Agos, 4 Aralık 2009
Yervant Odyan’ın, Ermeni devrimci partilerinin faaliyetlerini hayali bir devrimci kahramanın Anadolu’daki maceralarını mercek altına alarak hicveden eseri Yoldaş Pançuni, II. Meşrutiyet’in öncesi ve sonrasında, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde hâkim olan koşullar hakkında edebi –ama gerçeklikten pek de uzak olmayan– pek çok ipucu sunar.
Abdülhamit döneminde Anadolu’da Ermenilerin uğradığı baskılar; 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla siyasi ve sosyal hayattaki canlanma; Anadolu’daki Ermeni nüfusun güç yaşam şartları; devrimci Ermeni partilerinin taşradaki koşulları kavramakta çektiği güçlükler; devrimcilerin kilise karşıtlığının, kültürel farklılıkların sıradan halkta yarattığı yabancılaşma; Ermeni partileriyle Kürtler arasındaki karmaşık ilişkiler; Ermeni halkının, partilerin birlikte hareket etmemesine duyduğu tepki, ve bütün bunların yarattığı karmaşa, eserin anatemasını oluşturur. Uçuk kaçık bir devrimci portresi
Sovyet dönemi Ermenistanı’nda yayımlanmasına izin verilmeyen, Yerevan’da ancak rejimin çözülmekte olduğu 1989’da basılabilen Yoldaş Pançuni, konuşurken mangalda kül bırakmayan, ancak gerçeklikle karşı karşıya kaldığında çuvallayan, ayakları yere basmayan solculara yöneltilmiş, hayli erken ve sivri bir eleştiridir. Uygun olmayan koşullarda, hele kırsal kesimde sosyalizmi anlatmak için gerekli zeminin olup olmadığına bakmaksızın, kitapta yazanla gerçekte var olan arasındaki tezatları akıl süzgecinden geçirmeksizin, ezberlediklerini tekrarlayan Pançuniler, sonraki dönemlerde de çokça var oldu elbette. Pançuni’nin “insanlığın büyük ailesine ait” olduğunu ve “ünlü tiplerin evrensel galerisinde İspanyol Don Quijote’un, İngiliz Pickwick’in ve Fransız Tartarin’in yanında yer almaya hak kazandığını” yazan Mikayel Gürciyan, bu yüzden yerden göğe kadar haklıdır.
Yervant Odyan’ın eseri devrimcilere soldan yöneltilmiş bir eleştiri, bir öz-eleştiri değildir. Hatta, Odyan’ın çok sevdiği yazar arkadaşı Arpiar Arpiaryan’ın 1908’de Hınçaklarca düzenlenmiş bir suikasta kurban gitmesinin ardından belli bir öfkeyle yazıldığı söylenebilir. Yazara göre, devrimci olmayan koşullar altında atak bir propaganda faaliyeti yürüten Ermeni devrimciler, halk yaşamsal tehdit altında bulunduğunda (bir kırımla karşı karşıya kaldığında) sıvışmakta, yeri geldiğinde hükümete, kolluk güçlerine yaranmaya çalışmakta, üstelik, bir ölçüde kendilerinin de sorumlu olduğu can kayıplarından kahramanlık destanları devşirerek gerçeklikten iyice kopmaktadır.
Pançuni’den Türkiye soluna Yoldaş Pançuni, bizleri, resmi tarihin bugün bütünüyle ‘terör’ ve ‘ayrılıkçılık’ heyulasıyla yaftalamaya çalıştığı Ermeni devrimci partileri üzerine düşünmeye davet ediyor kaçınılmaz olarak. Devletin, ulus-devletin kirli işlerini gözlerden ırak tutmak için çokça kullandığı taktiklerin, Türkiye’de sol harekete dair tarihyazımına belli ölçülerde sirayet etmiş olması ise bu tartışmayı daha da anlamlı kılıyor.
Türkiye’de sol hareketlerin tarihi genellikle ‘Türk’ sol hareketinin tarihi olarak anlatılır. Memleketteki sosyalist mücadelenin tarihi yazılırken, genellikle Mustafa Suphi’nin, fiefik Hüsnü’nün TKP’si, ya da iyi ihtimalle Osmanlı Sosyalist Fırkası ve İştirakçi Hilmi milat kabul edilir. Rum, Bulgar, Makedon, Yahudi, Ermeni devrimcilerin faaliyetlerini, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nu, Beynelmilel İşçiler İttihadı’nı, çalışan sınıflar içerisinde gayrimüslim nüfusun tuttuğu yeri, Vlahov’u, Beneroya’yı göz ardı eden bir bakış, yaşadığımız coğrafyada sınıf kökenli siyasi mücadelenin biriktirdiği deneyimin sonraki kuşaklara aktarımında ciddi bir sorun teşkil ediyor elbette. Oysa, resmi tarihin yarattığı sis perdelerini aralayarak, etnik ve coğrafi çokkültürlülüğe dayalı bir tarihsel anlatıyı yeniden kurmak için algı kapılarını açık tutmakta sonsuz yarar var.
Misal, “Hınçak Partisi’nin 1887’da hazırlanan programında ‘baskı’ ve ‘sömürü’ kavramlarını kullanması, düzeni analiz ederken ‘sömürenler’ ve ‘sömürülenler’ ayrımına dayanan Marksist bir dağarcıktan yararlanması, mevcut sistemi insani ve sosyalist ilkeler doğrultusunda yıkacak bir devrimi amaçladığını ilan etmesi, Osmanlı topraklarındaki sosyalist mücadelenin önemli başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilebilmeli, Türkiye’de sol hareketin anlatısına dahil edilebilmelidir…” – demek istiyorum.
Ermeni devrimci partilerinin bir ‘milli’ meselesi olduğu, özellikle kuruluş yıllarında Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde bağımsız bir Ermenistan fikrini savundukları açıktır. Ancak, sonraki yıllarda bu partilerin imparatorluğun diğer ezilen kesimleriyle ve farklı siyasi odaklarla ittifak arayışına yönelmesinin, onların keskin söylemini törpülediği, bağımsızlık talebinin giderek özerkliğe, onun da Prens Sabahaddin çizgisinde bir adem-i merkeziyete evrildiği gözden kaçmamalıdır.
II. Meşrutiyet’in ilk yılları, gerçekten de, Ermeni siyasi partilerinin görece serbest bir ortamda faaliyet gösterip propaganda yaptığı, terör taktiklerini bir yana bırakıp yasal siyaset güttüğü, hareketli bir dönemdi. Taşnakların İttihatçılarla, Hınçakların da onların rakibi olan Hürriyet ve İtilaf’la yaptığı ittifaklar, bu partilerin Osmanlı siyasal sistemine dahil olmasını sağlamış, her iki parti de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda temsil edilmişti. İki parti, 1908-13 döneminde, yaptıkları yayınlar, düzenledikleri kitlesel gösteri ve toplantılar, örgütlenme biçimleri, çalışan sınıflarla kurdukları ilişkiler, adem-i merkeziyet talepleri, muhalefet etme biçimleriyle özgül bir sürecin yaratılmasına katkıda bulundular.
1915’te Ermenilerin maruz bırakıldığı soykırımın ve 1923’teki nüfus mübadelesinin Anadolu’daki toplumsal yapı üzerinde yarattığı tahribat, yukarıda sözü edilen deneyimlerin farklı etnik gruplara mensup halk tabakaları tarafından içselleştirilmesini ve sonraki kuşaklara aktarılmasını engelledi. Ancak, sermayenin radikal bir şekilde el değiştirdiği bu süreci ‘emperyalizmin işbirlikçisi gayrimüslim burjuvazinin tasfiyesi’ diye meşrulaştıran bir sol hareketin ahlaki temelden yoksun olacağı da yadsınamaz. Hele, tasfiye edilen sadece burjuvazi değil, onlarla birlikte, işçisi, köylüsü, çiftçisi, zanaatkârı, aydını ve bütün toplumsal çeşitliliğiyle, özbeöz bu toprakların çocuklarıysa… |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder