 4 Aralık 2010

Geçen hafta tüm Türkiye, 19 Aralık 2000’de çeşitli cezaevlerine düzenlenen kanlı ‘Hayata Dönüş’ operasyonunun ardındaki gerçekleri, başta mağdurlardan Hacer Arıkan olmak üzere, birinci el tanıklarından dinledi. On yıl önce, o zamanki iktidarın ve anaakım medyanın el birliğiyle önce hedef haline getirilen, ardından da acımasızca katledilen, sakat bırakılan veya kimyasal silahlarla yakılan insanların hikâyeleri ilk kez geniş kitleler tarafından görüldü, duyuldu. O gün çok kötü, çok vicdansız bir sınav veren Türkiye, topluca mahcup bir günah çıkarma seansındaydı adeta.

On yıl sonra açılan dava, o günleri bir kez daha anımsamamıza neden olurken, bazı önemli ifşaatları da beraberinde getirdi. Bunlar arasında özellikle Zülfü Livaneli’nin Vatan’daki köşesinde aktardığı tanıklık dikkat çekiyordu (28 Kasım).

Livaneli, o günlerde, ölüm orucundaki mahkûmlarla hükümet arasında arabuluculuk görevi üstlenen aydın grubunun bir üyesiydi. Aynı görevi, 1996’da, yani dört yıl önce de üstlenmiş ve anlattığına göre, adalet bakanı tutukluların haklı taleplerini geri çevirince, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’a ulaşılmış, soruna bir çözüm bulunması talep edilmişti. Birçok gencin o geceyi çıkaramayacağını öğrenen Erbakan, “Peki. Bu gece Kadir Gecesi. İsteklerini kabul ediyoruz” diyerek devletin operasyon yapmasını engellemiş ve tutsakların hayatını kurtarmıştı.

Livaneli, cezaevinde bu haberin mutluluğu yaşanırken, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü’nün, Başsavcı Ferzan Çitici’yi arayıp, “Biz ne güzel operasyon hazırlamıştık. Her şeyi berbat ettiniz!’ diye çıkıştığını söylüyor.

Ancak, benzer bir talep dört yıl sonraki olaylarda bu kez Başbakan Bülent Ecevit’e iletildiğinde ise, bu kez olumlu yanıt alınamayacak, düzenlenen operasyonda 32 kişi öldürülecek, onlarca kişi yaralanacaktı.

Zülfü Livaneli, olayları anlattığı yazısını şu sözlerle bitiriyor: “Sonuçta ‘dinci Erbakan’ genç ölümlere yol açmamış ama ‘solcu-şair Ecevit’ katliam emri vermiş oldu. Bunları anlatmak tarih önünde benim namusum ve sorumluluğumdur.”

Livaneli’yle siyasi anlamda epeyce farklı yerlerde olabiliriz, ama devlet vahşetini ve tetikçileri aşikâr eden bu yazısı nedeniyle ona derinden bir teşekkür borcumuz var.

Marie, Kristina, Bernard

Agos, 4 Aralık 2010

Radikal’den Elif Türkölmez’in güzel yazısı (“Yarım kalan viskiler, sigaralar”) düşürdü Fransız rock grubu Noir Desir’i ve solisti Bernard Cantat’ı hatırıma.

Harıl harıl ve bangır bangır Noir Desir dinlediğim günler vardı. Sekiz on yıl olmuş. Bilen biliyor, Bernard Cantat, sevgilisi Fransız oyuncu Marie Trintignant’ı, Litvanya’da bir otel odasında, içkili ve dumanlı kafalarla yaşanan şiddetli bir tartışmanın ardından öldürdü.

Bernard, Marie’yi öldüresiye sevmiş ve erkeklerin sevgisi bir kadını daha öldürmüştü. Cantat sekiz yıl ceza aldı, Litvanya’da hapse girdi.

Grubun pek çok seveni, cinayet haberinden sonra bir daha Noir Desir dinlemedi. Ellerimiz ‘Play’ tuşuna gitmedi, gidemedi.

2007’de şartlı olarak salıverildiğinde, Cantat’ın yeni bir hayata başlayacak gücü var mıydı bilmiyorum, ama bu yılın başında karısı Kristina Rady intihar edince, onun bir büyük bir yıkım daha yaşadığı kesin.

Türkölmez’in yazısının anlattığına göre, kocasını çılgıncasına seven bir kadındı Rady: “İstisnasız her duruşmaya geliyor, ‘evlilikleri boyunca hiç şiddet görmediğini’ anlatıyor, ‘melek gibi adamdır’ diyor gözyaşlarına boğularak. Cantat’ın bir bakışını yakalamak için bekliyor. Sekiz yıl hapse mahkûm olunca en çok o yıkılıyor. 2007’de şartlı tahliye olunca en çok o seviniyor. Macar asıllı, çok güçlü bir kadın. Yakınları çocuklarına çok düşkün olduğunu, onların kendisini hayata bağladığını söylediğini, ancak Cantat’la olan ilişkisinin kadını fena yıprattığını anlatıyor.”

Aldatılmaya, kocasının bir hemcinsini öldürmesine, hapse girmesine ve daha bir sürü şeye dayanan bu güçlü kadın, demek artık yükü taşıyamaz hale gelmişti ki, hayatına son verdi. Evinin mutfağında, çocukları okuldayken…

30 Kasım tarihli Liberation, Noir Desir’in üyelerinden Denis Barthes’ın yaptığı açıklamaya yer vermiş. Barthes grubun dağıldığını duyurmuş; bütün o acı olayların ardından, grubu yaşatmak için suni teneffüs uygulamayacaklarını söylemiş.

Bunca keder, belli ki Cantat’ın çevresindeki kimsede takat bırakmamış.

Kanayan bir yara: Din özgürlüğü

Agos, 26 Kasım 2010


16-17 Kasım’da Brüksel’de düzenlenen “Din Özgürlüğü: Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Köprüsü” başlıklı konferans, ilginç sunumları ve çarpıcı açıklamalarıyla önemli bir toplantıydı. Konferansa, Devlet Bakanı ve Avrupa Birliği Başmüzakerecisi Egemen Bağış’ın, Heybeliada Ruhban Okulu, Patrik Bartholomeos’un Ekümenik unvanı ve Başepiskopos Aram Ateşyan’ın ‘Patrik Genel Vekili’ atanması hakkındaki açıklamaları damga vurdu.

Toplantının ev sahibi, ABD’de faaliyet gösteren Archons of the Ecumenical Patriarchate adlı örgüttü. Kendilerini Kilise’ye hizmete adamış olan Archon’lar, hayır işleri ve diplomatik faaliyetlerle, Ana Kilise’nin, yani merkezinde Fener’deki Ekümenik Patrikliğin olduğu Ortodoks Kilisesi’nin yararı için çalışıyor. Brüksel’deki Din Özgürlüğü konulu konferans da, sadece Kilise’ye değil, Türkiye’nin demokratikleşmesine de katkıda bulunmak anlamında yararlı tanışma ve tartışmalara vesile oldu. Oturumlara çok sayıda akademisyen, uzman, siyasetçi ve din adamı katıldı. Konferansa riyaset eden Amerika metropoliti Başepiskopos Demetrios, bilge ve nüktedan kişiliği, soğukkanlı değerlendirmeleri ve tartışmaları teşvik eden tavrıyla gerçek bir ruhani duruşu sergiliyordu.

İki günlük konferansın, Avrupa Parlamentosu çatısı altında gerçekleşen ilk ayağı “Köprü” başlığını taşıyordu ve Türkiye’de din özgürlüğü konusunun bir fotoğrafını çekmeyi amaçlıyordu. Bu fotoğraf elbette ki öncelikle sorunları gösteriyordu ve doğaldır ki konuşmalar da bu sorunları göz önüne sermeye odaklanmıştı. Başepiskopos Demetrios’un dikkati çektiği gibi, Türkiye’de mevcut hükümet, Sümela ve Ahtamar’daki ayinler gibi simgelerle, bu meseleleri olumlu bir ruh haliyle konuşma fırsatını sağlıyordu ve şimdi sıra, simgelerin ötesine geçip, gerçek tedavinin yollarını aramaktaydı.

Dünyanın yüzde yetmişi baskı altında yaşıyor

Konferansın açılış konuşmasını yapan Archon’ların başkanı Anthony J. Limberakis’in dikkatini çektiği gibi, dünya üzerinde insanların yüzde yetmişi dini özgürlükleri sınırlı bir ortamda yaşıyorlar ve bu yüzden baskıya uğruyorlar. Bu alandaki huzursuzluk ve çekişmeler, dünyada barışı tehdit ettiği gibi, din, kötü niyetli siyasetleri de perdelemek amacıyla kullanılıyor sıkça. Bu nedenle de, her türlü inancın özgürce yaşanması, dünya üzerinde istikrarın sağlanması açısından büyük önem taşıyor.

Dini özgürlüğün en temel insan hakkı olduğunu söyleyen, ABD’deki Vicdanın Çağrısı (Appeal of Consciesne) Vakfı’nın Başkanı Haham Arthur Schneier, yaptığı konuşmada, kapıları açmak, engelleri aşmak ve kalpleri kazanmak için diyalog ve işbirliğinden başka bir yol olmadığını vurguladı. Bir Holokost kurbanı ve 72 yıl önce yaşanmış Kristal Gece’nin bir tanığı olarak özgürlüklerin kıymetini çok iyi bildiğini ve bunun için de onu bütün insanlık için talep ettiğini söyleyen Schneier, “Bir din adına işlenen suçun, dine karşı işlenmiş suçların en büyüğü olduğunu” ifade etti. Avrupa’nın göçler, İslam korkusu ve Anti-Semitizm gibi sorunlarla cebelleştiğini hatırlatan din adamı, bu sorunları çözmek için büyük krizlerin beklenmeden olumlu adımlar atılması gerektiğini söyledi.

Almanya’daki İnsan Hakları Ofisi’nin yöneticisi Otmar Oehring ise, Türkiye’nin jeopolitik önemi nedeniyle dini özgürlüklerin her zaman uluslararası politikanın bir aracı haline geldiğini vurgulayarak, son yıllarda yaşanan suikastların gösterdiği gibi, vaziyetin hiç de iç açıcı olmadığını ifade etti. Türkiye’de azınlık tanımında ciddi bir sorun olduğunu anlatan Oehring, gayrimüslim toplulukların dini kurumlarının tüzel kişiliklerinin tanınmamasının önüne geçilemeyen sorunlara neden olduğuna işaret etti.

Türkiye çok yol almalı

Türkiye’de, Lozan Anlaşması’na aykırı bir şekilde sadece Rum, Ermeni ve Yahudilerin azınlık olarak değerlendirilmesinin kabul edilemez olduğunu söyleyen Avrupa Hukuk ve Adalet Merkezi yöneticisi Gregor Puppinck ise, AB’nin Yeni Vakıflar Yasası’nın alkışladığını, oysa yasanın önemli bir yenilik sağlamadığını belirtti. Aynı tuzağın Sümela ve Ahtamar ayinlerinde de geçerli olduğunu söyleyen Puppinck, bu tip adımların keyfi kararlara bağlı olmaması gerektiğini ve sistemli bir hal alması gerektiğini ifade ederek, tüzel kişiliğe sahip olmamaları nedeniyle Patrikhanelerin bir banka hesabı açmak imkânından dahi mahrum bırakıldığını vurguladı.

Alevilerin ibadet yerlerinin resmen tanınmadığını ve din eğitiminin de büyük sorunlar taşıdığına dikkat çeken Puppinck, Türkiye’nin din özgürlüğü konusunda alması gereken çok yol olduğunu söyledi.

Konferansın ilgi çekici oturumlarından birinde, Türkiyeli Aleviler adına Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek, Katolikler adına Türkiye Dinler Birliği Başkanı Peder Claudio Monge, Rumlar adına Azınlık Vakıfları Temsilcisi Laki Vingas, Protestanlar adına Protestan Kiliseler Birliği’nden Mine Yıldırım, Süryaniler adına ise Dünya Süryani Birliği’nden Johnny Messo konuştular. Aynı oturumda Başepiskopos Aram Ateşyan da konuşmacıydı. Sunumlarda genel vurgu, yasalarda ayrımcılık içermeyen hükümlerin dahi uygulamada ayrımcılığa dönüştüğü, bununla mücadele etmenin de hiç kolay olmadığı yönündeydi.

Doğan Bermek, konuşmasında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyoner bir örgüt gibi işleyerek Alevileri Sünnileştirmeye çalıştığını, herkesin ödediği vergilerle yapılandığı halde Sünni inancı dışındakilerin bütçeden pay alamadığını anlattı. Peder Monge dini azınlıkların milli birliğe tehdit olarak algılandığını ve bunun sonucunda da şiddet eylemleriyle karşılaştığını, tek çözümün ise gerçek anlamda laikliğin hayata geçirilmesiyle sağlanabileceğini söyledi.

Konuşmasında Yeni Vakıflar Yasası’nın hükümleri gereğince, daha önce el konulmuş gayrimüslim mülkleri için tanınan yasal başvuru sürecini anlatan Laki Vingas ise, yaklaşık 1700 mülk için yapılan başvurunun sadece 100 kadarının iade edildiğini, diğerlerini bekleyen akıbetin henüz belli olmadığını anlattı. Kanunun olumlu düzenlemelerin yanı sıra pek çok eksikliği de olduğunu anlatan Vingas, farklı dini gruplara ait kurumların yasal statülerinin olmaması nedeniyle büyük zorluklar yaşadıklarını, ayrıca, yeni bir vakıf kurma hakkının hâlâ yasada tanınmadığını anlattı.

Konferansın sonraki oturumlarında Türkiyeli ve yabancı çok sayıda aydın ve hukukçu, sorunların çözüm yolunu tartışmaya devam ettiler. İnsan hakları savunucusu ve hukukçu Orhan Kemal Cengiz gayrimüslim toplulukların Türkiye hukuk sisteminde sahip olduğu hakları anlatırken, Avukat Kezban Hatemi Heybeliada Ruhban Okulu’yla ilgili süreci irdeledi. Dilek Kurban, Cole Durham ve Muna Ndulo’nun katıldığı bir başka oturumda uluslararası hukuk standartlarına göre dini özgürlük konusu irdelendi. Mustafa Akyol Türkiye’de çoğunlukta olan nüfusun gayrimüslimler hakkındaki algı ve paranoyasına ve bunun eğitim kanalıyla nasıl sistemik bir hal aldığına dikkat çekerek meselenin toplumsal ve kültürel yönünü vurguladı.

Konferansa konuşmacı olarak katılan Avrupa Parlamentosu milletvekilleri Renate Sommer ve Konrad Szymanski’nin 11 Eylül sonrası İslam karşıtlığından izler taşıyan ve hiç de yapıcı sayılamayacak konuşmaları durumun Avrupa kültürü açısından da hiç iç açıcı olmadığını gösterirken, Prof. Hüseyin Hatemi’nin, ‘Medeniyetler Çatışması’ teorisinin zararlarını gösteren ve barışçı söylemi öne çıkaran konuşması, doğru yolun hangi değerleri yüceltmekten geçtiğini gösteriyordu.

Konferans boyunca birlikte yenilen her öğünün sonunda, Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan inancına mensup bir din adamının kendi dili ve dinince ettiği duaya herkesin eşlik etmesi, konferansa katılanların bu değerleri özümsediğinin bir göstergesi gibiydi. Darısı Türkiye’nin, Avrupa’nın ve tüm dünyanın başına…


Egemen Bağış’tan Patriklik gafları

Başmüzakereci Egemen Bağış konferansın ilk gününde konuştu. Bir önceki oturumda din özgürlüğü konusunda dile getirilen karamsar ve gerçekçi tablonun aksine oldukça mutlu bir Türkiye profili çizen Bağış, hükümetin din özgürlüğü için attığı adımları sıralarken iddialıydı. Müslüman çoğunluğun da din özgürlüğü konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığını söyleyen Bağış, yaşadığımız topraklarda Osmanlı döneminden gelen bir ortak yaşam geleneği olduğunu ve bunu yeniden tesis etmek için gerekli reformların yapıldığını anlattı kendisini dinleyenlere. Başmüzakereci, hükümetin Sümela ve Ahtamar gibi jestlerinin yarının daha iyi olacağının müjdecisi olduğunu belirtti.

Bağış’ın konuşmasında daha çok pozitif gelişmeleri öne çıkarması bir politikacı açısından anlaşılır olsa da, kendisini bu toplantıya davet eden ve konuşmasından önce de ödüllendiren organizatörlerin beklentilerini karşılamaktan uzaktı. Archon’lar ve Ekümenik Patriklik, kendisinden özellikle Ruhban Okulu, Patrikliğin tüzel kişiliği ve Ekümenik sıfatının tanınması konusunda geçmiş dönemlerin ulusalcı politikalarını geride bırakacak bir açıklama bekliyorlardı şüphesiz. Ancak bu konularda bırakın bir umut ışığı bulmayı, hayal kırıklığı yaratan açıklamalara tanık oldular.

Konuşmanın ardından kendisine iletilen yazılı sorulara cevap veren Bakan Bağış’ın yanıtları salondaki kimseyi memnun etmedi. Örneğin, Patriğin Ekümenik sıfatının neden tanınmadığı yönündeki soruya Bağış, bu tabirin dini bir içeriği olduğunu, kendisinin de Hıristiyan inancına mensup olmadığı için bu konuda bir değerlendirme yapamayacağını, ancak Ortodoksların diledikleri unvanı kullanmakta özgür oldukları yanıtını verdi. Bağış’ın, ülkede gittikçe azalmakta olan gayrimüslim nüfusun artması için ne gibi planları olduğu yönündeki bir soruya verdiği cevap ise, gayrimüslimlerin bu ülkede hangi koşullar nedeniyle azaldığını hiç dikkate almayan, bu nedenle pek de şık olmayan bir hazırcevaplığı gösteriyordu. Başmüzakereci, nüfuslarının artması için, Başbakan Erdoğan’ın “üç çocuk yapma” önerisini gayrimüslimlerin de benimsemesinin hayırlı olacağını söyledi gülümseyerek...

Bağış’a, konuşması sırasında, salonda bulunan Başepiskopos Aram Ateşyan’dan “patrik”, “eş patrik” gibi sıfatlarla söz etmesinin nedeni; Türkiyeli Ermeni yurttaşların oylarıyla seçilmeyen bir ruhaniyi patrik olarak kabul etmedikleri ve hükümetin “patrik genel vekili” uygulamasıyla neden sürece müdahale ettiği de soruldu... Bağış’ın yanıtı çok sayıda gaf içeriyor ve Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yaşanan sorunların neden bu kadar çetrefil bir hal aldığını gösteriyordu.

Bakan Bağış, öfkeli bir ifadeyle, bu sorunun Başepiskopos Ateşyan hakkında çok haksız bir suçlama olduğunu söyledi öncelikle. Ateşyan’ın büyük fedakârlıkla, Ermeni toplumunun kendisine patrik olması için bulunduğu ricaları geri çevirdiğini iddia etti. Ruhani büyüğü olan Patrik II. Mesrob’u kardeşi gibi sevdiği için o ölene kadar patrik olmayı, “O koltuğa oturmayı reddettiğini” savundu. Üstelik, ardından da, Ateşyan’ın hükümete, II. Mesrob’un sağlığında kendisine güvenerek vekâlet verdiğine dair belgeler gösterdiğini anlattı ve bunun üzerinde de kendilerinin Ermeni kilisesinin geleneklerince “patrik genel vekili” uygulaması yoluna gittiklerini, Ruhani Kurul’un da Ateşyan’ı oybirliğiyle seçtiğini anlattı.

Neresinden tutsanız elinizde kalacak bu açıklamalar cevaplanması gereken pek çok soru doğuruyordu elbette.

Ermeni Patrikliği makamı, bir ruhaninin bir başkası hakkındaki kardeşlik duygularına bırakılacak bir kurum muydu? Hükümet, bu kilisenin geleneklerinde halkoyuna dayanan bir seçim olduğu gerçeğini nasıl göz ardı edebiliyordu? Patrikhane II. Mesrob’un hastalığı nedeniyle seçim kararı aldığı, bu karar üzerine bir Seçim Müteşebbis Heyeti oluşturulduğu ve seçim için resmi başvuru yapıldığı, hatta aday ruhaniler dahi ortaya çıktığı halde seçim yapılamayacağına hükmeden hükümet, Ermeni Kilisesi’nin iç işlerine hangi hakla karışabiliyordu? Üstelik bu tavrı “din özgürlüğü” konulu bir toplantıda nasıl savunabiliyordu? Başepiskopos Ateşyan’ın kendilerine gösterdiği iddia edilen belgeler hangileriydi? Patrik II. Mesrob, Başepiskopos Ateşyan’a seyahatleri sırasında vermiş olabileceği vekâletler dışında, daha genel, daha kapsayıcı bir vekâlet vermiş olabilir miydi? Eğer durum buysa, Patrik rahatsızlanıp fiilen patriklik yapamayacağını nasıl bilmiş ve Ateşyan’a vekâlet vermişti? Yoksa Ateşyan geçici bazı vekâlet belgelerini hükümete ‘patrik genel vekil’liği için verilmiş gibi mi göstermişti?

Bu soruların hiçbir makul yanıtı olamayacağı aşikâr. Hükümet ve Başepiskopos Ateşyan, görünen o ki, gerçekler üzerine kurulu olmayan bir senaryoyla bir ‘patrik genel vekilliği’ ucubesi yarattılar ve bu durumu tüm Türkiyeli Ermenilere dayattılar.

Bunu yaparken halkın seçim ve söz hakkını görmezden geldiler. Hükümet bu tavrıyla din özgürlüğü konusunda çok olumsuz bir sınav verdiği gibi, halkın sesini bastırıp sadece Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap alarak demokratlık açısından da sınıfta kaldı.

Hükümetin neden ısrarla Başepiskopos Ateşyan’ı muhatap kabul ettiği ve Ermeni Kilisesi’ne müdahale eden bir tavır içine girerek eleştirilmeyi göze aldığının yanıtı ise yine aynı konferanstaydı.

Bağış’ın konuşmasından sonra, Türkiyeli farklı dinsel grupların sorunlarının tartışıldığı oturumda, Türkiyeli Aleviler, Katolikler, Rumlar, Protestanlar ve Süryaniler, dilleri döndüğünce, güçleri yettiğince, kendi meşreplerince sorunlarını anlattılar, taleplerde ve önerilerde bulundular. Aynı oturumda Ermeniler adına konuşan Başepiskopos Ateşyan ise, sanki Ermeniler açısından her şey tozpembeymiş gibi, suya sabuna dokunmayan, tatsızlıklara ve olumsuzluklara hiç değinmeyen bir konuşma yaptı ve hükümetin neden kendisini Ermeni Patrikhanesi temsilcisi olarak görmek istediğini de göstermiş oldu.

Eksik

burada 19 Kasım 2010 tarihli yazı olması lazım. aradım ama bulamadım. bulunca yerine koyarım.
r.