Marttan beri Tarlabaşı’nda oturuyorum, Dolapdere’de, Pazar günü DTP’lilerin saldırıya uğradığı Dilbaz sokağın biraz yukarısında, Tepebaşı’na doğru çıkan Ömer Hayyam caddesinde.
Pek çokları için korkutucu bir yer burası. Korkutucu bir ünü var ve bu ün pek de yersiz sayılmaz. Beyoğlu’nun kanun dışı işlerinin pek çoğu burada dönüyor. Dolapdere ve Tarlabaşı, İstanbul’un ‘vitrin’i İstiklal Caddesi’nin kanalizasyonu… Uyuşturucu satıcılarının da, kapkaççıların da, çalgıcılıktan fuhuşa envai çeşit meslek erbabının da yeri yurdu burası.
Dolayısıyla, İstanbulluların çoğu için, mecbur kalınsa dahi ömrü billah girilmeyecek, görülmeyecek, hele hele yaşanması teklif dahi edilemeyecek bir yer. Bir tür pislik yuvası. Kentsel dönüşüm hoyratlıklarına kılıf bulmayı iş edinmiş PR’cıların ağzıyla söyleyecek olursak, ‘çöküntü bölgesi’.
Bunların hepsinden ayrı, sizin benim gibi ‘normal’ görünümlü, sessiz sedasız insanların ve ailelerin yaşadığı, başka bir Tarlabaşı da var, ama onları görebilmek öyle uzaktan, dışardan bakmakla olmaz. Geçelim…
Bu bölge, 1980’lerin başlarında, şimdinin Ergenekon zanlısı ve kaçağı Bedrettin Dalan’ın istimlaklarıyla ‘yukarı’ Beyoğlu’ndan koparıldı. Tarlabaşı Bulvarı, bölgeyi bir bıçak gibi ortadan ikiye böldü. Eski sahiplerinin, gayrimüslerin memleketi terk etmeleri ya da İstanbul’un daha güvenli semtlerine taşınmalarıyla giderek kararan, kavruklaşan Tarlabaşı, bu darbeyle daha da nefessiz kaldı, iyice kurudu. Gayrimüslimlerin yerine, köyleri yakılan, zorunlu göçe tabi tutulan gariban Kürtler doluştu. Böylece semtin çehresi süratle değişti.
Roman-Kürt
İstanbulluların ayak işlerini yapan ve eskiden beri Dolapdere civarında çokça bulunan Romanların Kürtlerle karşılaşması ciddi bir gerilim çıkardı ortaya. Kimileri bu durumu ‘torbacı’ kavgasından ibaretmiş gibi görmek istese de, tansiyonun yükselmesinde, ekonomik nedenlerin yanı sıra, Romanların ezilmişliklerinin de önemli rolü vardı. Günlük hayatta her daim toplum dışına itilen, hor görülen Romanlar, Türk kimliğinin son yirmi yıldaki nefret objesi Kürtlerin şahsında, kendilerini Türklüğe yaklaştıracak, o kimliğin asıl sahiplerinin takdirine ve dolayısıyla hoşgörüsüne mazhar olmalarını sağlayacak ‘öteki’lerini buldular. Kürtler onlara bir tür armağandı adeta. Ne de olsa, Türk kimliği daima öteki yaratarak kendi benliğini oluşturabilmişti, ve onun ilerlediği yolda yürümekte herhangi bir sakınca yoktu.
İşte bu şiddet eğilimi, birkaç yıldır irili ufaklı sokak kavgaları, bıçaklamalarla kendini gösteriyor. Bu olaylar gazetelere, televizyonlara haber olsa da, bu tekinsiz semtte olan bitenler kimselerin ilgisi çekmedi. Toplumun halının altına süpürmek istediği iki grup arasındaki kavga, sessizlikle geçiştirildi.
Bu çekişmenin tatsız olaylara gebe olduğu uzun zamandır biliniyordu. Pazar günü, DTP’nin uğradığı haksızlığı protesto edenlere yapılan saldırı, devlet politikası haline gelmiş ayrımcılığın doğal bir sonucu. Tıpkı, babasından dayak yiyerek büyümüş bir çocuğun, şiddetsiz bir dünya tahayyül edememesi, ya da sorunlarını güç yoluyla çözmekten başka çıkar yol bulamaması gibi.
Pazarda
Bugün, İstanbul yeniden yapılandırılırken, Dolapdere-Tarlabaşı aksı da hızla değişiyor. Çoğunluğu onyıllar önce Rum ustalar tarafından yapılmış irice taş binaların veya cumbalı İstanbul evlerinin bulunduğu semt bakımsızlıktan harap olsa da, giderek daha kozmopolit bir nüfusa ev sahipliği yapıyor.
Orada, sokağa çıktığınızda, beyaz başörtülü Kürt kadınlarını, kara takım elbiseli bıçkın çalgıcı delikanlıları, saçları meçli Roman kadınlarını, bir Avrupa ülkesine kapağı atmak için kim bilir hangi dalavereciye para kaptıracağı günü bekleyen Afrikalıları, İstanbul’da şu ya da bu özel okulda yabancı dil öğretmenliği yapan sarışın Avrupalıları, ailesinin evinden ayrılıp ‘kanka’larıyla ucuza ev tutmuş gençleri, akşam biralarını üç dakika mesafedeki Peyote’de içen Erasmus burslusu yabancı öğrencileri görüyorsunuz.
Tarlabaşı’nın o kötü namlı mahallelerinde oturduğum için, daha önce değil ama, pazar akşamı, DTP’li gruba yönelik tabancalı, satırlı, sopalı saldırıdan dört-beş saat sonra, her zamanki cıvıl cıvıllığının aksine garip bir sessizliğe bürünmüş semt pazarında dolanırken korktum. Beyaz başörtülü, rengârenk kıyafetli Kürt kadınları ortalıkta görünmüyordu. Belli ki onlar benden daha çok korkmuş, kapılarını sıkı sıkıya kilitlemiş, evlerine sinmişlerdi.
Bir an, “Bir gece ansızın gelebiliriz” sloganını çok seven milliyetçilerin kışkırttığı birilerinin, o beyaz başörtülü kadınlara bir fenalık ettiklerini, onlara, onların çocuklarına, kardeşlerine, kocalarına saldırdıklarını düşündüm. Tıpkı 6-7 Eylül akşamında Rum, Ermeni, Yahudi evlerine yapıldığı gibi, o masum insanların evlerinin basılmasından, onların canlarının yanmasından ürktüm. Orada, her şeyin ucuza ve taze bulunabildiği, Afrikalıların, Romanların, yabancıların, okumuş yazmış taifesinin rağbet ettiği o pazarda, bir daha hiç beyaz başörtüsü görememekten korktum.
Geç olacak
DTP’nin kapatılması üzerine çok şey söylendi, çok şey yazılıp çizildi. Tıpkı Ahmet Türk’ün söylediği gibi, rejimin sindiremediği, sindirememek ne kelime, bünyeye girmiş yabancı bir madde gibi adeta kustuğu Kürt hareketinin hataları sayıldı, döküldü. En demokrat yazarlar bile, kapatıldığı günde, DTP’nin neyi yanlış yaptığını sayıp sıralamayı tercih ettiler. Neresinden bakarsak bakalım, memlekette vaziyet karanlık… Ama hiçbir şey, o beyaz başörtülü kadınların, silahtan, paladan, sopadan, ağızdan çıkar küfürden korkup evlerine çekilmesi kadar vahim değil.
Tarlabaşı yalnız değil. Antalya’daki Kürt garsonun, Adapazarı’ndaki Kürt gurbetçinin, Ordu’daki Kürt fındık işçisinin zihninde çakan her korku ışığı, bizim memleketi biraz daha bölüyor, bu toprağın insanlarını öz topraklarından biraz daha koparıyor.
Bu durumun bizlere anlattığı basit bir gerçek var: Kürt meselesini parti kapatarak, Kürtlerin seslerini bastırarak çözeceklerini sanan aklıevvellere karşı hep birlikte mücadele etmezsek, bir şeyler yapmak için çok geç olacak. Bunun sorumluluğunu ve acısını hep beraber taşıyacağımızdan hiç şüpheniz olmasın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder