Yeni yıl hayali

Her şeyin eski haline dönmek üzere bir anlığına adeta sıfırlandığı yeni yılda, 2007’nin şubat ayında kaybettiğimiz şair Zahrad’ın “bir günlüğüne kelebek olma” hayalini gerçekleştirmek ümidiyle.


Hayal

Doğdu insan - göçtü insan
ömrü hayatında
hiç değilse bir gün
........... yirmi dört saat
gönlünce yaşayan
özgür
bütün çiçeklerin sevdiği
tek günlük bir kelebeğe
dönüşemedi

güzün kurumuş yapraklarıyla beraber
çöpçü
kelebekleri de süpürdü

Moris'le Kirkor'un İstanbul'u

Agos, 26 Aralık 2008

İstanbul’un, 2010 Avrupa Kültür Başkenti tanıtım filminde gayrimüslimleriyle, kilise ve sinagoglarıyla, mutlu, eğlenceli, huzurlu, kendisiyle barışık bir fotoğraf vermeye çalışması, şu ‘şecere günleri’nde ne kadar da kötü bir şaka gibi duruyor.


İnsan düşünüyor: Filmde Moris ve Kirkor’a
sunulan teşekkürlerin hayatlarımızda bir karşılığı var mı, yoksa varmış gibi yapmamız mı isteniyor? Moris, Kirkor, Ester ya da Anna olduğumuz için şimdiye dek hiç şükrana, teşekküre benzer bir jestle onurlandırıldık mı ki?

Abdullah Gül’ün annesinin Ermeni kökenli olduğu iddiasının onun güvenilmezliğine kanıt olarak gösterildiği, bu tavrı kınayanların pek çoğunun olayı ‘hakaret’ çerçevesinden gördüğü, cum
hurbaşkanının ise, çok daha farklı mesajlar vermek varken, olayı Türk ve Müslüman olduğunu bir kez daha ispat etmenin fırsatı olarak değerlendirmeyi tercih ettiği bir ülkede, cevabı belli sorular...

İstanbul’un yapay bir mutluluk ve huzur fotoğrafına kıstırılmasının ne büyük bir haksızlık olduğunu ve kentin çok daha fazlasını yaratıp paylaşacak gücü olduğunu, Karin Karakaşlı her zamanki ışıltılı kalemiyle yazdı (Radikal İki, ‘İstanbul... Başkentsiz Bir Memleket’, 30 Kasım 2008).

Biz oraya değil, meselenin diğer yüzüne bakalım.
O yapay İstanbul’u yaratmak isteyenlerin, gayrimüslim hemşerilerinden, hangi hakla o fotoğrafta bir renk, bir süs olmaya gönül indirmelerini talep ettikleri ve buna razı olmanın ne anlama geldiği üzerinde duralım.


Kültür başkentinin gülen yüzlü cemaati olmak

Agos’ta da haber oldu. Ermeni toplumu İstanbul 2010 Kültür Başkenti çalışmalarına çeşitli projelerle katılacak. Düzenleyici komitenin Patrikliğe gönderdiği çağrı sonucunda çeşitli toplantılar yapıldı, bazı kararlar alındı, bir yürütme komitesi oluşturuldu.


İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Erme
ni Cemaati Projeleri Yürütme Kurulu Başkanı Nazar Büyüm, amaçlarını, “Toplumumuzun kendi kültürel değerlerini en etkin biçimde ortaya koyması gerekiyor. Ermenilerin, Ermeni kökenli kültür ve sanat insanlarının İstanbul kentine geçmişten bugüne yaptığı eşsiz katkıların vurgulanması için, Türkiye Ermeni cemaatinin de tıpkı öteki cemaatler gibi sanatsal etkinlik, yayın ve benzeri alanlarda proje geliştirmesi hepimizin ortak hedefi…” sözleriyle açıklıyor.


Grubun iyi niyetle hareket ettiğinden zerre şüphe duymasak da, iyi niyet taşlarıyla döşeli yolların insanı her zaman cennete götürmediğini biliyoruz.

Terazinin bir kefesinde, Avrupa Kültür Başkenti benzeri büyük projelerin toplumsal dönüşüme ivme kazandıran bir yönü olduğu gerçeği var. Bu sayede, İstanbul’un gayrimüslim topluluklarının kentin geçmişinin ve bugünün birer parçası olduğu bilgisi, İstanbulluların ortak bilincine bir nebze yerleşebilir elbette. İstanbul ve Türkiye hakkında karar verme yetkisine sahip muktedirlerin bu coğrafyayı azınlık toplumlarının gönül rahatlığıyla yaşayıp kültür ürettikleri bir yer olarak göstermeye çalışması da, zihinlerde değişen bir şeyler olduğunu gösterir.

Yine de, üzerinde durulması gereken sorunlar var: Yaşanan ve hâlâ yaşanmakta olan haksızlıklarla ilgili sorunlar. Kentin her yerinde yükselen bayrak direkleriyle simgelenen toplumsal iklim karşısında Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin gündelik yaşantısının giderek zorlaşması mesela... Türkiye’nin kadim gayrimüslim topluluklarının izlerinin silinmesi için verilen bilinçli çaba, cumhuriyet tarihi boyunca dertlerini yüksek sesle dile getirmeye cesaret etmiş yegâne Ermeni’nin gerçek katillerinin bulunması yönündeki emeklerin geçen iki yılda hep engellerle karşılaşması gibi ağır meseleler var...


Bu şartlarda, İstanbul’un mutlu mesut gayrimüslim hemşerileri olarak aile fotoğrafında yer almak içimize gerçekten siniyor mu?

Peki, ya aile fotoğrafı çekildikten, evli evine köylü köyüne döndükten sonra ne olacak? Aynı korkularla, aynı baskılarla, aynı yasla baş başa mı kalacağız?


Bizlere tanıtım filmlerindeki pırıltılı, güvenli yaşamı sağlaması gereken devlet adamlarının, “Hadi gelin, projelerinizi sunun, siz de kendinizi anlatın” demelerine karşılık, onlara “Asıl siz bizim yaşamımızı kolaylaştırmak için ne yapacaksınız?” diye sormayacak mıyız?

Özrün özü

Agos, 19 Aralık 2008

Özür bir milattır. Ardından yeni bir dilin sözcükleri sökün eder.

İhtiyacımız olan, tam da o dilin getireceği taze, ince, serin, nazik iklimdir.

Özürden sonra karşınızdakini suçlamazsınız artık. Konuşurken sürekli “ama” deme ihtiyacı duymazsınız.

Özürden sonra karşınızdakini dövmeye kalkmazsınız. Onu aç biilaç yollara salıp akbabalara yem etmeyi düşünmezsiniz.

Özür varsa strateji yoktur, hesap yoktur.

Özür bir son değil, bir başlangıçtır. Özrün kendisi kadar, arkasında durup durmayacağınız da önemlidir.

Bu ülkede bir Ermeni, bir Yahudi, Bir Rum, bir Süryani –bir Ermeni, bir Yahudi, Bir Rum, bir Süryani olduğu için– kötü muamele gördüğünde siz yanı başında bitmezseniz; bu ülkede bir Ermeni vakfının malına daha el konduğunda, o vakfın kapısında nöbet tutmazsanız; bu ülkede bir Ermeni okulu daha öğrencisizlikten kapandığında siz haberdar olmazsanız; bu ülkede Ermenicenin neden eriyip bitmekte olduğu sizin de derdiniz olmazsa, özrün yaldızı pul pul dökülür, içi boş kalır.

Özür en çok, siz özrünüzün kıymetini bildiğinizde, onun arkasında durduğunuzda, onun yaldızlarının dökülmesine izin vermediğinizde özürdür.

Memleketim arkadaşlarımdır

Agos, 19 Aralık 2008

Şu özür meselesinde, bu memleketin bir garip Ermenisi olarak söz söylemek bana düşer mi, düşmez mi diye uzun uzun düşünüp, düşmemesi gerektiğine karar verdim ama, işte yine de kendimi tutamadım. Birkaç kelamım var.

Öncelikle, hiç kimseden, hiçbir bireyden, bir özür beklentisi içinde olmadığımı söylemem lazım.
1915’te yaşananlar, içimde, derinde bir yerlerde açık bir yara gibi duruyor, ama canımı yakan o yara değil. Canımı, 90 küsur yıl sonra, 2000’ler Türkiyesinde, o yaraya tuz basan sistematik inkâr mekanizması yakıyor. Canımı, ölülere, acılara, kayıplara, yaralara saygı duymayan bütün bu nefret kültürü yakıyor.

Canımı, hasbelkader Ermeni ana babadan doğmuş bir ana babadan hasbelkader doğmuş bir garip insanoğlu olarak, şu memlekette, kendi memleketimde, sırtımda her an kırılacak yumurtaların dolu olduğu bir küfeyle yaşamak zorunda olmak hissi yakıyor.

Canımı, ilkokula başladığım, Elmadağ’daki Lusavoriçyan okulunun, üçüncü sınıftan dördüncüye (bütünlemeye kalarak) geçtiğim yıldan sonra öğrenci yokluğundan kapanması yakıyor. Okulumun önünden her geçtiğimde, küçükken top oynayıp ‘ulusal’ bayramlarda şiir okuduğum bahçenin duvarını bürüyen yosunların, binanın kırık camlarının görüntüsü yakıyor.

Canım yandığı ve yanmaya devam ettiği için, aynı toprak üstünde yaşadığım insanlardan değil ama yurttaşı olduğumu devletten bir özür bekliyorum. Hem 1915’te olanlar, hem de sonraki yıllarda yok edilen Anadolu ve Trakya gayrimüslimlerine reva görülen muameleden ötürü.
İşte bu yüzden, gelecekte bir gün gerçekleşeceğine inandığım bu özrün Türkiyesini yaratmak için mücadele veren herkese büyük saygı ve minnet duyuyorum.

Biliyorum ki, 1915’te yaşananlardan ve bunun inkârından ötürü özür dileyen Türkiyelilerin meselesi öncelikle kendileriyle, kendi vicdanlarıyla, sabah kalktıklarında baktıklarla aynalarla.
Kime ne ifade edeceği hakkında hiçbir fikrim yok, ama bu insanların hepsinin başımın üstünde yeri var –Türkçede hissettiklerimi daha iyi ifade edecek bir ifade hatırlamıyorum, siz hatırlıyorsanız lütfen bana hatırlatın.

Metinde soykırım kelimesinin geçip geçmediği veya içeriğinde ne olduğu benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Aslolanın özrün kendisi olduğunu biliyorum. Hele hele, Türkiye’de milli eğitimin betondan sıralarında yetişmiş insanlar için, herhangi bir meselede özür beyan etmenin ne kadar çetin bir uğraş gerektirdiğini düşününce.

Bana bu ülkede kalma gücü veren, Türkiye’nin biraz daha yaşanır, daha demokratik bir ülke olması için mücadele veren insanlardır. Soranlara –ki insanlar bizlere artık “Hâlâ nasıl yaşıyorsunuz orada?” diye soruyorlar– “Burada arkadaşlarım olduğu için, benim gibi düşünen insanlar olduğu için, farklı düşünsek de bir masada karşılıklı oturup konuştuğumuzda anlaşabildiğim insanlar olduğu için bu ülkede yaşıyorum” diyorum.

Şimdi bir sürü arkadaşım daha oldu, oluyor. Onlarla aynı havayı solumak, yaşadığımız şu cehennemi cennete çevirme hayaline birlikte sarılıyor olmak, iyi geliyor.

Başbakana, kendi üslubunca

Agos, 19 Aralık 2008

Başbakan Erdoğan’ın ‘Özür Diliyoruz’ kampanyasıyla ilgili olarak çarşamba günü ettiği sözler, devletin ve devletlu olmaya soyunan siyasilerin Türk-Ermeni sorununda geleneksel çizgiden sapmasının ne kadar güç olduğunu gösteren en taze örnek.

Bu çizgi, oportünüzmiyle, ikiyüzlülüğüyle ve bunlardan daha da önemlisi, vicdansızlığıyla malul. Bu yüzden de, Türkiye toplumu dönüşürken siyasetin elinden kaydığını hissedip, değişimin taşıyıcısı olan kesimlere karşı büyük bir hınç beslemesi kaçınılmaz.

Başbakan ne diyor?

“Göreve geldiğimiz andan itibaren, Ermenistan’a hava kapılarını açan, Van gölünde Akdamar Adası’nda Ermeni-Ortodoks Kilisesi’ni restore ederek hizmete açan Türkiye Cumhuriyeti’dir, iktidarımızdır. Bunu herhangi bir şey karşılığında yapmadık. Bunlar bir şeylerin işaretidir. Cumhurbaşkanımızın Türkiye-Ermenistan milli maçı sebebiyle davete icabet ederek Ermenistan’a gitmesi bir işarettir.”

Ne yapmalı? Bu sözlere Tayyip Erdoğan üslubunca mı yanıt vermeli?

“Açmasaydın, çalışmasaydın, gitmeseydin! Benim kara kaşım, kara gözüm için mi yaptın?” mı demeli?

Başbakan, bu sözleriyle, Türkiye’nin Ermenistan’la yakınlaşma siyaseti altında atar göründüğü adımların göz boyama taktiği olduğunu itiraf ediyor açıkça. Yazık ediyor.

Desa'da olan biten (devam)

Agos, 5 Aralık 2008

21 Kasım tarihli Agos’ta, ‘Çalışanları dinleyelim’ başlığı altında, söze “Memleketin başka meseleleri de var” diyerek başlamış, kot taşlama işçilerinin hayatını karartan silikozis hastalığına, sendikalı oldukları için işten atılan Desa deri fabrikası işçilerine ve güç koşullar altında çalışan çağrı merkezi çalışanlarına kulak kabartmıştık.

26 Kasım’da, Desa’nın halkla ilişkilerinden sorumlu Ünite İletişim’in bir yetkilisi, “36 yıldır binlerce kişiye istihdam ve Türk ekonomisi için katma değer yaratmış bir şirket olarak”, yazımdaki “tek taraflı bilgilere istinaden” kamuoyunu doğru bilgilendirmek adına, Desa Yönetim Kurulu Başkanı Melih Çelet’in kaleme aldığı bir bilgilendirme metnini iletti.

Bu haftaki ‘Hayat, Olduğu Gibi’ bu konuya ayrıldı. Metnin bir özetini yandaki sütunda bulacaksınız. Detaylara girmeden önce, bir çift kelam...

Desa’nın, kamuoyunda iyi bir itibara ve isme sahip olmak istemesi çok anlaşılır bir durum. Pek çok fabrika ve mağazaya sahip, dünyaca ünlü markalar için üretim yapan bir firmanın, çalışanlarının sendikal örgütlenme hakkını gasp eden, onları bu yüzden kapı önüne koyan, üstelik hak ettikleri tazminatları ödemeyen bir firma olarak tanınmak istememesi de öyle...

Bu çerçeveden baktığımızda, Desa’nın, çalışanlarının işlerini insanca koşullar altında yapmasını gözetmek; onların bu koşulları elde etmelerini sağlamada yegâne güçleri olan sendikanın faaliyetlerini engellememek ve böylece gerçekten dünya standartlarında bir işveren gibi davranmak yükümlülüğü var.

Desa hakkındaki iddiaları bir ya da iki işçi dile getirmiyor. Firmaya dava açmış olan 37 kişiden ve mağdur olduğu halde dava açmayan kişilerin pekçok basın organında yer almış tanıklıklarından söz ediyoruz.

Firma, çalışanlarının haklarını çiğnediği gerekçesiyle bozulduğunu düşündüğü imajını düzeltmek için harcadığı enerjinin ve paranın bir kısmını adil bir idare oluşturmak için harcasa, çok daha hayırlı bir iş yapmış olmaz mı?


Firma kendini nasıl savunuyor?

Desa Yönetim Kurulu Başkanı Melih Çelet imzalı bilgilendirme metninde şu noktalar öne çıkıyor:

- DESA, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı denetimlerine ek olarak, son 15 yıldır, bağımsız denetim kuruluşları tarafından, ‘ETIBase Code’ adı verilen bir denetime tabi tutuluyor. Bu kapsamda, çalışma koşulları, fabrikalarda çocuk işçi çalışıp çalışmadığı, örgütlenme özgürlüğü bulunup bulunmadığı, sağlık ve iş güvenliği, çalışanların özlük haklarının tam olarak karşılanıp karşılanmadığı gibi, çalışma hayatının ve endüstriyel ilişkilerin temellerini oluşturan tüm konular mercek altına alınıyor.

- Hiçbir çalışan sendikal faaliyetleri nedeniyle işten çıkarılmadı. İşçiler ya kendileri istifa ettiler, yahut da muhtelif sebeplerle iş akitleri feshedildi.

- Firmada sendikalı olarak çalışmakta olan pek çok işçi var.

- Dava açan çalışanlar ya iş akdinin feshedildiği gün, veya onu takip eden 2 haftalık süre içerisinde sendikaya üye oldu. Önceden sendikalı değillerdi.

- Son 7 ay içerisinde tüm Desa fabrikalarındaki işçiler huzurlu bir şekilde çalışmakta, örgütlenme özgürlüklerini, daha önce de olduğu gibi, alabildiğine kullanmaktalar.


İşten atılan işçilerin iddiaları

Öncelikle şunu söyleyelim: TCK’nın 118. maddesine göre, bir kimsenin sendikaya üye olmaması için cebir veya tehdit uygulamak, hapis cezası gerektiren bir suç. Yani, 37 işçinin “Firma bizi sendikalı olduğumuz için işten çıkardı” diyerek dava açtığı bir ortamda, Desa yöneticilerinin “Evet, öyle yaptık” demesini beklemek pek gerçekçi değil.

Desa mektubunda iddia edildiğinin aksine, işten çıkarılan işçilerin, sendikaya üye olduktan kısa bir süre sonra, sendika üyeliğinden veya işten ayrılmaları için baskıya uğradıkları yönünde beyanları mevcut. İşçiler zaten bu nedenle yargıya başvurmuş durumdalar.

Firma yöneticisi Burak Celet’in 1 Mayıs 2008 tarihinde işçilere yaptığı bir konuşmada “Ben dahil, bu fabrikada 701 kişi de imza atsa, bugün yine de sendikalı olmam. Bunu çok iyi bilin. Burası 35 senelik firma, bugüne kadar olmadı, bundan sonra da olmayacak” dediğinin, bir ses kaydıyla sabit olduğu belirtiliyor. Bu kayıt bir televizyon kanalında da yayımlandı.

İşçlerin ortak beyanları, Desa’daki çalışma koşulları hakkında ciddi şüpheler doğuruyor. Fabrikada yasal sürelerin çok üzerinde mesai uygulamaları olduğu, bu mesailerin bordrolara yansıtılmadığı, çalışma saatlerinin haftalık 45 saatin çok üzerinde olduğu, mesaiye itiraz eden işçilerin işten atılmakla tehdit edildiği, çok sayıda kadın işçi çalıştırılmasına rağmen emzirme odası, kreş gibi uygulamaların bulunmadığı, Sefaköy fabrikasında işçilerin çalıştıkları ortamda havalandırma bulunmadığı, işçilerin üretim sırasında kullanılan kimyasalların etkisine maruz kaldığı, tuvaletlerin yetersiz olduğu, çalışma süresinde belli saatler dışında kapalı tutulduğu ve insan sağlığını tehdit edecek boyutta kirli olduğu iddia ediliyor. Ayrıca, önceden haberli denetimlerde bu koşulların geçici olarak düzeltildiği, göstermelik emzirme odaları oluşturulduğu, ancak bir-iki gün sonra her şeyin eski haline döndüğü belirtiliyor.


Desa ve iki karar

Çalışanlarının “örgütlenme özgürlüklerini alabildiğine kullandığını” belirten Desa, geçtiğimiz aylarda Çalışma Bakanlığı’na başvurarak, faaliyet alanının, deri değil büro işkolu olduğunun tespit edilmesini istedi. Burada amaç, Deri-İş sendikasının Desa fabrikalarında örgütlenmesinin önüne geçmekti. Çalışma Bakanlığı, 21 Ekim 2008 tarihinde bu talebi reddetti ve Desa fabrikalarında “ham deri işleme, deri konfeksiyon, saraciye üretimi ve üretilen deri mamüllerinin pazarlama işlerinin yapıldığını”, buralardaki işçilerin “üretim” işinde çalıştığını tespit etti.

Böylece, Desa yöneticileri, bakanlık kararıyla, fabrikalarının büro değil deri işkoluna dahil olduğunu öğrenmiş oldular.

*

Firma yöneticileri, 11 Kasım’da, bu kez Bakırköy 3. Asliye Ticaret Mahkemesi’ne başvurarak, Deri-İş sendikasının “yasal dayanaktan yoksun, yalan, iftira ve hakaret içeren, haksız rekabete neden olan ve kötü niyetli bir karalama kampanyası yürüttüğü” gerekçesiyle, durdurma ve ihtiyati tedbir kararı alınması için başvurdu.

Mahkeme, firmanın Deri-İş’in faaliyetlerini engellemeye dönük bu talebini 17 Kasım’da reddetti.

Diyalog önemli ama geçmişten kaçarak geleceği inşa edemezsiniz

Birgün'den Canan Aydın, 30 Kasım tarihli gazetede yayımlanmak üzere, Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde diyalog yönündeki çalışmalar, Ermenistan dışişleri bakanı Edvard Nalbantyan'ın son Türkiye ziyareti ve diasporanın bu gelişmelere göstereceği muhtemel tepkiler üzerine sorular sordu. Bu metin, gazetede, Baskın Oran, Ragıp Zarakolu, Ahmet Tellioğlu ve Aybars Görgülü'nün yanıtlarıyla birlikte yayımlandı.



Diyalog önemli ama geçmişten kaçarak geleceği inşa edemezsiniz


Rober Koptaş

Agos yazarı


Söze başlarken, sadece normalleşme yönünde bir iradeden söz etmenin bile iki ülkenin pozisyonlarında ciddi bir değişikliğe işaret ettiğini teslim etmemiz gerekir. Ermenistan’ın 1991’de bağımsızlığını kazanmasından sonra, daha doğrusu Karabağ’da savaşın kızışmasından sonra, ilişkilerin nasıl buzdolabına kaldırıldığını göz önüne alırsak, diplomatlar düzeyinde başlayan, cumhurbaşkanı Gül’ün Erivan ziyaretiyle zirveye çıkan ve nihayet dışişleri bakanlarının görüşmesiyle bir kez daha teyit edilen temasları hafife alamayacağımız da ortaya çıkar.


Anlaşılıyor ki, şu anki dünya konjonktürü, Ermenistan-Azerbaycan-Türkiye arasındaki sorunların çözümünü destekler bir mahiyette. Bu iklimin, ağustos ayında Gürcistan’da yaşanan ve hepimizin yüreğini ağzına getiren savaş neticesinde ortaya çıkan yeni durumun yansımalarından biri olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Kafkasya gibi kaygan bir zeminde, üstelik söz konusu ülkelerin iç siyaseti de her türlü sürprize gebeyken, uzun vadeli tahminlerde bulunmanın çok isabetli olmayacağı aşikâr. Ancak, ilişkisizlik halinin sona ermesinin, doğası gereği, siyasetten sanata, ticaretten eğitime, sağlıktan sanata pek çok farklı alanda işbirliği imkânı sağlayabileceğini söyleyebiliriz. Bu yakınlaşmanın uzun vadede nasıl tezahür edeceği de, bu temasların niceliğine ve niteliğine bağlı olacak.


Türkiye’nin bugüne dek Ermenistan’la ilişki kurmama gerekçesi olarak hep Karabağ sorununu göstermesi nedeniyle, Karabağ’ın statüsünün barışçı yollarla açıklığa kavuşması ilişkiler açısından çok kilit bir öneme sahip. Çünkü Türkiye bu sayede, Karabağ konusundaki geleneksel tutumundan taviz vermeden Ermenistan’la ikili ilişki kurma şansına sahip olacak. Bu anlamda, Türkiye’nin, Ermenistan’la Azerbaycan arasında sorunun barışçıl bir çözüm yoluna girmesi ve Ermenistan’ın soykırım konusunda aktif bir tutum içinde olmayacağını taahhüt etmesi karşılığında, kapalı tuttuğu sınırı açmasını ve bunu yaparken de uluslararası alanda prestij kazanmayı beklediğini söyleyebiliriz. (Küçük bir not: Eğer bütün bu diyalog siyaseti ABD’nin yeni başkanı Obama’nın 24 Nisan haftası soykırım sözcüğünü telaffuz etmemesi için Türkiye’nin bir göz boyama taktiğiyse, burada söylediğimiz her şeyi unutmamız gerek)


Diplomatik değil de, insani boyutta baktığımızda, birtakım ciddi kaygı ve çekincelerden de söz etmeliyiz. Çünkü, sınırın açılması çok önemli olsa da, bunun, diplomatik söylemde birer kenar süsünden fazlası olmayan, vicdan, tarihle yüzleşme, sorumluluk gibi kavramlar çerçevesinde gerçekleşip gerçekleşmeyeceği çok önemli olacak.


Meseleye dünyanın çeşitli tarafına dağılmış olan Ermeniler açısından baktığımızda, bugünlerdeki yakınlaşma ve diyalog adımlarının farklı duygular ve farklı tepkiler yaratmasının mümkün olduğunu görürüz. Hemen şunu söyleyeyim, Ermeni diasporası, Türkiye’de milliyetçi çevrelerin yansıtmaya çalıştığı gibi teksesli, tek merkezli, yekpare bir bütün değil. Lobi faaliyetleriyle her istediğini gerçekleştirebilecek bir güce de sahip değil. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerle iç içe geçmiş, farklı siyasi grupların varlık gösterdiği, çoksesli ve ayrıca dağınıklığı ölçüsünde de güçsüz bir yapıdan söz ettiğimizi unutmayalım. Bu çokseslilik içinde, Ermenistan’ın yarar sağladığına inandıkları müddetçe bu yakınlaşmayı destekleyecek insanlar olacağı gibi, Türkiye’nin soykırım inkârını sürdürdüğü bir ortamda bu tür bir diyaloğa girmenin, kaybettikleri atalarının hatırasına saygısızlık olacağını düşünecek insanlar da olacaktır.


Türkiye’nin, geçmişte yaşanan olaylarla hakkıyla hesaplaşmadan, tarihiyle yüzleşmeden, topraklarından sökülüp atılanların ve uzak ülkelerde yeni hayatlar kurmak zorunda kalanların mağduriyetlerini giderecek, ölenlerin anısına saygı duyacak bir dil inşa etmek için çaba göstermeden, salt diplomatik, politik çıkarların gereği olarak Ermenistan’la yakınlaşması vicdanlardaki yaraları kapatmayacak. Bu boyutları gözardı eden bir diyalog da, sağlam temellere oturmayan, ilk rüzgârda yıkılacak bir iskambil kulesi olacaktır. Eğer aslolan hakiki bir uzlaşmayla geleceği kurmaksa, bunu geçmişinizden kaçarak yapamazsınız.

İnsanlığın ortak değerlerine katkı

Agos'un aylık 'Kitap-Kirk' ekinin Aralık 2008 (no 2) tarihli son sayısında yayımlanan söyleşinin metni.

İnsanlığın ortak değerlerine katkı


Türkçe ve Ermenice kitaplarıyla Türkiye'de iki dilde yayın yapan ender yayınevlerinden biri olan Aras Yayıncılık, Ermenilerin bu topraklar üzerinde ürettiği edebi, tarihsel ve kültürel değerleri geleceğe taşıyor

SİBİL ÇEKMEN

Aynı coğrafyada yaşayan insanların, edebiyat aracılığıyla birbirlerini daha iyi tanımasına yardımcı olmak amacıyla, 1993 yılında kurulan Aras Yayıncılık, Türkiye’nin ‘Ermeni edebiyatına açılan pencere’si. 15 yıldır, Ermenice ve Türkçe edebiyat eserlerinin yanı sıra araştırma kitapları da yayımlayan yayınevi, köklü bir geçmişi olan Ermeni yayıncılık geleneğini sürdürüyor. Aras’ın yayın çizgisini ve yayıncılık dünyasında bulunduğu yeri, yayınevinin editörlerinden Rober Koptaş’la konuştuk.

Aras Yayıncılık, hangi amaç ve hedeflerle yola çıktı?

Aras Yayıncılık, 1990’lı yıllarda Türkiye’de hâkim olan kültürel ve siyasi ortamın bir meyvesi aslında. 1980’lerden sonra Türkiye’de insan hakları hareketinin gelişmesi, 1990’larda Kürt hareketinin verdiği mücadele ve bunun farklı kimliklerin kendilerini ifade etmesi yönünde bir alanın açılmasına katkıda bulunması, Avrupa Birliği sürecinin de etkisiyle azınlık hakları gibi daha önce sözü edilmeyen kavramların gündeme gelmesi benzeri birtakım gelişmeler yaşandı. Kamuoyunda bu tartışmaların yapılıyor olması ve bazı kesimlerde belli bir duyarlılığın oluşması, sıkıntılar içinde yaşayan Ermeni toplumunun da sorunlarını daha yüksek sesle ifade etmesini sağladı. Aras’ı, Agos’u veya Kardeş Türküler grubunu, Belge Yayınları’nın Marenostrum dizisini, sözünü ettiğim bu ortamın meyveleri olarak görmek mümkün.

Toplumda Ermenilere karşı birtakım önyargılar vardı, hâlâ da var. Aras Yayıncılık bu önyargıları kırmak için edebiyattan, kültürel mirasımızdan yararlanmak, halkların kültürel-tarihsel ortaklıklarının ve elbette farklılıklarının altını çizmek, insanlığın ortak değerlerine birlikte katkıda bulunmak gibi ilkelerle çıktı yola. Ermenice edebiyatı tanıtmak; Türkiyeli okuru, aynı coğrafyayı paylaştığı ama aslında pek de tanımadığı bir kültüre daha aşina kılmak ana hedefti. Bu yolla, önyargıların bir nebze olsun kırılabileceği inancıyla hareket edildi. Anadolu’da ve İstanbul’da yaşamış olan Ermeni yazarların eserleri yayımlanarak yola çıkıldı.

15 yıllık süreçte amaçlarınız ne yönde değişti/gelişti?

Bu temel amaçta ciddi bir değişiklik yaşanmadı, ama bir çeşitlenmeden ve derinleşmeden söz edebiliriz. Başlangıçta Ermenice edebiyat eserlerinin çevirileri ağırlıktaydı. Ancak, toplumda, Türk-Ermeni sorununun çokça konuşuluyor olması nedeniyle, Ermeni tarihi, 1915 öncesi ve sonrası hakkında ciddi bir merak vardı. Okurlarımız Ermeni tarihi ve kültürüyle ilgili kitaplar da yayımlamamız yönünde talepler iletmeye başladılar. Onları dikkate aldık ve zaman içerisinde, yayın yaptığımız türler bir hayli çeşitlendi. İnceleme kitapları, tarih kitapları, kültür kitapları da yayımlamaya başladık. Bugüne kadar, yaklaşık %70’i Türkçe, %30’u Ermenice olmak üzere, toplam 102 kitap yayımladık. Ticari kriterlerle değerlendirildiğinde, büyük bir rakam değil bu elbette. Ancak, on yıllarca süren suskunluktan sonra Ermenilerle ilgili 102 kitaplık bir kütüphaneye sahip olmak da azımsanamayacak kadar önemli.

Kimler çalışıyor Aras’ta?

Küçük bir aileyiz aslında. Burada tam gün çalışan 3–4 kişiyiz. Bize yarı zamanlı yardım eden, üniversite öğrencisi birkaç arkadaşımız da var. Fikirleriyle ve yeri geldiğinde emekleriyle bize destek olan dostlarımızı da sayarsak, epey kalabalık bir aileyiz de denebilir.

Son birkaç yıldır genç arkadaşların aramıza katılması bizi çok sevindiriyor. Yayıncılık zor bir zanaat; biz de fazla titizlenerek çalışıyoruz kitaplar üzerinde. Yayımladığımız kitaplara değer veriyor, onların hakkını vermeye çalışıyoruz. Gelen arkadaşların birer yayıncı, editör olarak olgunlaşmak için biraz zamana ve sabra ihtiyaçları oluyor. Çünkü Aras, bu açıdan, bir okul gibi hizmet veriyor.

Hangi dillerden kitaplar çevirdiniz bugüne kadar?

Başta sadece Ermeniceden çeviri kitaplar yayımladık. Daha sonra İngilizce ve Fransızcadan, son olarak da Farsçadan bir kitap çevirdik.

Ermeniceden profesyonel çeviri yapacak kişiler bulmak kolay mı?

En ciddi problemimiz bu aslında. Türkiye’de, Ermeniceden profesyonel düzeyde çeviri yapabilecek hiçbir çevirmen yok maalesef. Biz bugüne kadar yakın çevremizdeki, Ermeniceyi iyi bilen dostlarımızdan destek aldık. Sağ olsunlar, ellerinden geleni yaptılar. Ama çevirmenlik çok ciddi mesai isteyen bir iş; kimi zaman tek bir kelime üzerinde saatlerce durmanız, bir sürü kaynağı gözden geçirmeniz gerekiyor. Tam mesaiyle çalışmadığınız takdirde çok verimli bir sonuç elde etmeniz her zaman mümkün olmuyor. Bu yüzden, özellikle Ermeniceden yaptığımız çevirilerde, çok yoğun bir editoryal çaba göstermemiz gerekiyor. Diğer dillerden yapılan çevirilerde aynı sıkıntıyı yaşamıyoruz.

Kitaplarınızda, ana metne bolca dipnot ve ek eşlik ediyor. Yayınevinin açıklayıcı not ve metinlere bu denli önem vermesinin nedeni nedir?

Biraz önce dediğim gibi, yayımladığımız kitaplara, o kitapların yazarlarına ve ardındaki tarihe değer veriyoruz ve bunun karşılığını bir tür ince işçilikle vermek istiyoruz; bundan hoşlanıyoruz da. Okurlar kitabı ellerine aldıklarında o çabayı görebilsinler istiyoruz, çünkü insanlar bir kitabın yayımlanmasının ne kadar yoğun emek isteyen bir iş olduğunun farkında olmayabiliyorlar.

Öte yandan, metinde geçen çeşitli ayrıntıları dipnotlarla açıklama, eklerle açma meselesini bu kadar ciddiye almamızın Türkiye’de Ermeni olmakla da ilgisi var galiba. Hep yanlış anlaşılmış, yanlış anlaşılmak istenmiş ve kendini anlatma derdinde olan bir topluluğuz maalesef. Belki de bu dipnotçuluk merakımızın ardında, bilinçaltımızdaki kendini anlatma derdi yatıyor.

Yine de, internetin hayatımıza çok yoğun bir şekilde girmesiyle birlikte, daha az sayıda dipnot vermeye başladığımızı söyleyebilirim. Bilgiye ulaşmak eskiye nazaran çok daha kolay çünkü.

İfade özgürlüğü konusunda ciddi sıkıntıların yaşandığı, yazarlar, çevirmenler ve yayıncıların yargılandığı bir ortamda yayıncılık faaliyeti göstermek sizi otosansüre itiyor mu?

Türkiye’de klasik anlamıyla sansür yok belki, ama kafalardaki otosansür inanılmaz boyutlarda. Biz de Türkiye’de tabu haline gelmiş, en çok tepki uyandıran konulardan biri üzerine yayınlar yapıyoruz ve bu otosansürden azade değiliz maalesef. Otosansür, daha yayımlayacağımız kitabı seçerken başlıyor. Türkiye’de yaşıyoruz, hepimiz birtakım ‘hukuki’ sorunlarla ya da hukuki olmayan baskılarla karşılaşabileceğimizi biliyoruz. Ve son derece insani bir içgüdüyle, ‘bela’dan kaçmaya çalışıyoruz. Çünkü söyleyecek sözümüz var ve birilerinin bunları dile getirmemizi engellemesinden çekiniyoruz. Zaman içinde, Türkiye’de bazı şeylerin daha açık bir şekilde tartışılıyor olması, normalleşme yönünde bazı işaretler belirmesi bizi de nispeten rahatlattı. Ancak genel anlamıyla sorun hâlâ çözülmüş değil. 301. Madde gibi tehditler, yazıyla uğraşan insanların başının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor hâlâ.

Satış rakamları ne durumda?

Türkiye’de kitap okuma alışkanlığının çok az olduğu hep söylenir. Aras Yayıncılık’ın çıkardığı kitaplar, Türkiye piyasası ölçülerinde iyi satan kitaplar. Biz de pek çok yayınevi gibi, kitabına bağlı olarak 1000 yahut 2000 nüsha basıyoruz ve pek çok kitabımız ikinci, üçüncü baskıları yapıyor. Ermenice kitapları ise genellikle 750-1000 arası basıyoruz. Ermenice bilen nüfusun sayısına bağlı olarak onlar daha yavaş tükeniyor.

Toplumda Ermenilere yönelik olan yoğun ilgi ve merak, kitapların da satılmasını sağlıyor haliyle. Daha sık ve daha çok kitap basmamız halinde ticari anlamda daha rahat nefes alır hale gelmemiz mümkün. Gelecekte öyle olacağını umuyoruz.

Dağıtımda sorun yaşıyor musunuz?

Türkiye’de çeşitli kitap dağıtım şirketleri var. Aras da, diğer yayınevleri gibi, bu dağıtımcılara veriyor kitaplarını. Dağıtımcılar ise tek tek kitabevlerine dağıtımı yapıyorlar. Bu da teorik olarak Aras’ın kitaplarının Türkiye’nin her yerine ulaşması demek. Gerçekte ise dağıtım ağı çok sorunlu çalışıyor; hem tahsilat hem de siparişlerin dağıtımı anlamında. Dağıtım ağındaki sorunlar bütün yayınevlerini etkiliyor. Hatta birkaç yıl önce, bazı büyük yayınevleri bir araya gelip kendi dağıtım şirketlerini kurdular. Ama sorun, küçük yayınevleri açısından daha hayati. Bu tip yayınevleri arasında da sorunlarını kooperatif yoluyla çözmek gibi bir girişim var son zamanlarda. Bu süreci de yakından takip ediyoruz.

Kitaplarınıza yurtdışından gösterilen ilgi nasıl?

Yurtdışına satış için bugüne kadar çok profesyonel ağlar kurulmuş değil. Fransa, ABD gibi önemli merkezlerde, Ermeniler tarafından işletilen kitapevleriyle ilişkilerimiz var. Ancak Ermeniler o kadar dağılmış bir topluluk ki, onların yaşadığı her yerde benzer sorunların, iletişimsizliğin, güçsüzlüğün hâkim olduğunu söyleyebiliriz. İnternet üzerinden yurtdışına satış yapan bazı sitelerle ilişkimiz var, Türkiye’den yurtdışına kitap gönderen bazı firmalarla çalışıyoruz. Frankfurt Kitap Fuarı’nda tanıştığımız, Yerevan’daki bir kitabeviyle de bu yakınlarda çalışmaya başladık. Bize bireysel olarak başvuranlara da, kitaplarımızı posta yoluyla ulaştırıyoruz.

Ayrıca, özellikle yaz aylarında, diasporadan Türkiye’ye ziyarete çok insan geldiği için, yayınevinde ciddi bir trafik oluyor. O bağları da canlı tutmaya çalışıyoruz. İnsanların elektronik posta adreslerini alıp yeni çıkan kitaplar hakkında onları bilgilendiriyoruz.

Bu vesileyle yeni bir haber de vereyim: Bir süredir internet sitemizden satış yapabileceğimiz bir sistemi oluşturmaya çalışıyoruz. Bu sayede, birtakım bürokratik meseleler çözüldükten sonra, yurtdışına da kitap gönderme konusunda daha sağlıklı adımlar atabileceğiz.

Türkiye’deki Ermeni toplumunun, özellikle gençlerin, kitaplarınıza yönelik ilgisini yeterli buluyor musunuz?

Hâlâ Aras’ın yayımladığı kitaplardan haberi olmayan Ermeni gençler var maalesef. Kâğıt üserinde, Aras’ın kitaplarının büyük kısmının, en azından Türkiye’de yaşayan Ermenileri yakından ilgilendirdiğini düşünebiliriz. Ancak, Türkiye toplumunda olduğu gibi, cemaat içinde de okuma alışkanlığı az. Yine de, özellikle Hrant Dink’i kaybetmemizin ardından gençler arasında bir kıpırdanışın, bir araya gelip bir şeyler yapma çabasının başladığını görüyorum. Hadig ve Nor Zartonk gibi yeni girişimlerin artması ve güç kazanması, cemaat içinde faaliyet gösteren ve gençlerin bir araya geldiği derneklerin kültürel etkinliklere ağırlık vermesi, elbette Aras ve Agos gibi kurumların da uzun vadede daha güçlü olmasını sağlayacak. Bunu satış rakamları bakımından söylemiyorum; asıl kastettiğim, bu kurumları ayakta tutacak, çekip çevirecek insan kaynağının bu meselelerle ilgilenen gençler arasından çıkacağı.

Ermenice çocuk kitapları da yayımlıyorsunuz…

Bu, bizim çok önemsediğimiz bir faaliyet alanı. Ermeni okullarında okuyan herkes bu eksikliği çok yakından hissetmiştir eminim. Türkiye’de, devletten kaynaklanan birtakım baskılardan dolayı hâlâ çok eskilerden kalma Ermenice ders kitapları kullanılıyor. Talim Terbiye Kurulu’nun engelleyici tavrının, yeni ve kaliteli kitapların basımına engel olduğunu biliyoruz. Ermeni toplumunun kültürel anlamda zayıflamasını, yeterli bilgi birikimi oluşturamamasını da düşündüğümüzde, neden yıllarca yeterince çocuk kitabı üretilmediği ortaya çıkıyor. Geçmişte, özellikle Ermeni Öğretmenler Vakfı’nın iyi niyetli bazı çabaları olmuştu. Günümüzde, çağdaş pedagojik yöntemlerle ve modern baskı teknikleriyle üretilmiş kitap eksikliği var. Aras da, kurulduğu günden bu yana, kendi imkânları ölçüsünde, renkli, çocukların zevkle kullanabileceği, yeni öğretim tekniklerine uygun hazırlanmış kitaplar yayımlamaya çalıştı. Buna, gücümüz yettiğince devam edeceğiz. Ama, Aras’ın çabalarını ancak çorbadaki tuz olarak değerlendirebiliriz; Türkiye Ermenilerinin çeşitli kurumlarının bu amaçla bir araya gelip özel çalışmalar yapması gerekiyor. Gönül ister ki daha çok çocuk kitabı yayımlansın, çünkü bunun, giderek daha çok yakındığımız, Ermenice eğitim düzeyindeki düşüşle çok yakın bir ilgisi var.

(Desen: Ohan)