1915’te yaşanan soykırıma ilişkin on binlerce sayfa yazılı tanıklık mevcut. Kurbanların anlattıkları, görgü tanıklarının, misyonerlerin, yabancı devlet görevlilerinin aktardıkları, veya bizzat faillerin satır aralarına sızmış itirafları, yaşananların vahametini ve cesametini bizlere dolaysız olarak aktaramasa da, zihinlerimizde, olup bitene dair bir fikir, bir resim oluşturuyor.
Tehcir ve katliam günlerinde hayatta kalabilenlerin, başlarından geçenlerin izlerini ömür boyu benliklerinde taşıdığını biliyoruz. Gerçek hayatta yaşanan karabasanın tortuları, kimi zaman karanlık rüyalar, kimi zaman aşırı evham, kimi zaman ruhsal veya bedensel hastalıklar şeklinde, yaşayanları etkilemeye devam etti. Açıktan açığa dışa vurulamasa da, onların iç dünyasına, düşünüş biçimine, korkularına, jest ve mimiklerine, beden diline sindi. Fethiye Çetin’in, ömrü boyunca susmuş anneannesi, kılıç artığı Heranuş-Seher’in, oturduğu yerde, ellerini dizlerine sürte sürte”O günler gitsin, bir daha gelmesin!” deyişini unutmak mümkün mü?
İşte o kılıç artıklarının, geride kalanların, Hagop Oşagan’ın romanının adıyla ‘mnatsortats’ların kim bilir ne kadarı, kâh siroza, kâh kansere, kâh vereme, ya da bir kalp rahatsızlığına yakalanıp, vaktinden çok evvel meçhule doğru yol aldı kim bilir?
Peki, iddiayı o kadar ileri götürmeyelim ve soruyu baştan soralım… O kılıç artıklarının, geride kalanların, ‘mnatsortats’ların kim bilir ne kadarı, kahrından ölüp gitmediyse bile, ömrü hayatında mutsuz oldu, mutsuz aileler kurdu, mutsuzluğunu çocuklarına aktardı. Kaçı ruh sağlığını yitirdi, kaçı kurtuluşu alkolde, uyuşturucuda buldu, ya da intihara sığındı?
*
Unutmayalım ki, yaşananlar sadece kurbanlar değil, tanıklar üzerinde de derin izler bıraktı, birçoğunun hayatını kökünden değiştirdi. Bu noktada, tanıkla kurban, kurbanla tanık, belki hiç olmadığı kadar birbirine karıştı, ayırt edilemez hale geldi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, genç ve hevesli bir Alman subayı olarak görevli geldiği Anadolu’da gördüklerini hayatı boyunca zihninden söküp atamayan, 20. yüzyılın iki büyük soykırımının tanığı Armin T. Wegner mesela…
“Vicdanım beni tanıklık etmeye çağırıyor. Ben çölde çığlık atan sürgünün sesiyim” diyen ve gözünün önünde cereyan edenler karşısında aklını yitirmemek için fotoğraf makinesine sarılan, soykırımdan bugüne kalmış fotoğrafların pek çoğunda objektifin arkasında olan Armin T. Wegner, sonraki yıllarda bir daha hiç rahat uyku yüzü göremeyecek, geceleri kan ter içinde, haykırışlarla uyanacak, kim bilir hangi dehşet verici anının yadigârı bir kronik bel ağrısından şikâyet edecekti sürekli.
Yaşadıklarını hiç unutmayan bir başka tanık da, gazeteci Harry Stuermer oldu. Mesleği icabı, olan biteni belli bir mesafeyle izlemesi ve hep soğukkanlılıkla değerlendirmesi gereken, Kölnische Zeitung gazetesinin muhabiri olarak 1915-1916’da İstanbul’da görev yapan Stuermer, Alman devletinin ve görevlilerinin katliamlardaki rolünü gördükten sonra o kadar dehşete düşecekti ki, kurtuluşu, sonraki hayatı boyunca Alman kimliğinden kaçmakta bulacaktı.
Şair Rupen Sevag’ın İsviçreli karısı Yanni Apel’in aynı günlerde yaşadığı büyük öfke ve hayal kırıklığı da, Stuermer’inkine benzer bir tepki vermesine yol açmıştı. 24 Nisan 1915’te tutuklanan kocasının ölümden kurtulması için Ayazpaşa’daki Alman Büyükelçiliği’ni her gün ziyaret eden ve büyükelçi Wangenheim’a defalarca yalvaran iki çocuk annesi genç kadın, kocasının katledildiği haberini aldıktan sonra anadili Almancayı bir daha hiç diline almamak üzere terk edecek, çocukları Levon ve Şamiram’la birlikte Fransa’ya yerleşecekti.
*
Stuermer’in anıları, daha I. Dünya Savaşı sona ermeden, Almanca olarak Lozan’da yayımlandı. Ardından Fransızca ve İngilizce baskılar yapıldı. (Almanca: Zwei Kriesjahre in Konstantinopel. Skizzen deutschjuntürkischer Moral und politik, Lozan: Payot, 1917; Fransızca: Deux ans de guerre à Constantinople: études de morale et politique allemandes et jeunes-turques, Paris: Payot, 1917; İngilizce: Two war years in Constantinople: sketches of German and Young Turkish ethics and politics, New York: George H. Doran, 1917.)
Mayıs 2002’de Büke Yayınları tarafından Konstantinopl’da Savaşın İki Yılı adıyla yayımlanan ve Yurdakul Fincancıoğlu tarafından Türkçeleştirilen anılarında Stuermer, başlıca amacı bu olmasa da, Osmanlı Ermenilerine karşı işlenen büyük suçun gerçekleşme koşullarına dair, çok içerden ve çok önemli gözlemlerde bulunuyor.
Savaş süresince İstanbul’daki Alman ve ABD elçilikleriyle sürekli iletişim halinde olan Stuermer’in haber kaynakları çoğu zaman diplomatlar ve can güvenliği nedeniyle isimleri açıklanmayan, çeşitli milletlerden Osmanlılardı. 1916’da, ülkeden ayrılmadan önce, sınırda el konulur korkusuyla, tuttuğu notları yok eden Stuermer, Alman bürokrat ve subaylarının, ellerinde imkân olduğu halde, katliamları önlemek için hiçbir şey yapmadıklarını yazar.
Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki tehcir kafilelerinin başına gelenleri, tanıklardan edindiği bilgiler doğrultusunda aktaran Stuermer’ın kayıtlarının tarihsel olarak en değerli yanlarından biri, savaş yılları İstanbul’una dair aktardıkları. Bilindiği üzere, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da tutuklanıp sürgüne gönderilen ve pek çoğu katledilen aydınlar (resmi belgelere göre ‘elebaşları’) dışında İstanbul’dan tehcir yapılmadığı iddiası, yaşananların bir soykırım olmadığını savunan milliyetçi söylemin önemli dayanak noktalarından biri. Oysa Stuermer, çeşitli Ermenice kaynakların da belirttiği gibi, bu aydınların dışında, başka Ermeni gruplarının da birkaç dalga halinde başkentten sürgüne gönderildiğini yazıyor. Çoğunluğu kente iş bulmak üzere gelen ve bekâr odalarında kalan taşralı genç Ermeni erkeklerinden oluşan bu gruplarda yer alanlar, daha İstanbul sınırları dışına çıkar çıkmaz, İzmit yakınlarında katledildi. Stuermer, bu şekilde kentten tehcir edilenlerin sayısının 2000 kişi olduğunu söylüyor ve bekârlar dışında 50 kadar ailenin de, kadın erkek, çoluk çocuk, onlarla aynı kaderi paylaştığını aktarıyor.
Stuermer’e göre, İttihat ve Terakki’nin başında yer alan Talat, Enver, Cemal triumvirası, partinin ekonomik ve demografik programının bir parçası olarak Ermenilerin kökünün kazınması gerektiğine inanmıştı. Ona göre İttihatçılar, Çanakkale’nin düşmesi halinde Türk-Müslüman unsurun Anadolu’nun içlerinde kendilerine güvenli bir yurt bulması gerekeceği saikiyle hareket ediyordu. Bu bölgede nüfus olarak önemli bir yekûn tutan ve hasım olarak görülen Ermeniler, İttihatçıların kavrayışında, ortadan kaldırılması gereken bir hastalık gibi telakki ediliyordu. Yapılması gereken, elbette ki hastalığı ortadan kaldırmaktı.
Stuermer, tam da bu noktada, Abdülhamit döneminin eski usül kırımıyla İttihatçıların yeni usül soykırımı arasındaki ayrıma vurgu yapıyor. Ermeni bir tanığın ifadesine dayanarak aktardığı şu satırlar bu nedenle anlamlı: “Geçmiş yıllarda, yaşlı Sultan Abdülhamid, zaman zaman biz Ermenilerden binler ve binlercesini kıyıma kurban etti. (…) Ama şimdi karşı karşıya bırakıldığımız canavarlıklara bakınca, artık eski kıyım rejiminde yaşamadığımız için doğrusu esef ediyoruz. Şimdi hayıflandığımız şey, sadece şu ya da bu miktar insanın katledilmiş olması değildir; kör bir ırk nefretiyle ve uygarlaşmış taklidi yapan ve bu yüzden de o ölçüde tehlikeli bir hükümet tarafından tüm ulusumuzun kökünün kazınması yolunda olmamızdır. Bu ağır adımlı modern cinayet yöntemi çok etkilidir. Şimdi hedef alınanlar, uzun mesafeli yürüyüşlerle ve toplama kamplarında açlığa terk edilerek yok olmaları sağlanan kadınlarımız ve çocuklarımızdır.”
Anılarının pek çok yerinde, yazarımızın, zamanın hâkim Batılı değerlerini paylaştığını görürürüz. Örneğin, Stuermer’in Afrikalıları veya Anadolu köylüsünü anlatışında ırkçı bakışın izleri vardır. İngiliz ve Fransız medeniyetlerinin başarılarını öven ve dünyanın geri kalmış bölgelerinin modernleşmesinin, ancak Batı medeniyetinin buraları yönetmesiyle, “ışığını yaymasıyla” olabileceğini düşünen yazarımız, tam da bu pozitivist ve rasyonalist düşünce tarzının yardımıyla, İttihatçı zihniyetin kodlarını kolaylıkla deşifre eder.
Kitabın 2004’te yapılan yeni İngilizce baskısına bir önsöz yazan tarihçi Hilmar Kaiser, Stuermer’in, Ermenilerin kökünün kazınmasının temelinde yatan gerçeği çok iyi gördüğünü söyler. Bu gerçek, İttihatçı milliyetçiliğin modern ‘toplum mühendisliği’ stratejileriyle buluşmasından başka bir şey değildir.
Bu noktada sorulması gereken, belki de, benzer düşünce evrenlerini paylaşan bazı insanların caniliği mubah görürken, bazılarının nasıl olup da onların yaptıklarıyla dehşete düştüğü, insanlığından utandığı?
Cevaplar elbette ki muhtelif, ama galiba ittihatçılara ilişkin her cevabın özünde, modernizmi, pozitivizmi, rasyonalizmi, velhasıl bütün ‘izm’leri ve bütün etnik-dini aidiyetleri aşan, başka bir şey var. Başka bir gözü dönmüşlük. Başka bir kükremiş sel gibi olma hali.
--------------------------------
Harry Stuermer’in anılarından: “Nemelazımcı bir korkaklık”
Almanya’nın tutumu ilk başlarda nemelazımcı bir korkaklıktı diyorum ben. Gerçekten de eğer hümanist temel ilkelere uyulmasını istiyor olsa idik, askeri ve mali açıdan elimiz, Türkiye’nin öylesine sağlamca üzerindeydi ki, hiç zorlanmaksızın isteklerimizde ısrar edebilecek ölçüde güçlüydük. Enver’in ve de özellikle de ülkenin içişleri politikasından sorumlu bakan kimliğiyle Ermeniler hakkındaki her soruyu yanıtlamağa mecbur olan, Türkiye’nin gerçek diktatörü şu Talat’ın bir kez seçmiş oldukları yolda, koşulsuz olarak, Almanya’yı körü körüne izlemekten başka seçenekleri yoktu; eğer vahşi içgüdüleri için çok değerliyse, Ermeni sorununda Almanların vereceği emre de dişlerini gıcırtarak aynı şekilde boğun eğmek zorundaydılar…
*
Böylesine ciddi bir suçlamayı dile getirmeye beni iten şey ne olabilir? Şu: Bu bahtsız halka karşı girişilen hemen her zulüm hareketinin ardından Muhterem Ermeni Patriği’nin, çevresindeki yardımcılarıyla birlikte, gözyaşları içinde Elçiliğe gelmesi ve artık kendilerine etkin bir yardımda bulunması için Elçiye yalvar-yakar olmasıdır. Elçilik binasında bu tür sahnelerin birçok kez tanığı oldum ve görevlilerin kendi aralarındaki konuşmalara kulak misafirliği ettim. Diplomatlarımızın, resmi Alman itibarını, incinmiş görevlilerin gururunu korumak gibi bir endişeleri olduğunu görmedim; Ermeni halkının başına gelenler onları hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. En alt kademeden en üst düzeye kadar her kademedeki birçok Alman’ın ağzından, durumun, resmi bir Alman yorumunu gerektirdiğini sanmadıkları sözünü, Ermeni ırkına dönük nefret haykırışlarını kaç kez duymuşluğum var.
Harry Stuermer, Konstantinopl’da Savaşın İki Yılı, İstanbul: Büke, 2002.
1 yorum:
ninem yani babaannemin bir çok hastalığı vardı. iki çocuğu olmuş. 1921 doğumlu 1954'te ölen amcam diğeri 1925 doğumlu 1996'ya kadar yaşayan babam. annemin anlattığına göre kayınvalidesi ya babamı ya da amcamı düşürmek için elinden geleni yapmış. ninemin zor çölünü gördüğüne ğek ihtimal vermezdim b..... uyrukluydu çünkü. fakat arap çöllerinde kaybettiği başka bir oğlundan bahsederdi. 1901 doğumlu olduğuna göre demek ki o zamanlar 14 yaşındaymış. yine annemin anlattığına göre ninem, dedeme ve kendi çocuklarına bile abisini değişmezmiş. abisinin yeri hep ayrıymış. yine baba ayrı anne bir 1945'te ölen başka bir abisi varmış. annem onun da çöllerde aklını kaybettiğini ve yarı deli olduğunu söylerdi. 30 yıl öncesine kadar onun oğlu bayramlarda ziyaretimize gelirdi. sonra izini kaybettik. abisi ve bunun dışında başka bir akrabası yoktu ninemin.
dedem kendi nüfusuna almış ninemi. anne ve baba adları dedeminkiyle karışıyor. ninemin annesi yokluktan bir okulda bevvap (bir nevi hademe) olarak çalışmış. i....... şehrine ne zaman gelmişler bir bilgim yok. ninem dedemle evliyken çok saygı duyarlarmış ona. fakat yaşlılığında yarı deli denecek bir haldeydi. diri diri yanan ya da gömülen insanlardan bahsederdi. anneme de çok çektirmiş ve onu her fırsatta ezmeye çalışmış. sanırım bir de annemler müslüman olduğu için bir şekilde ninem onu küçük görürmüş.
anne tarafım müslümandır, onlar da iyi insanlardır. yazınızda mağdurlarda evham, kuruntu, asabiyet gibi rahatsızlıklar olduğunu yazmışsınız. bunlara ek olarak türkçe bir ad ve nüfus kağıdı taşısak, aile geçmişimizi kimse bilmese bile yine de dünyaya dışardan bakıyormuşuz gibi bir his taşırız. babam türk olarak yetişmesine rağmen çocuklarının yani bizlerin pek dış dünyaya karışmasına izin vermezdi. sürekli dışarıyla mesafeliydik. anne tarafım öyle değildi ama. onlara özenirdim. bayramlarda tüm sülale toplanır camiye giderlerdi. babam onlarla da sıkı-fıkı olalım istemezdi.
ne yapalım Allah'ın dediği oluyor. bizde böyle yaşadık işte.
Yorum Gönder