Dozer korkusuyla yaşamak

Agos, 22 Mayıs 2009

Adaletsiz dönüşüm

Memlekette siyaset giderek daha dar bir alanda ve bir tür kayıkçı kavgası olarak cereyan ederken, biz fanilerin canını en çok yakan, tenini en çok acıtan meseleler, siyasi partilerin ve medyanın gündemine girmiyor, giremiyor. Zira, ‘bilgi çağı’nda, gündem denen canavar, her şeyden önce, asıl ve asal güncel dertleri unutturmaya ayarlı.

Siyasi iktidar birkaç yıldır, bizzat Başbakan’ın ağzından “çöküntü alanı” ilan edilen yerleri, kentsel dönüşüm planları çerçevesinde yeniliyor. Bunun için hazırladıkları yasalar, TOKİ planları, polis ve asker gücü, gazeteler, televizyonlar, her daim yanlarında.

Tarlabaşı, Sulukule, Gülsuyu, Ayazma, Başıbüyük, Yahya Kemal, Başakşehir, Altıntepe... Beyoğlu, Fatih, Maltepe, Küçükçekmece, Kâğıthane, Sultanbeyli… Küreselleşen dünyada küresel bir aktör haline getirilmeye çalışılan İstanbul’un çehresi pek çok yerinden kanıyor.

İstanbul, ona yükseklerde bir yerlerden biçilen bu yeni role uygun olduğu söylenen kostüm ve makyaja bürünüyor. Bu yeni görünümün, onun yüzlerce yıldır yaşayıp dönüşen ruhuna uygun olup olmadığının bir önemi yok. İstanbul’un sakinlerinin, her seferinde kentsel dönüşümün mağduru olan yoksulların, zorunlu göç mağduru Kürtlerin, ayrımcılığın en kolay hedefi olan Romanların fikrini soran da yok.

Bu dönüşümle, kentin ikinci sınıf sakinleri olarak görülen yoksulların, işsizlerin, göçmenlerin, şehir dışına ‘ötelenmesi’ ve onlardan boşalan yerlere çok daha varlıklı insanların oturacağı müstakil evler veya siteler yapılması amaçlanıyor. Yoksullar, ellerinde tapuları olsa da, ceplerine sıkıştırılan üç-beş kuruşla, onyıllardır yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılmaya ve toplu konutlarda yaşamaya zorlanıyorlar.

Şehrin dört bir yanında mikro-tehcirler yaşanıyor. İstanbul, yeni zamanlara, adaletsizliği ve zalimliği kaldıraç olarak kullanarak giriyor.


Dozer korkusuyla yaşamak

İstanbul merkezinde kentin yeni, küresel rolüne uygun arazi stoğu olmadığından, inşaat şirketleri özellikle konut ve alışveriş merkezi gibi yapılar inşa etmek ve kârlarını maksimize etmek için geniş arazilere ihtiyaç duyuyor. Böylece, gökdelenlerin arasında sıkışıp kalan sanayi siteleri ve eskinin gecekondu mahalleleri, gayrimenkul şirketlerinin hedefi haline geliyor. Buralarda ise, daha çok alt gelir grubu ve oradaki sanayi bölgelerini besleyen emekçi nüfus yaşıyor.

Dünyanın başkentlerinden biri olmaya aday İstanbul’un ayağına takılan engeller olarak görülen bu gruplara karşı, çeşitli güç odakları birlikte hareket ediyor. Siyasi iktidar, kamu kuruluşları, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, medya, bu topyekûn mücadelenin psikolojik ve maddi zeminini hazırlıyorlar.

TOKİ Başkanvekili Erdoğan Bayraktar’ın “Bize göre terörün arkasında gecekondulaşma var” sözleri, bu zihniyetin en çıplak dışavurumu. Aynı Bayraktar, “3,5 milyon değil, 20-30 milyon turist ağırlayarak cari açık problemimizi çözecek” bir İstanbul’dan söz ediyor. İnsanının barınma, altyapı, yapılaşma sorunlarını çözemeyen bir kentin, 20-30 milyon turisti ağırlamak için nasıl bir dönüşümden geçeceğini, bu sırada özgün kimliğini nasıl yitireceğini düşündüğünüzde, kendinizi bir tür karabasanın içinde bulmanız işten değil.

İstanbul Avrupa Kültür Başkenti 2010 gibi projeler, bu dönüşümün halkla ilişkiler yüzünü ve kılıfını oluşturuyor. İnsanı dışlayan kentsel dönüşüm projelerine karşı bir muhalefet örme gayretindeki hareketler cılız kalır ve seslerini duyurmakta zorlanırken, pek çok alternatif grup ve sivil toplum örgütü, Kültür Başkenti projesinden fon almak için kuyruğa dizilerek hem muhalefetin belini kırıyor, hem de iktidarla sessiz bir bağdaşmaya giriyor.

Oysa, iki adım ötede, kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu on binlerce insan, her gün, kapılarına dayanacak dozerlerin korkusuyla yaşıyor.

Sulukule’de yürütülen kentsel dönüşüm projesine karşı örgütlü bir ses çıkarmaya çabalayan Hacer Foggo, bu süreçte yaşananların, bireyler üzerinde ve toplumsal yapıda sosyal dışlanma, güvensizlik, geleceksizlik, ayrımcılık, sevgisizlik, nefret, korku ve kaygı gibi, geri dönüşü olmayan, derin tahribatlar bıraktığını söylüyor.

Bütün bu vurdumduymazlığa karşı mücadele eden İMECE gibi gruplar, “Şehirlerimizi yağmacılara bırakmayacağız!” sloganıyla, aşağıdan yukarıya bir direniş kültürü oluşturmaya çalışıyorlar. İstanbulluların, kendi yaşantılarına dair, altyapı, iş, sağlık, eğitim gibi temel sorunlarına dair birliktelikler kurarak mücadele etmeyi amaçlıyor, böylece “sınıfsal, mülki, etnik, mezhepsel, siyasi açılardan parçalanmaya müsait” toplumsal kesimlerin temellerini kuvvetlendirmeye uğraşıyorlar.

Bu yeni seslere kulak kabartmak gerek. Aksi takdirde, buralardan kaçıp başka ülkelere, başka denizlere gitsek bile, arkamızdan gelecek olan, yaşadığımız şehir İstanbul değil, onun hayaleti olacak.

(Fotoğraf: Matthieu Chazal, Sulukule)

1 yorum:

suzanna dedi ki...

Artık yoksul halk, emekçiler bir görüntü kirliliği olarak değerlendiriliyor. Cok elit, baştan aşağı "marka" kıyafetli kadınlar ve buram buram parfüm kokan takım elbiseli burjuva erkekler ancak pisliklerini temizleteceklerinde görmek istiyorlar bizleri. Bu nedenledir ki bize ait olan şehirden günden güne uzaklaştırılıyoruz. Bir zamanlar mümkün olan eski Türk filmlerindeki zengin erkek-fakir kadın aşkı artık mümkün değil. Çünkü artık alanlar var: burjuva ve çoğunlukla da "Türk"lere ait, bir de diğerlerine -sosyal, ekonomik, etnik, cinsel kimlikleriyle ötekilere ait alanlar. Segregasyon günden güne büyüyor. Ve biz, yalnızca gecekondularda oturup asgari ücretlerle geçinen "kentsel dönüşüm"ün mağduru olan insanlar değil, bir güzel hayatı olacağını sanan ancak hiçbir zaman çalışarak kazanacağı para ile şehrin merkezinde bir ev alamayacak olan emekçiler de barınma hakkımıza sahip çıkmaz isek sıra bize geliyor. Ve ne güzel demişsiniz ki "mikro-techir" giderek yaklaşıyor...