Agos, 11 Aralık 2009
Yervant Sırmakeşhanlıyan, namı diğer Yeruhan, karısı ve iki çocuğuyla 1913’ün yazında İstanbul’u bırakıp Harput’a, Getronagan okulunun müdürlüğünü yapmaya gittiğinde, taşrada vaziyet iç karartıcıydı.
Dört beş yıl öncesinin umutlu havası darmadağın olmuş, geleceğine inanılan barış bir türlü gelmemiş, umut, yerini eskisinden daha da beter yeni gerginliklere, yeni baskılara, yeni baskınlara, yeni talanlara ve elbette yeni ölülere bırakmıştı.
Bu kaçıncı göçüydü Yeruhan’ın? Bu kaçıncı gidişi?
1896’da, Taşnakların Anadolu’daki kırımlara dikkat çekmek üzere Osmanlı Bankası’nı basmasının ardından İstanbul sokaklarında başlayan Ermeni avının canlı tanığı ve kurbanı olarak kendisini güçbela Bulgaristan’a, Varna’ya atmış, göçmenliğin acısını ilk o zaman tatmıştı.
Oysa, adı yeni parlamıştı. İstanbul’da yapacağı çok şey vardı. Daha on dokuz yaşında, 1889’da Dzağig (Çiçek) dergisinde çıkan yazılarıyla, toplumsal sömürüyü, adaletsizlikleri, bunlarla mücadele etme yöntemlerini sorgulayan bir yazarlar çevresine adım atmıştı. Tahsili yoktu, ama kendi kendini eğitmiş, Fransızca öğrenmiş, ünlü Arevelk (Doğu) gazetesinde yayımlanan öyküleriyle, Arpiar Arpiaryan, Hrant Asadur, Dikran Gamsaragan ve Krikor Zohrab gibi dönemin önemli isimlerinin dikkatini çekmişti.
Varna’da, bilmediği bir diyarda, kendini yazı işlerine daha çok verdi. Şarjum (Hareket) adlı bir gazete ve Şaviğ (Yol) adlı bir dergi çıkardı. Bu dönemde, İstanbul’daki gazetelerde çıkan yazılarında ‘Kağtagan’ (Göçmen) mahlasını kullanması, zihninin ve yüreğinin göçmenlikle, ve memleketiyle ne kadar meşgul olduğunu gösterir.
1904’te Mısır’a geçti. Orada Sisvan dergisini çıkardı ve siyasi bir suikasta kurban giden ustası Arpiar Arpiaryan’ın ardından, Lusaper (Aydınlatan) dergisinin başyazarlığını üstlendi.
1908’de, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle, Abdülhamit zulmünden kaçmak için göçmenliğe düşmüş yüzlerce Ermeni aydını gibi, İstanbul’a döndü. Tahsili yoktu, ama öğretmen oldu, Karaköy’deki Getronagan’da ve Üsküdar’daki Surp Haç okulunda Ermenice dersleri verdi. Yazdı, yazdı, yazdı…
1913’te, yine pek çok Ermeni aydının yaptığı gibi, Anadolu’ya geçti. Hasköy doğumlu bu İstanbul çocuğunu, ‘yergir’, yani memleket çağırıyordu. Yeruhan ve onun gibi düşünenler, Anadolu’da imkânsızlıklar içindeki genç kuşağın yardımına koşmak istediler o yıllarda. Sanki uzaktan, derinden gelen bir sihirli bir melodi, okumuş yazmış Ermenileri oralara çağırıyordu.
Yeruhan, yola çıkarken, Anadolu’da olup bitenlerden ötürü endişeliydi. Dostu Artaki Hazarabedyan’a yazdığı mektuplarda, hissettiği korkuyu açık seçik görebiliyoruz. O sıralarda, Harput’ta, Malatya’da, Sason’da, Sivas’ta neler yaşanıyordu? Yeruhan neden çekiniyordu? Neden durmadan bir daha İstanbul’u görememekten bahsediyordu?
Acaba, o gün de, bugün Türkiye’nin çeşitli kentlerinde yaşandığı gibi, insanlar gün gözüyle öldürülüyor, dövülüyor, taşlanıyordu muydu?
Yeruhan Harput’tan 1915’te tehcir edildi. Müdürlüğünü yaptığı Getronagan okulunun yüzlerce öğrencisi ve onların aileleri, öğretmen-yazar dostu Hovhannes Tılgadıntsi, Rahip Bısag Der Khorenyan, Yeprad Koleji öğretmenleri, eşi ve iki çocuğu ile birlikte, Elazığ-Diyarbakır yolu üzerinde, Mastar Dağı’nda, Deveboynu adıyla anılan yerde öldürüldü.
29 Şubat 1914 tarihli mektubunda, sevgili dostu Hazarabedyan’a, “Her şey olabilir. Burası İstanbul değil. Her şey pamuk ipliğine bağlı” diye yazmıştı.
Kahpe felek! Yeruhan’ın bütün korkuları haklı çıktı.
----------------------------------
Yeruhan’ın mektuplarından
İstanbul, 28 Ağustos 1913
Sevgili Artaki. Seni görmeden, İstanbul’dan… Harput’a doğru gidiyoruz. Allah çok çektirmesin, diyeceksin. Mühim değil, zaten çekiyoruz. Acaba bir daha birbirimizi görür müyüz? İçim sıkıntıyla dolu ayrılıyorum.
Mamüretülaziz, 30 Eylül 1913
Seyahatimiz çileli ve uzundu. 19 gün sürdü. Az kalsın minik Diran’ımı yollarda bırakacaktık. Arabanın içinde on gün hasta baktık. Anadolu’nun ıssız dağlarında dehşetli şeyler yaşadık.
Bu memleket ve bu hayat benim için bir araştırma sahası. Sağ kalırsam, İstanbul’a defterim dolu döneceğim. Üsküdar’ı, hele hele suyunu ve havasını unutmayacağım. Uzaklaşmama sebep olanlar bana bir fenalık etmiş olmadılar. Surp Haç okulunun iyi vaziyette olmasını istiyorum, nihayetinde üç yıl çalışıp çilesini çektim. Hoş, çalışmanın ve çilenin değeri ne zaman anlaşılmış, takdir görmüştür ki?
Mamüretülaziz, 29 Şubat 1914
“Jamanak” birkaç makalemi basmadı. Belli ki korkuyorlar. Peki, eğer taşradaysan ve zulme başkaldırmayacak ya da talanların hikâyesini anlatmayacaksan, başka ne yazabilirsin ki? Bu tür şeyler de “ahalinin huzurunu bozuyor”. Bu yüzden yazılarım düzensiz çıkıyor; “zararsız” konu buldum mu, yazıyorum. Ah o Üsküdar’da beraber olduğumuz günler! Şimdi karnımızı o günleri hatırlayarak doyuruyoruz. Bir daha birbirimizi ne zaman göreceğiz acaba? Kim bilir, belki de hiç görmeyeceğiz. Her şey olabilir. Burası İstanbul değil. Her şey pamuk ipliğine bağlı. Geçen gün, buradaki mahkemenin hâkimi –düşünsene, hâkimi! – Ermenilere, seçimlere katılmazlarsa Adana’da olduğu gibi kırıma uğrayacaklarını duyurdu. Ve bu İttihakçı serseri bir hâkim. Öbürlerini düşün bir de.
Mamüretülaziz, 11 Ekim 1914
Ruh halim tasvir edilemez. Böyle bir vakitte “çoluk çocuk”la beraber Anadolu’nun ta diplerinde bir yerde olmak kolay şey değil. Bir gün sağ salim görüşebilecek miyiz acaba?
(Kaynak: Teotig, Amenun Daretsuytsı 1916-1920 [Herkesin Yıllığı], İstanbul, 1920.)
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder