Agos, 4 Haziran 2010 Hrant Dink Anısına Atölyeler’in bu yılki en çok ilgi toplayan ve tartışılan oturumlarından biri, Seyhan Bayraktar, Ayda Erbal, Bilgin Ayata ve Ferhat Kentel’in konuşmacı olduğu, “Entelektüellerin Rolü ve Söylemleri” başlıklı paneldi.
Bayraktar, Erbal ve Bilgin’in, ‘Özür Diliyorum’ kampanyasını ve Türkiyeli önde gelen aydınların 1915’e ilişkin söylemlerini analiz ettiği sunumları, netameli bir zemin üzerinde yükselen zorlu bir tartışma doğurdu. Üçlünün eleştirileri, bugüne dek kamusal alanda pek dillendirilmeyen görüşleri dile getirdiği için özel bir merakla takip edildi.
Bu görüşleri paylaşalım ya da paylaşmayalım, haklı bulalım ya da bulmayalım, onları ciddiye alıp üzerinde düşünmek, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini gerçekten isteyenlerin sorumluluğu olmalı. Aynı sorumluluk, eleştirilerine yönelik tepkilerin nedenlerini anlamaya çalışmak bakımından, Bayraktar, Seyhan ve Ayata’ya da düşüyor elbette.
Sindirilmesi zor ama alınmalı
Son yıllarda konuyla ilgili yazılmış 1200 kadar köşe yazısını inceleyen Bayraktar’ın eleştirisinde en dikkat çekici olan, gazetelerde yazan, televizyonlarda konuşan, dolayısıyla kanaat önderi konumunda olan liberal-demokrat aydınların, ulusal yarar söylemi içerisinden konuşmaya devam ettikleri, milliyetçi denilebilecek bir söylemi daha sofistike bir şekilde yeniden ürettikleri yolundaydı.
Özür Kampanyası üzerine yoğunlaşan Ayda Erbal ise, özrün muhatabı olması gereken Ermenilerin kale alınmadığını, metnin muğlaklıklar içerdiğini, herhangi bir özne zikretmekten kaçındığını ve koca bir terimler sepetinden “Büyük Felaket” tabirini seçerek diğer adlandırmaları sessizleştirdiğine dikkat çekerek, bunun gerçek anlamda bir özür olarak değerlendirilemeyeceğini savundu.
Bilgin Ayata ise, Türkiye’de sorunların kompartımanlara ayrılarak değerlendirilmesinin, Kürt, Ermeni, Alevi meselelerinin birbiriyle bağımsız olarak ele alınmasının hâkim düşüncenin işine geldiğini söyledi; geçmişle yüzleşmenin Türkiye’nin gelecekteki hesaplaşmalardan en az zararla çıkmasını sağlamaya yönelik bir ulusal çıkar mantığı üzerine oturduğuna ve bunun dışındaki yüzleşme alternatiflerinin marjinalleştirildiğine dikkat çekti.
Bu eleştirilerin, ilk anda sindirilmesi zor olsa da, haklı yönleri olduğuna ve derinlemesine tartışılması gerektiğine inanıyorum.
Türkiye 1915’te yaşananları geçmişe nazaran çok daha özgürce tartışır, 1915’te ne olduğu pek çokları için artık aşikâr bir nitelik kazanırken, bu yolda atılan adımların araçsallaştırılmasına da tanık olabiliyoruz.
Özür kampanyasını topluma anlatırken kullanılan, artık yabancı ülkelerde soykırım kararlarının alınmayacağı veya 1915’te yaşananları en iyi ve sadece “Büyük Felaket” tabirinin açıklayacağı yollu beyanlar, bu tavra örnekti. Türkiye şartları düşünüldüğünde, bu korunmacı refleksleri bir yere kadar anlamak mümkündü belki, ancak madem ki ortada bir özür vardı, bunun Ermenilerin hissiyatını da hesaba katan bir şekilde yapılması gerekirdi elbet.
Türkiye’nin şartları dedik ve bu şartlar hepimizin malumu. Şiddetle iç içe yaşayan, linç kültürünün kol gezdiği, sebepsiz yere Hıristiyan boğazlayacak ‘çocuk’ların kolaylıkla bulunduğu bu ortamda yapılabileceklerin bir sınırı olduğu ve atılan adımların bu gözle değerlendirilmesi gerektiği tespiti de yanlış değil şüphesiz. Buna rağmen, panelde dile getirilen eleştirilere karşı, “Siz dışarıda doktora yaparken biz burada tehlikelere göğüs geriyoruz” yollu çıkışların da bir geçerliliği olmasa gerek.
Çünkü aradaki fark “içerde” ya da “dışarıda” olmaktan değil, bir düzlem farklılığından kaynaklanıyor. Kabaca söylemek gerekirse, felsefeyle siyaset arasındaki fark bu. Taraflardan biri ilkeler, etik ve ideal koşullar üzerinden norm üretirken, diğer kesim, hayatın çetrefilli yollarında ilerlemeye çabalıyor. Felsefenin yüksekliğine ve temizliğine karşın, siyasetin kirliliği, işbitiriciliği... Galiba ikisinden de vazgeçmek mümkün değil. En çok temiz kalarak ilerleyebileceğimiz siyaseti bulmak zorunda değil miyiz? Bunun ideal durumla sonlanmayacağının farkında olarak, ama ideali arama çabasından da hiç vazgeçmeden.
Dar bir yoldan bugüne
Dolayısıyla, bu kez de, özür kampanyasına ve aydınlara yönelik eleştirileri daha da ötelere taşımanın, birilerini yargılamaya, mahkûm etmeye doğru götürmenin de bir tür iktidar yarattığını; ve bu tavrın da, insani samimiyeti görmezden gelmek, Türkiye’nin içinde bulunduğu toplumsal bağlamı göz ardı etmek, eleştirelliğin büyüsüne kapılmak gibi kusurlarla malul olabileceğini fark etmek gerekiyor.
Ayrıca, Türkiye’de bazı insanların büyük bir değişim yaşadığını görmek ve bunun devam etmesi için de kredi tanımak gerekiyor. Türk-Ermeni meselesinde bugün pek çok kimse, daha on yıl önce bulunduğu yerin çok daha ötesinde bir bilgiye sahip; buna bağlı olarak da artan bir sorumluluk duygusuna… Özür kampanyası, pek çok insanın hayatında o ana kadar ulaşılan en yüksek noktayı ifade ediyordu. Bu insanların kendi hayatları içinde yaşadığı dönüşümü unutmamak gerekiyor. Onlar Ermenilerin başına ne geldiğini ailelerinden, komşularından, okullardan öğrenmediler. Birkaç fedâkar insanın büyük çabaları sonucunda açılan daracık bir yoldan yürüdüler. Onlardan Holokost sonrası Batılı Hıristiyan duyarlılığın suçlulukla ve cezalandırmayla iç içe geçmiş performansını beklemek, bunu bulamayınca da onları resmi söylemle, milliyetçilerle aynı kefeye koymak ne kadar adil, ne kadar dürüstçe olur?
Mesela galiba, her zaman olduğu gibi açıklıkta yatıyor. Konuşmaktan, temas etmekten, özgürce tartışmaktan, art niyet aramadan tartışmaktan geçiyor. Türkiye’nin geçmişiyle gerçekten yüzleşmesi, resmi söylemin eleştirisinin kendi eleştirisiyle buluşacağı bir yerlerde saklanıyor çünkü. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder