Otuz yaş, yolun neresi eder?

Otuzuna basmış koca bir adam olmanın en kötü yanı, hayatın sizi artık sorumluluktan kaçamayacağınız kadar köşeye kıstırmış olması mıdır acaba?
Yoksa, gözleriniz bir umutla, artık imkânsız zamanlara, geçmişe takılıp kalırken, ruhsal ve fiziksel varlığınızın, kalabalık önünde konuşurken nereye koyacağınızı bir türlü bulamadığınız eller misali, inkâr edilemeyecek bir ağırlık –kelimenin her anlamıyla– kazanması mıdır?

Yaptığınız hataların, artık iyi kalpli büyükleriniz tarafından “cahil, daha dünkü çocuk,” nidaları ve hoş görür bir tebessümle karşılanmadığını dehşet içinde fark etmeniz midir?

Sizden 10, 20, 30 yaş büyüklerin, “Ah, ben senin yaşında olacaktım ki!” hayıflanmalarından, artık aynı cümleyi sizden 5, 10, 15 yaş küçüklere söylemekte olduğunuz için, tat alamamak mıdır?

Belki de, en kötüsü, kendinizi daha birkaç yıl önce uzak bir hayal gibi görünen otuz yaşın kucağında buluverdiğiniz halde, olmayı umduğunuz, yaptığı yapılır, dediği dinlenir, ne eylese doğru eyler beyefendi ya da hanımefendiden fersah fersah uzakta olduğunuzu görmeniz; bir zamanlar kurtulacağınızı sandığınız bütün o sakarlıklarınızın, beceriksizliklerinizin, bilumum kompleks ve defolarınızın, inatçı alacaklılar misali peşiniz sıra gelmekte olduğunu bilip telaşlanmanız mıdır?

Yoksa, otuzuna basmış koca bir adam ya da kadın olmanın en kötü yanı, “Yaşlanmak olabilirliğin azalmasıdır” diyen Paul Valéry’ye bir yandan kızıp bir yandan hak vermek midir?

Bütün bunlar bir yana, acaba otuz yaş, kaderi kandırmak için kötülük muskaları yazıp, her şeye rağmen iyilik bulmayı denemeye çalışmak mıdır?

10 Ağustos 2007

Hiç yorum yok: