Acı olan itiraf değil, trajedinin alkışlanması

Evrensel, 16 Kasım 2008

Geçen hafta, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün Brüksel'deki demecinin ardından, Evrensel'den Elif Görgü, konuyla ilgili görüşlerimi sordu. Kendisine verdiğim kısa yazılı cevap 12 Kasım tarihli Evrensel'de, Ayhan Aktar, Mihail Vasiliadis ve Sırrı Sakık'ın görüşleriyle birlikte yayımlandı (
bkz. "Bu zihniyet Türkiye'yi Fakirleştirdi") (Bu yazı, iki gün sonra Agos'ta yayımlanan yazının da temelini oluşturdu). Elif Görgü daha sonra, konuyla ilgili daha derinlemesine bir söyleşi yapmak istediğini belirtti. 14 Kasım'da yaptığımız söyleşi 16 Kasım günü Evrensel'in pazar eki Hayat'ta y
ayımlandı (bkz. "Acı Olan İtiraf Değil, Trajedinin Alkışlanması". Konunun güncelliğini ve buradaki yazılarla yakın ilgisini dikkate alarak, bloga da eklemek istedim.

Brüksel’de konuşan Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, sözlerini Agos yazarı ve Aras Yayınları Editörü Rober Koptaş’la konuştuk. Koptaş, resmi tezlerin yanlışlığının itirafından çok, yaşanan trajedilerin alkışlanmasının ardındaki acizliğe dikkat çekiyor.

Brüksel’de konuşan Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, Türkiye tarihinin hâlâ yüzleşmediği sayfalarından biri olan Ermeni tehciri ve mübadele ile ilgili “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?” dediği konuşması çok tartışılacak. Agos yazarı ve Aras Yayınları Editörü Rober Koptaş’la konuştuk. Koptaş, resmi tezlerin yanlışlığının itirafından çok yaşanan trajedilerin alkışlanmasının ardındaki acizliğe dikkat çekiyor.


Bakan Gönül tarihte yaşananları ‘ulus inşası’nın gerekleri olarak açıkladı. Bakan tam olarak hatırlatmadı bize ama, nasıl oluştu bu ulus devlet, neler yaşandı oluşması için, siz hatırlatabilir misiniz?
Bakan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ermenilerinin uğradığı felaketten, nüfusun büyük bir çoğunluğunun ortadan kaldırılmasından ve daha sonra da 1923’te yapılan nüfus mübadelesiyle Balkanlar’daki Müslümanların Anadolu’ya, Anadolu’daki Rumların da Yunanistan’a gönderilmesinden söz etti. Böyle söyleyip geçtiğiniz zaman bunlar kuru tarihler, soğuk tarihsel olaylar olarak görülebilir. Ancak bütün bu sözlerin arkasında, kaybedilen, öldürülen, yerinden yurdundan edilen insan sayısı kadar insan hikayesi var. Farkında olalım ya da olmayalım, büyük trajedilerden söz ediyoruz. Bunların kültürel birtakım sonuçları var; siyasal, toplumsal ve ekonomik birtakım sonuçları var. Bunlara dair çeşitli araştırmalar yapıldı, çeşitli kitaplar yazıldı; olanlar genel hatlarıyla çok iyi biliniyor. Genel olarak söyleyebileceğimiz şey, Evrensel’de de geçtiğimiz günlerde yayınlandığı gibi, bu yaşananların Türkiye’nin zenginleşmesini değil fakirleşmesini sağladığı; hem insani düzeyde, hem ekonomik düzeyde.
Ulus inşası süreci sadece etnik temizlikle olmadı, Türkiye’de ‘kalan’ nüfusun da hangi uygulamalar sonucunda tektipleştirildiğini, nasıl hizaya sokulduğunu biliyoruz. 1920’li yıllardan başlayarak Türkiye’de ulus inşası tek tip vatandaş yaratmak üzere kuruldu. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, Türk-İslam-Sünni-Erkek kimliği dışında kim varsa mağdur oldu; kadınlar da, yoksullar da mağdur oldu.
Vecdi Gönül’e şunu hatırlatmak lazım; ulus inşası dediği şeyin birtakım zorlamalarla, baskılarla, kan dökerek gerçekleşmesi onun düşündüğü kadar matah bir şey olmayabilir. Ulus, nihayetinde bir toplumsal sözleşmeye dayanır ve o toplumsal sözleşme de zaman içinde, her an ve her gün yeniden tesis edilir. Eğer siz o toplumsal sözleşmeyi, o toplumsal barışı sağlayamazsınız, bunu belki zor kullanarak sağlayabileceğinizi düşünürsünüz, ancak yaptıklarınızın ulusun ulus olma niteliğini ortadan kaldırabileceği riskini göze almanız gerekir. Bugün eğer farklı toplumsal grupları bir ulusun eşit yurttaşları olduklarına, bu topraklar üzerinde bir arada barış içinde yaşamanın mümkün olduğuna ikna edemezseniz, bu toplumun ulus olma niteliği ciddi anlamda sorgulanacaktır. Zaten on yıllardır bunun çeşitli sonuçlarını görüyoruz, sıkıntılarını yaşıyoruz.


Bakan Gönül’ün sözlerini bireysel düşüncesi olarak değerlendirmek mümkün değil. Sürece baktığımızda önce Başbakan ‘ya sev ya terk et’ anlamına gelen sözler sarf etti ve ‘tek millet tek bayrak’ta ısrarcı olduklarını söyledi. Ardından Vecdi Gönül konuştu ve son olarak da AKP Yozgat Milletvekili ‘devlete zarar vereni vurmak’tan hoşlanacağını söyledi. Bu tablodan nasıl bir sonuç çıkarmamız gerekiyor; Ermeniler, Kürtler, Aleviler ve Türkler bu süreçten ne anlamalı?
Münferit vaka deyip geçebileceğimiz örnekler değil bunlar tabii. Belki de iyi kötü tarihle ilgileniyor olduğum için bu tür olaylarla karşılaştığımızda benim aklıma hep İttihatçılar geliyor. Bizler uzun zamandır, devlet fetişizmini ideolojisinin merkezine oturtan İttihatçı düşüncenin günümüzdeki taşıyıcılığını, CHP’nin temsil ettiği merkeziyetçi, milliyetçi, devletçi kanadın ve aynı ideolojinin mütemmim cüzü olan komitacı gözükaralığı ise Ergenekon davasıyla kirli işleri bir bir ortaya dökülen ulusalcıların taşıdığını düşünüyoruz. Bunda haklıyız da…
Yine de unuttuğumuz bir şey var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki harcın bileşenleri arasında önemli bir yer tutan İttihatçı ideoloji, bir tür yamalı bohçayı andırıyordu. O ideoloji kuşaklar boyu devlet aklı ve devlet adamlığı tavrınca içselleştirilmiş; milli eğitim, milli tarih, militarizm, milliyetçilik gibi mekanizmalarla tüm topluma belletilmiş, hem yönetici seçkinlere hem de topluma hiza vermişti. Valilik, müsteşarlık ve bakanlık görevlerinde bulunmuş bir Vecdi Gönül; bir ‘devlet adamı’, bugün siyaseten ulusalcılardan epey uzak bir yerlerde duruyor olabilir. Ancak onun son sözleri, düşünsel altyapısının, harcına karışmış değerlerin diğerlerinden hiç de farklı olmayan bir kaynaktan geldiğini gösteriyor. Ortada, hikmet-i hükümet de diyebileceğimiz ortak bir devlet aklı var ve o devlet aklı, İttihatçılıktan çok etkilenmiş durumda. CHP ve AKP belki konjonktürel olarak farklı yerlerde duruyorlar bugün; ama görünen o ki ideolojik altyapıları; devleti, orduyu yücelten merkeziyetçi, baskıcı, otoriter değerlerden besleniyor.
Kürtler, Ermeniler, Aleviler ve elbette Türkler bundan ne gibi bir sonuç çıkartabilir sorunuza gelince... Tabii ki herkes kendi meşrebine göre bir sonuç çıkarabilir; zira bu kimlikleri homojen, bütünüyle kapsayıcı gruplar olarak ele almamamız gerekir diye düşünüyorum. Ancak, bugünkünden farklı bir Türkiye isteyen yurttaşlar olarak düşündüğümüz zaman, bu ayrımcı zihniyeti her fırsatta deşifre etmek, bu zihniyete karşı mücadele etmek gibi bir yükümlülüğümüz var. Bugün ortaya çıkan bir yükümlülük değil bu; ayrıca salt AKP’yle ilgili bir mesele de değil. Bunu sadece AKP sorunu olarak görürsek çok doğru bir tespit yapmış olmayız. AKP’si, CHP’si, MHP’siyle, silahlı kuvvetleriyle bu tip ayrımcı, baskıcı, milliyetçi bütün eğilimlere karşı hep beraber, mümkün olduğunca, gücümüz yettiğince mücadele vermemiz gerekiyor.


Bakan Gönül’ün sözleri on yıllardır devlet nezdinde resmi olarak kabul edilmeyen olayların itirafı olarak da değerlendirilebilir mi?
Tabii ki bu bir itiraf. Devlet on yıllarca tehcirin, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin can güvenliğinin gözetilerek yapıldığını, bir savaş dönemi tedbiri olduğunu söyledi. Bunu söyleyerek dünya üzerinde kimseyi ikna edemedi tabii, ama meselemiz o değil. Bakan Gönül, tehcirin, mübadelenin ve zımnen de Cumhuriyet döneminde gayrimüslimlere karşı yapılan bütün ayrımcı uygulamaların bu toprakları Türkleştirmek için yapıldığını itiraf etmiş oldu.
Tabii resmi söylemi sonuna kadar benimsemiş bazı insanların da tepkisini çekmiş oldu bu itiraf. Mesela, Güngör Mengi Vatan’da yazdığı yazıda şöyle dedi: “Türkiye düşmanları, bakanın sözlerinden yola çıkarak Türk devletinin ırkçı içgüdülerle davrandığını, azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürüttüğünü iddia edecekler, Bakan Gönül’ü de itirafçı tanık göstereceklerdir.” Mengi gibileri bakanın sözünü geri almasını istedi. Onun yazdıklarını okuduğunuzda, sanki devlet bugüne dek hiç “ırkçı içgüdülerle” davranmadı, sanki hiç “azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürütmedi” zannedersiniz.
Aslında burada iki tür itiraf var: Biri sözle ifşa yoluyla itiraf ediyor, diğeri ise inkar yoluyla itiraf ediyor. Biri belki biraz daha ehlileşmiş görünüyor, diğeri belki biraz daha ne dediğini bilmez halde. Ancak ikisi de sürçülisan değil, ikisi de ciddi birer düşünce silsilesinin ve mirasının sonucu.
Bence acı olan bu itirafın kendisi değil. Acı olan, bu sözleri eden insanın vicdani muhakemeden bu kadar uzak olması. Artık siyasetçi olmaktan mı kaynaklanıyor, ya da “devlet adamı aklı” mı bunu gerektiriyor bilmiyorum, ama belli ki bakanın vicdanına epey kalınca bir perde inmiş ve o sözünü ettiği mübadelenin, tehcirin, her biri etnik temizlik olarak nitelendirilen bu olayların arkasındaki insani trajediyi göremez hale gelmiş; dahası, kendini o kadar kaptırmış ki bunları alkışlamaya kalkmış. Bu itirafın siyaseten vahim olan pek çok tarafı var, ama aynı zamanda, insani pencereden baktığınızda, o vicdan terazisinin ortadan kalkması çok daha vahim görünüyor bana. Vecdi Gönül’e bizim aslında üzülmemiz lazım.


Hrant Dink’in oğlu Arat Dink bakana yazdığı mektubunda, ‘artık azınlık okullarında çocuklar ‘yokluğum Türk varlığına armağan olsun’ desinler’ diye seslendi. Gerçekten de siyasi analizi bir yana bırakırsak, zaten acılı tarihlerini öğrenerek büyüyen Ermeni çocukları, gençleri böyle durumlardan nasıl etkiliyor, onların duygularında nasıl bir tahribat yaratıyor?
Türkiye’de gayrimüslim bir azınlık olarak, Ermeni olarak yaşamak, sırtında hep bir yumurta küfesiyle yaşamak gibi. O korku, baskılar, sindirilmişlik o kadar içselleştirilmiş ki, bir yerden sonra çocuklar dahi bu tür şeylere şaşırmaz hale geliyorlar. Bu tip şeyler artık bizim için “olağan”. 10 yıl önce bakanın biri “Ermeni dölü” dedi, üç-dört yıl önce bir bakan “arkadan hançerliyorlar” dedi, iki yıl önce Hrant Dink öldürüldü, bugün bir başka bakan da çıkıp başka bir şey dedi… Biz asıl bunları yaşamazsak şaşırıyoruz. Tabii ki bütün umudumuz bunları yaşamayacağımız bir Türkiye. Belki şunu söylemek lazım, o güvensizlik hissiyle yaşamaya alışıyorsunuz. Her an başınıza bir şey gelebilir, her an yeni bir uygulama başınıza kötü şeyler getirebilir; belki yeni 6-7 Eylüller yaşanabilir, belki yeni bir Varlık Vergisi olabilir diye düşünüyorsunuz. Bakanın sözleri ise bu olumsuz beklentilerin çıtasını epey yükselten bir etkiye sahip. Çünkü bu sefer övülen şeyler, tehcir gibi, mübadele gibi, ölümleri, insanların yerinden yurdundan edilmesini ima ediyor. Demek ki korkmamız gereken daha ciddi şeyler de varmış. Bunun farkına da Vecdi Gönül sayesinde varmış olduk.


Bütün bu açıklamalar, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti ile ilgili devlet yetkililerinin de bu cinayetten sorumlu olduğu raporunu hazırladığı bir döneme denk geldi. Davanın gelişimi açısından bir etkisi olacağını düşünüyor musunuz?
Hükümetin, başbakanlığın tavrının davanın gidişatı üzerinde çok önemli bir rol oynayabileceğini hepimiz biliyoruz. Valiliklerin hangi devlet memurlarının soruşturulmasına izin verdiğini, hangilerine vermediklerini -ki genellikle vermediler- soruşturulmasına izin verilen memurların maaş kesintisi cezalarıyla nasıl kurtulduğunu biliyoruz. Bu yüzden başbakan’ın Teftiş Kurulu raporu hakkında nasıl bir tasarrufta bulunacağı da davanın geleceği hakkında belirleyici olacak. Öte yandan, bir Ergenekon davası sürüyor, bunun orduyla birtakım ilişkileri var; AKP’nin, başbakan’ın bütün bunlar karşısında nasıl bir tavır izleyeceği, bütün suçluların ortaya çıkması yolundaki çabaların arkasında durup durmayacağı, yoksa Şemdinli’de olduğu gibi su mu koyvereceği tabii ki Hrant Dink davasının sonucunu da etkileyecek. Kamuoyunun göstereceği kararlılık da elbette önemli. Ancak Teftiş Kurulu raporundan sonra AKP’nin gereken adımları atmaması, sembolik olarak kendi siyasi sonlarını hızlandıran bir sürece de dönüşebilir. Çünkü gereğini yapmamak suça ortak olmaktır!..

Hiç yorum yok: