not: bu haftaki üç başlığı diyarbakır mahkemesi'nin blog sitelerine koyduğu yasağı atlatarak girdim. ultrasurf adlı küçük bir yazılım yardımıyla.
renk seçemedim, fotoğraf giremedim belki ama yazilar bloga bir şekilde girmiş oldular. herkese tavsiye ederim.
dünyanın bütün yasakçılarına en içten selam ve saygılarımla!
Renklilik iddiası
Agos, 24 Ekim 2008
15-19 Ekim’de Aras Yayıncılık olarak Frankfurt Kitap Fuarı’ndaydık (FKF). Türkiye’nin onur konuğu olması nedeniyle memlekette çokça konuşulan fuara dair birkaç not düşmek istedim bu hafta.
FKF’yi bir yayıncılık deryası olarak nitelemek mümkün. Bu büyük etkinliğin, “Ol mahiler ki derya içredirler, fakat deryayı bilmezler” misali, sektörün uluslararası boyutları hakkında fikir sahibi olmadan faaliyet gösteren pek çok yayıncıya deryayı gösteriyor olması bile başlı başına bir kazanç. İrisi ufağıyla Türkiyeli yayıncılar da, yeni temasların yanı sıra, yepyeni fikirler ve tasarılarla dönüyor olmalılar Frankfurt’tan.
“Bütün renkleriyle Türkiye” sloganı elbette çok tartışıldı. Yayıncılar, yazarlar ve düzenlenen etkinlikler temelli düşünüldüğünde, sözü edilen renkliliğin mümkün mertebe yansıtıldığını söylemek mümkün. Ancak, ‘konuk ülke’ sıfatı ulusal düzeyde bir temsiliyeti çağrıştırdığından, slogan ister istemez Türkiyeli yayıncıların değil, Türkiye’nin, velhasılı devletin resmi savı olarak algılandı. ‘Renk’ olarak sunulmayı hazmetmenin bazıları için pek kolay olmadığı gerçeği bir yana, Türkiye’nin renksizleşmesi için sarf edilen devletlû çabalar göz önüne alındığında, sloganın tepki uyandırması kaçınılmazdı.
Aslında, Türkiye’nin uluslararası arenada kendini çokkültürlülüğüyle sunmaya soyunması bile bizatihi olumlu bir gelişme. Öte yandan, ‘Bütün renkler’ vurgusunun memlekette yaşananlarla olan bariz uyumsuzluğu ve bazı ‘renk’lere reva görülenler de eleştirilerdeki haklılık payını gösteriyor.
Fuarın kapanışında ayaküstü sohbet ettiğimiz FKF Ulusal Yürütme Komitesi’nin bir üyesi, sloganın bir ‘iddia’yı, Türkiyeli yayıncıların çoksesliliğini yansıtmak iddiasını simgelediğini söylüyordu. Bense, bu sloganı bir dilek ve hatta bir özlem olarak algılama eğilimindeyim. Kimsenin renk, zenginlik, çeşni, meze olarak adlandırılmayacağı, çokrenklilik iddiasında bulunmadan çokrenkli olabileceğimiz, hakikatle zevahir arasındaki makasın kapanacağı zamanlara duyulan özlemin iyi niyetli bir ifadesi olarak…
15-19 Ekim’de Aras Yayıncılık olarak Frankfurt Kitap Fuarı’ndaydık (FKF). Türkiye’nin onur konuğu olması nedeniyle memlekette çokça konuşulan fuara dair birkaç not düşmek istedim bu hafta.
FKF’yi bir yayıncılık deryası olarak nitelemek mümkün. Bu büyük etkinliğin, “Ol mahiler ki derya içredirler, fakat deryayı bilmezler” misali, sektörün uluslararası boyutları hakkında fikir sahibi olmadan faaliyet gösteren pek çok yayıncıya deryayı gösteriyor olması bile başlı başına bir kazanç. İrisi ufağıyla Türkiyeli yayıncılar da, yeni temasların yanı sıra, yepyeni fikirler ve tasarılarla dönüyor olmalılar Frankfurt’tan.
“Bütün renkleriyle Türkiye” sloganı elbette çok tartışıldı. Yayıncılar, yazarlar ve düzenlenen etkinlikler temelli düşünüldüğünde, sözü edilen renkliliğin mümkün mertebe yansıtıldığını söylemek mümkün. Ancak, ‘konuk ülke’ sıfatı ulusal düzeyde bir temsiliyeti çağrıştırdığından, slogan ister istemez Türkiyeli yayıncıların değil, Türkiye’nin, velhasılı devletin resmi savı olarak algılandı. ‘Renk’ olarak sunulmayı hazmetmenin bazıları için pek kolay olmadığı gerçeği bir yana, Türkiye’nin renksizleşmesi için sarf edilen devletlû çabalar göz önüne alındığında, sloganın tepki uyandırması kaçınılmazdı.
Aslında, Türkiye’nin uluslararası arenada kendini çokkültürlülüğüyle sunmaya soyunması bile bizatihi olumlu bir gelişme. Öte yandan, ‘Bütün renkler’ vurgusunun memlekette yaşananlarla olan bariz uyumsuzluğu ve bazı ‘renk’lere reva görülenler de eleştirilerdeki haklılık payını gösteriyor.
Fuarın kapanışında ayaküstü sohbet ettiğimiz FKF Ulusal Yürütme Komitesi’nin bir üyesi, sloganın bir ‘iddia’yı, Türkiyeli yayıncıların çoksesliliğini yansıtmak iddiasını simgelediğini söylüyordu. Bense, bu sloganı bir dilek ve hatta bir özlem olarak algılama eğilimindeyim. Kimsenin renk, zenginlik, çeşni, meze olarak adlandırılmayacağı, çokrenklilik iddiasında bulunmadan çokrenkli olabileceğimiz, hakikatle zevahir arasındaki makasın kapanacağı zamanlara duyulan özlemin iyi niyetli bir ifadesi olarak…
Dilden dile Frankfurt sohbeti
Agos, 24 Ekim 2008
Frankfurt’ta “Yerellik ve Ötekilik Arasında ‘Azınlık Edebiyatı’” başlıklı bir de panel düzenledik. Nazan Maksudyan’ın moderatörlüğünde dört yazar, Jaklin Çelik, Raffi Kebabcıyan, Esther Heboyan ve Mıgırdiç Margosyan tartıştılar.
Etkinlik, 1820’li yıllarda kurulan ve II. Dünya Savaşı sırasındaki bombalamalarda sadece altı sütünu ayakta kaldıktan sonra yeniden inşa edilen, Main nehri kıyısındaki Literaturhaus’un (Edebiyat Evi) sevimli konferans odasındaydı.
Panelin ön hazırlıkları sırasında, azınlık/çoğunluk edebiyatı diye bir ayrımdan söz etmenin anlamsızlığını vurgularken, bir yandan da, bu etiketin çeşitli coğrafyalardaki yazarların yakasına yapıştığına ve kolay kolay da düşmediğine dikkat çekmeyi hedeflemiştik. Yazarı, ‘Ermeni/gay/devrimci’ gibi kimliklere hapsetmenin, ondan bu yönde davranmasını beklemenin haksızlık olduğunu ve ayrımcı bir zihniyete işaret ettiğini anımsamak gerekiyordu.
Beri yandan, Türkiye gibi –Türk, Müslüman, Sünni, erkek– resmi bir söylemin hayatın her yönünü düzenlemeye kalkıştığı bir ülkede, bu gruplar dışında kalanların veya hâkim zihniyetlerle arasına mesafe koyanların ürettiği edebi eserlerin, müesses nizamın (resmi anlatının) sorgulanmasına ciddi katkılarda bulunması da olasıydı.
Kısacası, ‘azınlık edebiyatı’ diye tırnak içine alarak, nesnel gözlüklerle yaklaşmaya çalıştığımız kavram hem bazı sınırlamalar getiriyordu, hem de bazı imkânlara gebeydi.
Yazarlarımız panelde göçten, hareket halinde olmaktan, birden fazla kimliğe, belki de kimliksizliğe ait olmaktan, ötekileştirilmekten söz ettiler. Dördü de, bugün artık eski hallerinden çok farklı şekillerde varolan bir yerlerden etkilenmişti. Çelik, Rumlarla Ermenilerin terk etmekte, Kürtlerin yeni yeni gelmekte olduğu Kumkapı’dan; Kebabcıyan kozmopolit Beyoğlu’ndan ve Yeşilköy’den, Heboyan artık yitip gitmiş mahalle hayatıyla Harbiye’den; Margosyan, henüz göçlerle devasa bir kent haline gelmemiş Diyarbakır’dan söz etmişti eserlerinde. Oralardan, o zamanlardan esinlenmişlerdi, ancak hepsi bugünle ilgiliydi. Geçmişi kurcaladıklarında dahi bugünü aramaya, onu anlamaya çalışıyorlardı.
Kebabcıyan Almanca konuşurken, Heboyan sunumunun yarısını Fransızca, yarısını da ürkek ürkek konuştuğu, unuttuğunu söylediği Türkçeyle yaptı. Bazı dinleyicilerden gelen Ermenice soruları da sayarsak, dört dilli bir sohbetimiz oldu. Anında çevirileri üstlenen Şebnem Bahadır ve Dilek Dizdar sayesinde bütün salon birbirini anladı. Zaten Dizdar sohbetin sonuna doğru çeviri kabininden dışarı çıkıp, süregiden tartışmanın çokdilliliğine ve bu durumun yazarların edebiyatına, dillerine yaptığı katkıya dikkat çekti.
Akşamın karanlığı şehre inerken, iki çevirmen, düzenlediğimiz panelin kendilerini en çok heyecanlandıran etkinlik olduğunu söyleyerek sevindirdiler bizi. Doğrusu biz de, “Keşke etrafımızda hep çevirmenler olsa” diye düşünmeden edemedik.
Frankfurt’ta “Yerellik ve Ötekilik Arasında ‘Azınlık Edebiyatı’” başlıklı bir de panel düzenledik. Nazan Maksudyan’ın moderatörlüğünde dört yazar, Jaklin Çelik, Raffi Kebabcıyan, Esther Heboyan ve Mıgırdiç Margosyan tartıştılar.
Etkinlik, 1820’li yıllarda kurulan ve II. Dünya Savaşı sırasındaki bombalamalarda sadece altı sütünu ayakta kaldıktan sonra yeniden inşa edilen, Main nehri kıyısındaki Literaturhaus’un (Edebiyat Evi) sevimli konferans odasındaydı.
Panelin ön hazırlıkları sırasında, azınlık/çoğunluk edebiyatı diye bir ayrımdan söz etmenin anlamsızlığını vurgularken, bir yandan da, bu etiketin çeşitli coğrafyalardaki yazarların yakasına yapıştığına ve kolay kolay da düşmediğine dikkat çekmeyi hedeflemiştik. Yazarı, ‘Ermeni/gay/devrimci’ gibi kimliklere hapsetmenin, ondan bu yönde davranmasını beklemenin haksızlık olduğunu ve ayrımcı bir zihniyete işaret ettiğini anımsamak gerekiyordu.
Beri yandan, Türkiye gibi –Türk, Müslüman, Sünni, erkek– resmi bir söylemin hayatın her yönünü düzenlemeye kalkıştığı bir ülkede, bu gruplar dışında kalanların veya hâkim zihniyetlerle arasına mesafe koyanların ürettiği edebi eserlerin, müesses nizamın (resmi anlatının) sorgulanmasına ciddi katkılarda bulunması da olasıydı.
Kısacası, ‘azınlık edebiyatı’ diye tırnak içine alarak, nesnel gözlüklerle yaklaşmaya çalıştığımız kavram hem bazı sınırlamalar getiriyordu, hem de bazı imkânlara gebeydi.
Yazarlarımız panelde göçten, hareket halinde olmaktan, birden fazla kimliğe, belki de kimliksizliğe ait olmaktan, ötekileştirilmekten söz ettiler. Dördü de, bugün artık eski hallerinden çok farklı şekillerde varolan bir yerlerden etkilenmişti. Çelik, Rumlarla Ermenilerin terk etmekte, Kürtlerin yeni yeni gelmekte olduğu Kumkapı’dan; Kebabcıyan kozmopolit Beyoğlu’ndan ve Yeşilköy’den, Heboyan artık yitip gitmiş mahalle hayatıyla Harbiye’den; Margosyan, henüz göçlerle devasa bir kent haline gelmemiş Diyarbakır’dan söz etmişti eserlerinde. Oralardan, o zamanlardan esinlenmişlerdi, ancak hepsi bugünle ilgiliydi. Geçmişi kurcaladıklarında dahi bugünü aramaya, onu anlamaya çalışıyorlardı.
Kebabcıyan Almanca konuşurken, Heboyan sunumunun yarısını Fransızca, yarısını da ürkek ürkek konuştuğu, unuttuğunu söylediği Türkçeyle yaptı. Bazı dinleyicilerden gelen Ermenice soruları da sayarsak, dört dilli bir sohbetimiz oldu. Anında çevirileri üstlenen Şebnem Bahadır ve Dilek Dizdar sayesinde bütün salon birbirini anladı. Zaten Dizdar sohbetin sonuna doğru çeviri kabininden dışarı çıkıp, süregiden tartışmanın çokdilliliğine ve bu durumun yazarların edebiyatına, dillerine yaptığı katkıya dikkat çekti.
Akşamın karanlığı şehre inerken, iki çevirmen, düzenlediğimiz panelin kendilerini en çok heyecanlandıran etkinlik olduğunu söyleyerek sevindirdiler bizi. Doğrusu biz de, “Keşke etrafımızda hep çevirmenler olsa” diye düşünmeden edemedik.
Sus olmak
Agos, 24 Ekim 2008
İstanbul Ermenileri, özellikle kadınlar, gündelik hayatta “Sus eğa” veya “Sus eğir” derler sık sık.
Türkçe ‘susmak’ ve Ermenice ‘ıllal’ (olmak) fiilleriyle oluşan bu deyiş, “sus pus kalmak” anlamı taşır. Bazıları bu melez tabiri Türkçeleştirip ‘sus olmak’ diye de kullanırlar.
Frankfurt’ta, Esther Heboyan da öyle yaptı.
Esther, küçük bir kız çocuğuyken ailesiyle birlikte Almanya’ya göç ettiğinde, İstanbul’da kullandığı Türkçeyle Ermenicenin işe yaramadığını görüp ‘sus olmuş’tu. Bir süre sonra ise okul defterine ‘Ich bin Deutsch’ (Ben Alman’ım) yazacaktı.
Birkaç yıl sonra aile bu kez Fransa’ya göç ettiğinde, yine ‘sus olmak’ zamanıydı. Esther zorlukla sökebildiği yeni dilini o kadar sevdi ki, onu çok iyi öğrenip yazar olmak istedi. Bir yazar, çevirmen ve edebiyat araştırmacısı oldu da… Fransızca öykülerinin ‘Les passagers d’Istanbul’ başlığıyla yayımlandığı günlerde, otuz küsur yıl yaşadığı Paris’teki bir kitabevinde, kitabının ‘yabancı yazarlar’ rafında sergilendiğini görünce, bir kez daha ‘sus oldu’.
Tıpkı, 13 yaşında ‘anadilini öğrenmek için’ Diyarbakır’dan İstanbul’a göçen Margosyan’ın, “Koşun, Kürtler gelmiş!” diye karşılandığı ve daha önce hiç duymadığı bir Ermenicenin konuşulduğu Karagözyan Yetimhanesi’nde ‘sus’, ya da kendi deyişiyle ‘lal’ olması gibi.
İstanbul Ermenileri, özellikle kadınlar, gündelik hayatta “Sus eğa” veya “Sus eğir” derler sık sık.
Türkçe ‘susmak’ ve Ermenice ‘ıllal’ (olmak) fiilleriyle oluşan bu deyiş, “sus pus kalmak” anlamı taşır. Bazıları bu melez tabiri Türkçeleştirip ‘sus olmak’ diye de kullanırlar.
Frankfurt’ta, Esther Heboyan da öyle yaptı.
Esther, küçük bir kız çocuğuyken ailesiyle birlikte Almanya’ya göç ettiğinde, İstanbul’da kullandığı Türkçeyle Ermenicenin işe yaramadığını görüp ‘sus olmuş’tu. Bir süre sonra ise okul defterine ‘Ich bin Deutsch’ (Ben Alman’ım) yazacaktı.
Birkaç yıl sonra aile bu kez Fransa’ya göç ettiğinde, yine ‘sus olmak’ zamanıydı. Esther zorlukla sökebildiği yeni dilini o kadar sevdi ki, onu çok iyi öğrenip yazar olmak istedi. Bir yazar, çevirmen ve edebiyat araştırmacısı oldu da… Fransızca öykülerinin ‘Les passagers d’Istanbul’ başlığıyla yayımlandığı günlerde, otuz küsur yıl yaşadığı Paris’teki bir kitabevinde, kitabının ‘yabancı yazarlar’ rafında sergilendiğini görünce, bir kez daha ‘sus oldu’.
Tıpkı, 13 yaşında ‘anadilini öğrenmek için’ Diyarbakır’dan İstanbul’a göçen Margosyan’ın, “Koşun, Kürtler gelmiş!” diye karşılandığı ve daha önce hiç duymadığı bir Ermenicenin konuşulduğu Karagözyan Yetimhanesi’nde ‘sus’, ya da kendi deyişiyle ‘lal’ olması gibi.
Bir voltacı güvercin
17 Ekim 2008
Sakin bir cumartesi. Vapurun burnunda sert bir rüzgâr esiyor. Güz güneşi, deniz üzerindeki gümüşi pırıltılarla hissettiriyor kendini. Gökyüzü berrak; uzaktan yekpare bir kara parçasıymış gibi duran Adalar’ın ardından, Yalova ve Çınarcık’ın silueti görünüyor. Ortalık tenha. Kuşluk vaktine has bir mahmurluk sere serpe uzanıp vapurdaki herkesi sarıvermiş.
Kitaptan başımı kaldırıp denize bakıyorum sık sık. Vapurun ahşap zemininde pıtır pıtır dolanan bir güvercin çarpıyor gözüme. Bakakalıyorum. Yalnız bir güvercinin Şehir Hatları vapurunda işi ne? Sokakların, kaldırımların, kalabalıkların kuşu değil mi o? İstanbul sularının hâkimi olan martıların bölgesinde bir güvercin ne arıyor? Martılar bile güvertelere bu kadar sokulmazlar, hep ihtiyatla, belli bir mesafeden takip ederler vapuru.
Oysa o, jetonunu atıp turnikeden geçmiş bir yolcu kadar rahat. Karaköy’e geçip işlerini halletmek isteyen bir yolcu güvercin... Ellerini arkasında kavuşturmuş, volta atan bir mahkûm gibi gidip geliyor. Biraz asabi, çokça badi adımlarla.
Onu takibe dalıyorum. Ara sıra gözden kayboluyor. Tahliye sandalının arkasında bir yere giriyor (Şehir Hatları’nın kanatlı yolcularına özgü bir ayrıcalık) yahut oturma sıralarının arasında, görüş alanımdan çıkıyor.
Onun için endişeleniyorum. Karadan uzaklaştık, geri dönmesi kolay olmayabilir. Üstelik, yorulduğunda, denizi yurt bellemiş hemcinsleri gibi suyun üzerine tüneyebileceğini de sanmıyorum. Eğer geri dönmeye niyeti yoksa, vapur iskeleye yanaştığında bir kanat çırpışıyla Karaköy’e çıkabilir. Peki, oradaki güvercinler onu aralarına kabul edecek mi?
İşte yine göründü. Yürürken, bazen birdenbire durup etrafına bakıyor, yerdeki çeri çöpü gagalamaya başlıyor. 15-20 saniye kadar süren bu fasılalardan sonra asıl meşgalesine, yürüyüşüne dönüyor.
Şimdi vapurun büfesine açılan kapının önünde. Döndü, yürüdü, iyice yaklaştı. Pürdikkat izliyorum. Başını yukarı kaldırıyor, gözlerini gözlerime saplıyor. Öylece bakışıyoruz. Ne yapacağımı bilemiyor, telaşlanıyorum. Sokak kavgasında birbirine meydan okuyan hasımlarmışız gibi, gözlerimi ilk çeken olmak istemiyorum. Bakışları gitgide hiddetleniyor. Derken, gagasını açıyor ve insan sesine benzer bir sesle, “Ne bakıyorsun! Benim derdim sana mı düştü!” diyor.
Utanç içinde ve şimşek hızıyla kitaba gömülüyorum. Zihnim allak bullak; harfler, kelimeler kanatlanıp havalanmışlar bile. Konuşabilen, üstelik içimden geçenleri okuyabilen bir güvercin tarafından azarlandım. Şimdi bunu kime anlatsam inanmayacak. Nazan bile... “Gerçeküstücülük hastalığına yakalanmışsın” diyecekler bana, dalga geçecekler.
Acaba şimdi ne yapıyor? “Cık cık cık!” diyerek başını iki yana sallıyor olmasından çekiniyorum.
Birkaç dakika sonra dayanamayıp başımı kaldırıyorum. Yok.
Nereye gitti? Yine tahliye sandalının oraya mı? Görünmüyor. Kalkıp sıraların arasına bakıyorum. Sandalın oraya gidiyorum. Yok. Eğiliyorum, aşağılarda da değil.
Çaycı çocuğun sesi beni kendime getiriyor. Bir şey soruyor. Anlamıyorum, tekrarlıyor.
“Bir şey mi aradın ağabey?”
Duraksıyorum. “Yok” diyorum, “bir şey yok.”
Yüzüme bakıyor.
“Tahliye sandalının yanına geçmek yasak!” diyor.
“Güvercinlere değil ama!” diyorum.
Anlamıyor: “Efendim ağabey?”
“Hiç” diyorum, “önemli değil...”
Yerime oturup kitabı açıyorum. Harfler hâlâ havada...
Sakin bir cumartesi. Vapurun burnunda sert bir rüzgâr esiyor. Güz güneşi, deniz üzerindeki gümüşi pırıltılarla hissettiriyor kendini. Gökyüzü berrak; uzaktan yekpare bir kara parçasıymış gibi duran Adalar’ın ardından, Yalova ve Çınarcık’ın silueti görünüyor. Ortalık tenha. Kuşluk vaktine has bir mahmurluk sere serpe uzanıp vapurdaki herkesi sarıvermiş.
Kitaptan başımı kaldırıp denize bakıyorum sık sık. Vapurun ahşap zemininde pıtır pıtır dolanan bir güvercin çarpıyor gözüme. Bakakalıyorum. Yalnız bir güvercinin Şehir Hatları vapurunda işi ne? Sokakların, kaldırımların, kalabalıkların kuşu değil mi o? İstanbul sularının hâkimi olan martıların bölgesinde bir güvercin ne arıyor? Martılar bile güvertelere bu kadar sokulmazlar, hep ihtiyatla, belli bir mesafeden takip ederler vapuru.
Oysa o, jetonunu atıp turnikeden geçmiş bir yolcu kadar rahat. Karaköy’e geçip işlerini halletmek isteyen bir yolcu güvercin... Ellerini arkasında kavuşturmuş, volta atan bir mahkûm gibi gidip geliyor. Biraz asabi, çokça badi adımlarla.
Onu takibe dalıyorum. Ara sıra gözden kayboluyor. Tahliye sandalının arkasında bir yere giriyor (Şehir Hatları’nın kanatlı yolcularına özgü bir ayrıcalık) yahut oturma sıralarının arasında, görüş alanımdan çıkıyor.
Onun için endişeleniyorum. Karadan uzaklaştık, geri dönmesi kolay olmayabilir. Üstelik, yorulduğunda, denizi yurt bellemiş hemcinsleri gibi suyun üzerine tüneyebileceğini de sanmıyorum. Eğer geri dönmeye niyeti yoksa, vapur iskeleye yanaştığında bir kanat çırpışıyla Karaköy’e çıkabilir. Peki, oradaki güvercinler onu aralarına kabul edecek mi?
İşte yine göründü. Yürürken, bazen birdenbire durup etrafına bakıyor, yerdeki çeri çöpü gagalamaya başlıyor. 15-20 saniye kadar süren bu fasılalardan sonra asıl meşgalesine, yürüyüşüne dönüyor.
Şimdi vapurun büfesine açılan kapının önünde. Döndü, yürüdü, iyice yaklaştı. Pürdikkat izliyorum. Başını yukarı kaldırıyor, gözlerini gözlerime saplıyor. Öylece bakışıyoruz. Ne yapacağımı bilemiyor, telaşlanıyorum. Sokak kavgasında birbirine meydan okuyan hasımlarmışız gibi, gözlerimi ilk çeken olmak istemiyorum. Bakışları gitgide hiddetleniyor. Derken, gagasını açıyor ve insan sesine benzer bir sesle, “Ne bakıyorsun! Benim derdim sana mı düştü!” diyor.
Utanç içinde ve şimşek hızıyla kitaba gömülüyorum. Zihnim allak bullak; harfler, kelimeler kanatlanıp havalanmışlar bile. Konuşabilen, üstelik içimden geçenleri okuyabilen bir güvercin tarafından azarlandım. Şimdi bunu kime anlatsam inanmayacak. Nazan bile... “Gerçeküstücülük hastalığına yakalanmışsın” diyecekler bana, dalga geçecekler.
Acaba şimdi ne yapıyor? “Cık cık cık!” diyerek başını iki yana sallıyor olmasından çekiniyorum.
Birkaç dakika sonra dayanamayıp başımı kaldırıyorum. Yok.
Nereye gitti? Yine tahliye sandalının oraya mı? Görünmüyor. Kalkıp sıraların arasına bakıyorum. Sandalın oraya gidiyorum. Yok. Eğiliyorum, aşağılarda da değil.
Çaycı çocuğun sesi beni kendime getiriyor. Bir şey soruyor. Anlamıyorum, tekrarlıyor.
“Bir şey mi aradın ağabey?”
Duraksıyorum. “Yok” diyorum, “bir şey yok.”
Yüzüme bakıyor.
“Tahliye sandalının yanına geçmek yasak!” diyor.
“Güvercinlere değil ama!” diyorum.
Anlamıyor: “Efendim ağabey?”
“Hiç” diyorum, “önemli değil...”
Yerime oturup kitabı açıyorum. Harfler hâlâ havada...
Baronyan’la tekrarın tekrarı
Agos, 17 Ekim 2008
Geçen hafta Hagop Baronyan’la bitirmiştik, bu hafta ona dair küçük bir notla başlayalım.
Ermenice mizah edebiyatının en çok iz bırakmış isimlerinden biri olan Baronyan, eserlerinde kâh yöneticileri, kâh ruhban sınıfını, kâh aydınları, kâh halkın kendisini hedef alarak, yaşadığı zamanın çarpıklıklarını eleştirir.
Onun ‘Azkayin Çoçer’ (Milli Kodamanlar), ‘Medzabadiv Muratsganner’ (Muhterem Dilenciler), ‘Bıduyd mı Bolso Tağerun Meç’ (İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti) eserlerini okumanın, insanda sürekli bir dejavu hali içinde yaşıyor olduğumuz hissini uyandırdığını da söylemek gerek.
Bu eserlerde kimler, neler yoktur ki? “Çocuğunu Ermeni okuluna göndermek için üste para isteyen, ama yabancı dilde eğitim veren okullar söz konusu olduğunda çuvalla para dökmeye hazır” velilerden, “her toplumsal meselenin içinde olan, ama bu meşguliyetlerinden dolayı hiçbir olumlu iş görmeye vakti kalmayan”, “asırlardır başımızda olduğu için doğum tarihini kimselerin bilmediği” yöneticilere, her eleştiriyi “sapkınlık” diye yaftalayan din adamlarına, 400 Ermeni hanesinin bulunduğu yerde 550 meyhanesi bulunan semtlere dek, geçmiş yaşantıya dair belge niteliğinde yüzlerce tespit, taşlama, dokundurma...
Baronyan, mübalağanın, absürdün sanatını yapar. Yakaladığı mizah damarı üzerindeki cevheri ustaca işleyerek bu sanatı hayata bağlar.
Kurcaladığı konularsa, koşullar bambaşka olsa da, kurulduğu günden bu yana Agos’un sayfalarında tartışılan, Ermeni toplumunun belini büken meselelerden pek de farklı değildir.
Geçen hafta Hagop Baronyan’la bitirmiştik, bu hafta ona dair küçük bir notla başlayalım.
Ermenice mizah edebiyatının en çok iz bırakmış isimlerinden biri olan Baronyan, eserlerinde kâh yöneticileri, kâh ruhban sınıfını, kâh aydınları, kâh halkın kendisini hedef alarak, yaşadığı zamanın çarpıklıklarını eleştirir.
Onun ‘Azkayin Çoçer’ (Milli Kodamanlar), ‘Medzabadiv Muratsganner’ (Muhterem Dilenciler), ‘Bıduyd mı Bolso Tağerun Meç’ (İstanbul Mahallelerinde Bir Gezinti) eserlerini okumanın, insanda sürekli bir dejavu hali içinde yaşıyor olduğumuz hissini uyandırdığını da söylemek gerek.
Bu eserlerde kimler, neler yoktur ki? “Çocuğunu Ermeni okuluna göndermek için üste para isteyen, ama yabancı dilde eğitim veren okullar söz konusu olduğunda çuvalla para dökmeye hazır” velilerden, “her toplumsal meselenin içinde olan, ama bu meşguliyetlerinden dolayı hiçbir olumlu iş görmeye vakti kalmayan”, “asırlardır başımızda olduğu için doğum tarihini kimselerin bilmediği” yöneticilere, her eleştiriyi “sapkınlık” diye yaftalayan din adamlarına, 400 Ermeni hanesinin bulunduğu yerde 550 meyhanesi bulunan semtlere dek, geçmiş yaşantıya dair belge niteliğinde yüzlerce tespit, taşlama, dokundurma...
Baronyan, mübalağanın, absürdün sanatını yapar. Yakaladığı mizah damarı üzerindeki cevheri ustaca işleyerek bu sanatı hayata bağlar.
Kurcaladığı konularsa, koşullar bambaşka olsa da, kurulduğu günden bu yana Agos’un sayfalarında tartışılan, Ermeni toplumunun belini büken meselelerden pek de farklı değildir.
Mesut’un günahı
Agos, 17 Ekim 2008
Türkiye Futbol Milli Takımı Bosna-Hersek’i yenmiş.
Televizyonda, eski futbolcu Semih Yuvakuran maçı yorumlarken, söz, uluslararası kariyerinde tercihini Almanya Milli Takımı’ndan yana kullanacağına dair haberler çıkan Werder Bremen’li Mesut Özil’e geliyor. Yuvakıran öfkeli:
“Bir futbolcu eğer Türk Milli Takımı’na davet aldığında düşünmek için süre istiyorsa, onun üstünü hemen çizeceksin kardeşim!” diyor. “Eğer bir adam Türklüğü yüreğinde hissetmiyorsa, zaten onun futbolculuğundan hayır gelmez!” Eski futbolcu hiddetleniyor, kendini tutamayacağını hissedince kestirip atıyor: “Bu konu hakkında konuşmaya değmez, kapatalım.”
Hayır, kapatmayalım.
Soralım: Mesut Özil ne yaptı?
Doğduğu, okula gittiği, ismini duyurduğu, muhtemelen dilini Türkçeden daha iyi bildiği ülkenin milli takımını tercih etmeyi aklından geçirdi. Kendini daha çok oraya ait hissettiği için. Veya, belki de sırf kariyeri açısından bunun daha doğru olduğunu hissettiği için.
Soralım: Mesut Özil ne yaptı?
Kendi kararını verdi ve yetişmesi için hiçbir emek harcamadığı halde ‘vatani görev’ini yerine getirmesini bekleyen ülkeyi değil, hayatını kazanacağı oyunu kendisine öğreten ülkenin milli takımında oynamayı düşündü.
Ona öfke duyanların istediği gibi kan bağını değil, yurttaşlık bağını seçti.
Yolu açık, attığı her şut gol olsun.
Türkiye Futbol Milli Takımı Bosna-Hersek’i yenmiş.
Televizyonda, eski futbolcu Semih Yuvakuran maçı yorumlarken, söz, uluslararası kariyerinde tercihini Almanya Milli Takımı’ndan yana kullanacağına dair haberler çıkan Werder Bremen’li Mesut Özil’e geliyor. Yuvakıran öfkeli:
“Bir futbolcu eğer Türk Milli Takımı’na davet aldığında düşünmek için süre istiyorsa, onun üstünü hemen çizeceksin kardeşim!” diyor. “Eğer bir adam Türklüğü yüreğinde hissetmiyorsa, zaten onun futbolculuğundan hayır gelmez!” Eski futbolcu hiddetleniyor, kendini tutamayacağını hissedince kestirip atıyor: “Bu konu hakkında konuşmaya değmez, kapatalım.”
Hayır, kapatmayalım.
Soralım: Mesut Özil ne yaptı?
Doğduğu, okula gittiği, ismini duyurduğu, muhtemelen dilini Türkçeden daha iyi bildiği ülkenin milli takımını tercih etmeyi aklından geçirdi. Kendini daha çok oraya ait hissettiği için. Veya, belki de sırf kariyeri açısından bunun daha doğru olduğunu hissettiği için.
Soralım: Mesut Özil ne yaptı?
Kendi kararını verdi ve yetişmesi için hiçbir emek harcamadığı halde ‘vatani görev’ini yerine getirmesini bekleyen ülkeyi değil, hayatını kazanacağı oyunu kendisine öğreten ülkenin milli takımında oynamayı düşündü.
Ona öfke duyanların istediği gibi kan bağını değil, yurttaşlık bağını seçti.
Yolu açık, attığı her şut gol olsun.
İnsanı şeytanlaştırmak
Agos, 10 Ekim 2008
Aktütün baskınında ölen gençlerin haberi televizyonlara düştüğünde, iki yıl önce Çukurca’da öldürülen asteğmen Zeki Burak Okay’ın babası Sezai Okay’ın sözleri geldi aklıma.
Aktütün baskınında ölen gençlerin haberi televizyonlara düştüğünde, iki yıl önce Çukurca’da öldürülen asteğmen Zeki Burak Okay’ın babası Sezai Okay’ın sözleri geldi aklıma.
Geçen ay bir törenle oğlunun Övünç Madalyası’nı alan baba Okay, gazetecilerin sorularını yanıtlamış ve şöyle demişti: “5 yaşında eline silah almış insanlarla bizim el bebek gül bebek yetişmiş çocuklarımızın baş etmesi mümkün değil. Mutlaka buna bir çare bulmamız lazım. (...) Profesyonel terör timlerini oluşturarak bunu yapabiliriz. Başka türlü mümkün değil.”
Okay’ın acısını idrakin yanına bile yaklaşmamız mümkün değil şüphesiz. Ancak, Türkiye’nin bir kan gölüne dönmesinin de, gencecik çocukların bugün hâlâ can alıp can veriyor olmasının da, onun bu sözlerinde billurlaşan düşünce iklimiyle alakalı olduğunu görebilmeliyiz.
Türkiye’de devletin, sivil ve askeri idarecilerin, eli kalem tutanların yıllar yılı yaydığı önyargılar; Kürt’ün ‘biz’den başka, bizden farklı, bizden ayrı bir varlık olduğu fikrinin giderek yaygınlaşması ve ayrımcılığın toplumun geniş kesimlerince içselleştirilmesi sonucunu doğurdu. Her Kürt, potanisyel bir terörist, kontrol altına alınması, izlenmesi ve en nihayet uzak durulması gereken bir tehdit haline geldi.
Bu zihinsel karartmanın en açık ifadesi olan “5 yaşında eline silah almış insanlar” / “el bebek gül bebek yetişmiş çocuklarımız” ayrımı, Kürtlerin ötekileştirilmesi sürecinin artık son safhaya, yani ‘şeytanlaştırma’ noktasına geldiğini gözler önüne seriyor. Devlet, yurttaşını kontrolü altına almak için, onun korkacağı ve bu sayede savaşın kirli oyunlarına göz yumacağı dehşetengiz düşmanı, kendi şeytanını yarattı. Bu ırkçı bakış, o ‘şeytan’ın çocuklarını çocuk, gençlerini genç, ihtiyarlarını ihtiyar, kadınlarını kadın, velhasıl insanı insan olarak görmeye engel oluyor bugün.
Amiranın mendili
Agos, 10 Ekim 2008
Beyoğlu Üç Horan Kilisesi Vakfı Başkanı Apik Hayrabetyan, Ermeni toplumunun güncel meselelerini tartışmayı denediğim ‘Sorunların Kaynağı Güvensizlik ve Samimiyetsizlik’ (Agos, 19 Eylül) başlıklı yazımda yer alan, kendilerine yönelik eleştirileri Marmara gazetesinde bir söyleşiyle yanıtladı (25 Eylül).
Yazıda, cemaatin sorunlarına değinirken, birkaç cümleyle, Üç Horan Vakfı’nın genel tavrı üzerinde de durmuş, yönetimin ortak çalışmalara katılmaktan kaçınmasını eleştirmiştim. Hayrabetyan, yazdıklarımın doğru olmadığını dile getirerek, mali bakımdan rahat durumdaki vakıfların kaynaklarının, güç durumdaki vakıflara aktarılması işlevi görecek ‘Ortak Havuz’ projesinin fayda sağlamayacağına inandıkları için ilgili toplantılara katılmadıklarını; geliri olan vakıflar öğrencilere burs sağladığı takdirde havuza gerek kalmayacağını; mali dökümleri Patrikliğe düzenli olarak verdiklerini söylemiş.
Yayımlanan söyleşi, her şeyden önce, yöneticilerin kendilerini seçenlere, yani halka hesap vermekten çekinmemeleri gerektiğini bir kez daha ortaya çıkarmış oldu. Zira, vakıf yöneticileriyle yapılan söyleşiler sırasında gazetedeki arkadaşlarımızın görüşme taleplerini haftalarca yanıtsız bırakan Hayrabetyan, söz konusu yazının Agos’ta çıkmasının ardından, görüşlerini, kendi kanallarıyla, hızlı bir şekilde cemaate duyurma ihtiyacı duydu.
Yazımda, sorunların kaynağının samimiyetsizlik ve karşılıklı güvensizlik olduğu tespitinde bulunmuştum. Görebildiğim kadarıyla, vakıfların mali ve idari sorunları, belki hukuki ve siyasi engellerden de çok, bazı yöneticilerin cemaat içi güç mücadelesinde yara almaktan, dolayısıyla riske girmekten kaçınmalarından; gördükleri hataları, hatanın sahibinin adını koyarak dile getirmemelerinden ileri geliyordu. Nihayetinde herkesin şikâyetçi olduğu gidişata dair kökten çözümler önerecek, bunun için işbirliği yapacak, elini taşın altına sokacak cesaret ve samimiyet, bazı istisnalar hariç, ortalarda görünmüyordu.
Hayrabetyan’ın açıklamaları bu yargıyı çürütmüyor, aksine pekiştiriyor. O, “Havuza sıcak bakmadığımız doğru bir tespit, çünkü projede aydınlık bir taraf göremedik. Hukuk müşavirimizi toplantılara yolladık. Konunun ayrıntılarını öğrendikten sonra bu toplantıların bir fayda sağlamayacağını anlayarak, devam etmenin uygun olmadığına karar verdik” diyor. Aslında tam da bu tavrın, yani hukuk müşaviri aracılığıyla toplantılara dair kanaate vararak, tabir caizse topu taca atmanın, samimiyetsizlik olduğunu görmek zor olmamalı. Üç Horan gibi, ağırlığı olan bir vakfın, önemli bir sorunun çözümü için yapılan toplantılara adeta bir dış gözlemci gibi katılmasını, “Şu, şu, şu sorunları tespit ettik, gelin, el birliğiyle bunları hale yola koyalım” diyerek kolları sıvamak, tartışmayı derinleştirmek yerine, toplantılara katılmamaya karar vermesini başka türlü yorumlamak, ne yazık ki mümkün değil.
Hayrabetyan, söyleşi boyunca geleneksel-ataerkil dili konuşuyor. Kendi “Su yok ki havuz yaratalım!” sözüyle çelişmek pahasına, burs verdikleri öğrencilerin sayısıyla övünmesi; tam 25 yıldır başkanlık yapmasıyla, yönetim kadrosundan hiç fire vermemesiyle kıvanması; vakti zamanında müteveffa Patrik Kalustyan’ın bir sözüyle (“Niye Beyoğlu’na sahip çıkmıyorsun oğlum?”) göreve soyunduğunu duyurması; bütün o ‘Mahallenin girdisini çıktısını biz biliriz’ edaları, yakından tanıdığımız bir iktidar dilinin, kadim bir güç oyununun simgeleri.
Beyoğlu’nda, gerçekte uzun zamandır, tekinsiz ilişkilerle anılan, meselelere uzaktan bakan, muhatabını eşiti değil astı olarak gören, hakkında rivayetin muhtelif olduğu bir yönetim anlayışı var… Cemaat içerisinde günlük hayatta kulaktan kulağa konuşulan olayların ‘kol kırılır yen içinde kalır’ mantığıyla kamusal alana taşınmaması ise bir tür dokunulmazlık zırhı yaratıyor. O yazıdaki iki satır, bu zırhı bir nebze sarsmış olmalı ki, Hayrabetyan makamına oturup bir röportaj verdi. İyi de oldu.
Mizah ustası Hagop Baronyan (1843-1891), unutulmaz eseri ‘Azkayin Çoçer’de (Milli Kodamanlar), Ermeniler arasında, “Bir amiranın mendili hakkında dahi kötü söz söylersen, göksel hükümranlığa karşı gelmiş olursun” diye düşünülen zamanları anlatır. Bugünün amiraları hakkında söz söylediğinizde, gazetelerine çıkıp kendilerini savunuyorlar.
150 yılda, az gelişme değil hani!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)