Övünebileceğim öyle matah bir siyasi eylemcilik geçmişim yok. Ama dünyada olan biteni anlamaya başladığımı sandığım günden itibaren kendimi solcu saydım. Sosyalizmin, en adil ve en insani yönetim biçimi olduğuna inandım ve buna hâlâ inanıyorum. 18 yaşındayken, bir başıma gidip, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ne üye oldum. Onlar beni ne yapacaklarını bilemediler. Hayatının yarısını, siyasetin s’sini bile konuşmanın büyük günah addedildiği yatılı Ermeni okullarında geçirmiş bir çocuk olarak, ben zaten ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyordum. 1999 seçimleri öncesinde yaşanan büyük umudu da paylaştım, sonrasındaki hayal kırıklığını da tenimde hissettim. Partiyle ilişkim gönül bağı çerçevesinde devam etti. ÖDP içinde siyaset yapan bir arkadaş çevresiyle temasım hep sürdü. Hâlâ, ÖDP deneyiminin başarıya ulaşamamasının, bizim kuşağın gerçekten özgürlükçü bir sol partiye sahip olma şansını ortadan kaldırdığını düşünürüm ve bu fırsatın heba edilmiş olması yüreğimi sızlatır.
Bunlardan, kişisel bir ifşaat olarak değil, kendimi daima Türkiyeli bir solcu saydığımı söylemek için bahsediyorum. Zira bu hafta, yine Türkiyeli bir solcu olarak, referanduma dair ne düşündüğümü anlatmak istiyorum.
Her türlü iktidara, her türlü muktedire içgüdüsel bir mesafe ve eleştiri duygusuyla yaklaşılması gerektiğine inanırım. Bu sütunu takip edenler, AKP konusunda olabildiğince muhalif ve eleştirel bir çizgide durduğumu bilirler. Ama AKP karşısında Türkiye solunun “Ne şeriat, ne darbe!” sloganına katılmadım. Türkiye’de bir şeriat geleneği olmadığını ve bu ‘tehlike’nin suni olduğunu biliyorum. Darbe ise her zaman için büyük bir tehdittir bu ülkede. Bu nedenle, eli silah tutanlara karşı, halkın oyunu alan bir partinin savunulmasını, hem solculuğun hem demokratlığın gereği saydım.
Benzer bir şekilde, başörtü meselesinde de Türkiye solunun tavrını paylaşmadım. Bana göre, bu konuda bir üçüncü yol mümkün değildi. Bugün, tam da şimdi, başörtüsü taktığı için üniversite kapısından içeri alınmayan, eğitim hakları engellenen kadınlar vardı, ve onların hakkını savunmak, başörtüsüne dair birtakım felsefi tartışmalardan çok daha öncelikliydi. Yanında durulması gerekenler, devlet tarafından mağdur edilenlerdi.
Yukarıdaki iki örneği, Türkiye solunun genel tavrından ayrıştığım kimi noktaları göstermek için zikrettim. AKP’ye elbette çok keskin eleştirilerim var. AKP yönetiminin anti-demokratik ve ayrımcı bulduğum sayısız uygulamasına muhalefet ettim. Ancak, bu partinin arkasındaki halk desteğinin ciddiye alınması gerektiğini düşündüm, bunun nedenlerini anlamayı çalışmayı görev bildim.
Madem anayasanın değişmesini istiyoruz bu Hayır’lar niye?
Türkiye’de hemen her kesim, 1982 darbe anayasasının değişmesi gerektiğini savunuyor. Esasında bu anayasayla yönetilmekten hiçbir şikâyeti olmayanlar dahi, onu savunmanın siyasi getirisi olmadığı için, yeni bir anayasadan yana görünüyorlar. Sırf bu bile, demokratik bir anayasa ihtiyacına dair toplumsal mutabakatın ne kadar geniş olduğunu gösteriyor.
Bugün, önümüzde, bugüne dek defalarca revize edilmiş olan 12 Eylül Anayasası’nı bir kez daha değiştiren bir paket duruyor. AKP’nin bu paketi hazırlama biçimi, toplumsal mutabakat aramaması gibi konularda çok haklı eleştiriler var. Ancak nihayetinde, 25 maddeden oluşan ve eğrisiyle doğrusuyla, yarın bugünkünden bir nebze daha rahat nefes almamızı sağlayacak bir paket bu. Kadın ve çocuk hakları, sendikal haklar, kişisel hak ve özgürlükler, yargı sultasının kırılması, YAŞ kararlarına hukuk yolunun açılması gibi olumlu adımların yanı sıra, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını engelleyen geçici 15. maddenin kaldırılması gibi simgesel anlamı yüksek değişiklikler var pakette. Peki, eninde sonunda her maddesiyle pozitif bir değişikliği ifade eden bu pakete “hayır” denmesinin nedeni ne?
Eksikliklerine karşın içeriğine karşı çıkılması demokratik düşünce açısından pek de anlaşılır olmayan bir değişikliğe “hayır” diyen otoriter ve milliyetçi CHP-MHP koalisyonunu anlamak belki mümkün; peki, işi halkla, kalabalıklarla, günlük hayatla, sokakla olan, demokratlık iddiasındaki biz solcuların “hayır”ının ardındaki gerekçe ne?
Bugüne dek, paketi onaylamanın 12 Eylül Anayasası’na “evet” demek anlamına geleceğinden tutun da, burjuva demokrasisinin oyunlarına itibar edilmemesi gerektiğine, paketin halkın beklentilerine karşılık vermediği için reddedilmesi gerektiğine, ancak “hayır” denerek bir toplumsal muhalefet örgütlenebileceğine kadar, nice ‘sol’ argüman okuduk. Üzülerek söylemeliyim ki, bu argümanlar solun Türkiye’yi anlamakta düştüğü zaafiyeti göstermekten başka hiçbir işe yaramıyor.
Evet, AKP bugüne dek gerçekten de yeni bir anayasa yapabilmeliydi. Ancak bunu “hayır”a gerekçe yapmanın bir anlamı yok. Unutmayalım ki AKP, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından, uzmanlara hazırlattığı anayasa taslağını kamuoyunun dikkatine sundu, ancak yoğun saldırılar sonucunda taslağı rafa kaldırmak zorunda kaldı ve dahası, sonrasında bir kapatma davasıyla karşı karşıya kaldı.
Evet’i sollaştırmak
Değişimden yana olması gereken sol, özgürlükleri genişleten adımların arkasında olmazsa solluğunu yitirir. Referandum sürecinde bence sol muhalefet, AKP’yi belli noktalarda eleştirip paketin yetersizliklerini ortaya koymalı, ancak nihayetinde halkı yüksek sesle “evet” demeye çağırmalı, yani “evet”i AKP’ye bırakmayıp sollaştırmalıydı. Bunun aksi, kendini siyasetsizliğe mahkûm etmek demek. Çünkü AKP’ye karşı inandırıcı bir muhalefet, demokratik bir dönüşümü gerçekten istediğini göstermekle mümkün. Bugün pakete “hayır” demek, en küçük demokratik gelişmeye bile karşı çıkmak ve böylece AKP’ye muhalefet etme şansınızı kendi elinizle heba etmek anlamına geliyor.
Son söz olarak, Kürt siyasetinin, bugünlerde esneyebileceği ifade edilen boykot kararının da, benzer bir siyasetsizlik siyaseti olduğunu söylemeli. BDP, AKP’nin süreçteki hatalarını bir bir sıralayarak, bir yandan da, Kürtleri, davul zurnalarla, halaylarla sandıkları “evet” oylarıyla doldurmaya, “evet”i Kürtleştirmeye çağırsaydı, önündeki siyaset alanını genişletmiş, Türkiye’nin batısına da güçlü bir demokrasi ve barış mesajı vermiş olacaktı. Parti tabanının önemli bir kısmının mevcut tavırdan memnun olmadığı konuşuluyor bugünlerde. Dileriz BDP yönetimi bu seslere kulak verir ve partiyi daha sağlıklı bir çözüme ulaştırma basiretini gösterebilir.
Az biraz kişisel bir referandum yazısı
AİHM savunması üstüne
Agos, 20 Ağustos 2010
Hükümet eğer AİHM’e sunduğu savunmanın gazeteci Kemal Göktaş tarafından haberleştirilmesinin ardından yapmaya çalıştığı mahcup manevralarda gerçekten samimiyse, atması şart olan o kadar çok adım var ki...
Ama ondan önce, Hrant Dink’in görüşleriyle Nazileri bir tutan o dehşet verici metni hazırlayan zihniyete dair birkaç söz.Kurucu öteki
Türkiye’de Ermeniler, Rumlarla birlikte, çok geniş bir toplumsal kesim için, ulusal kimliğin bütünleştirici çimentosu rolünü oynadı. İttihat Terakki yıllarından başlayan bu eğilim Kurtuluş Savaşı’nda şiddetlendi; Cumhuriyet döneminde de her ihtiyaç duyulduğunda devreye sokuldu. Ermeni ve Rum karşıtlığı, adeta Türk kimliğini canlandıran, ona hayat veren bir özsuyuydu. Taner Akçam’ın yıllar önce “Kurucu öteki” kavramıyla açıkladığı bu olgu, Türk ulus devletinin kendi vatandaşlarıyla bağını güçlendirmek için kullanıldı.
Kemalizm yılları, her ne kadar etnik kökene bakılmaksızın her vatandaşın eşit olduğu iddia edilse de, ayrımcılığın kökleştiği, ideolojik ve hukuki temele oturtulduğu dönemi temsil eder. Gayrimüslim vatandaşlara üniversiteler dışında devlet memuriyetinin kapatılması, onların Lozan’la kazandığı hakların her fırsatta törpülenmesi, dillerini ve kültürlerini yaşatıp geliştirmelerinin sürekli olarak engellenmesi, Osmanlı zamanının kompartmanlara ayrılmış, ama birbirlerinin varlığını kanıksamış, doğallaştırmış çokkültürlülük anlayışını paramparça etti, onu kunt bir Türklük anlayışıyla ikame etti.
Bu kuntluk, Varlık Vergisi, 20 Sınıf İhtiyat Askerliği, 6-7 Eylül gibi ayrımcı-ırkçı “operasyon”lar yoluyla gayrümüslimlere sürekli olarak tehdit altında olduklarını anımsattı. Elbette “Türk”lere de, gayrümüslimlerin aslında vatandaş değil, varlığına tahammül edilen ve gerektiği takdirde kapı dışarı edilebilecek misafirler olduklarını... İşte bu misafirlik hali nedeniyledir ki, Yunanistan, Ermenistan veya Ermeni diasporası kaynaklı sorunlarda Rumların ve Ermenilerin canı yakıldı; dünyaya karşı olumlu bir imaj çizilmeye çalışıldığında ise, onlara birtakım jestler, çoğunlukla makyaj mahiyetinde iyilikler yapıldı.
Bu ayrımcı zihniyet, nesiller boyunca, hem milli eğitim, hem de toplumun erkek yarısının eğitildiği “asker ocağı” kanalıyla toplumun damarlarına zerk edildi, iyi Türk olmanın ölçüsü sayıldı. İşte bu yüzden Anadolu’da kalmış küçücük Ermeni, Rum, Yahudi gruplarına dahi huzur verilmedi, din adamları taşlandı, mezarlıkları, ibadet yerleri de bu hınçtan nasibini aldı.
Bu şiddet eğilimi, toplumun enine ve boyuna her kesitini etkisi altına aldı. “İç ve dış tehdit” algısıyla, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!” “Bir Türk dünyaya bedel!” düsturuyla derinlere kök saldı. Siyasi yelpazenin sağının ve solunun dünya algısı böyle şekillendirildi.
Demokrasinin boyu
Bir ülkede demokrasinin ölçütü, o ülkede etnik, dinsel, cinsel azınlıkların durumudur. Türkiye’de demokrasinin boyu da, ancak Ermeninin, Rumun, Kürdün, eşcinselin sürdüğü hayat kadar...
İslami ve muhafazakâr siyasi çizginin 2000’li yıllarda gelip ulaştığı yer olan AKP, elbette ki, yukarıda kaba hatları çizilmeye çalışılan fikriyat etrafında şekillenen bir gelenek üzerinde yükseliyor. Son on yılda İslami ve muhafazakâr kesim kendisini yeniden şekillendirir, dünyaya daha açık bir hale gelir, anti-Hıristiyan, anti-Semitik eğilimlerini bir kenara koymaya çalışırken, günlük siyasetin tansiyonu ve yaşanan değişimin hızı karşısında, gayrimüslimler konusunda enine boyuna düşünmedi. Onlar hakkında genel anlamda ılımlı mesajlar verilirken dahi, kâh Cemil Çiçek, kâh Vecdi Gönül, kâh bizzat Başbakan tarafından tehditler dile getirilebildi.
Varlığıyla Cumhuriyet’in köhne vatandaşlık tanımına kökten bir alternatif önerisi olan Hrant Dink’in hedef haline getirilmesi sürecinde medyanın ve siyasetin oynadığı rol hepimizin malumu. Sağlığında, o mahkeme kapılarında saldırıya uğrarken AKP hükümetteydi. Dolayısıyla bu partinin, bu meselede, elini yıkamakla kurtulamayacağı bir suç ortaklığı söz konusu. Ancak unutmayalım, bir avuç aydının çığlığını bastırıp 301’in değişmemesi için canhıraş feryatlar atanlar arasında CHP’liler en önde geliyordu o günlerde. Dolayısıyla, bugün onların da, demokrası havariliğine soyunmadan önce çok derin bir özeleştiride bulunmaları gerekiyor.
Hükümet sadece Hrant Dink’in hedef haline getirilme sürecinde değil, onun aramızdan alınmasının ardından soruşturma ve yargılama sürecinde izlediği siyasetle de suça iyice battı. Başbakanlık Teftiş Kurulu raporuna dahi rağbet edilmedi ve cinayette ihmali, dahası dahli olan görevliler soruşturma dışı tutuldu. Başbakan, söz vermiş olmasına rağmen cinayetin arkasındaki gerçek sorumluların açığa çıkarılması için hiçbir şey yapmadı. Kısacası, hükümet, Dink cinayeti davasında yaptıkları ve yapmadıklarıyla vicdanlarda mahkûm oldu.
AİHM aslında fırsattı
Yıllardır hükümet eden AKP, bürokrasinin içinde çöreklenmiş olan devletçi kesimlerin değişimin önünü tıkadığı savunmasını yapıyor. Bunda elbette ki doğruluk payı var. Ancak AKP’nin bu bürokratik direnci bahane olarak kullandığı pek çok örnek de biliyoruz. Esasında, AİHM’deki dava, hükümetin bu bürokratik direnci ifşa etmesi için bulunmaz bir fırsat olabilirdi. Hükümet, eğer Dışişlerinin bugün ilan ettiği gibi Hrant Dink’in bu ülkenin yetiştirdiği bir değer olduğuna yürekten inanıyor olsaydı, hedef haline getirilmesinde kendi partisinin ve demokratik gelişimin önünü tıkayanların sorumluluğunu itiraf eder, onun yaşatılamamasından duyduğu derin üzüntüyü de, ifade özgürlüğünün önündeki bütüm yasal engelleri kaldırarak gösterebilirdi.
Bunun yerine, vatandaşları kardeşliğe davet eden eden o en özgün sesi, üstelik bu kadar vahşice bir cinayete kurban gittikten sonra “kin ve düşmanlığa tahrik”le suçlayan bir savunmanın tercih edilmesi, AKP hakkında bize çok şey söylüyor.
Bugün artık çok daha iyi biliyoruz ki, Türkiye’nin gerçek devrimi, siyasi hesapların çok ötesinde, gerçek bir zihniyet dönüşümünden geçiyor. Dönüşümün temsilcisi olduklarını iddia edenlerin, AİHM’deki davada Hrant Dink’i değil, bugüne kadarki devlet uygulamalarını, ayrımcılığı ve milliyetçiliği yargılamaları gerekirdi.
Ahtamar’daki sergi
Agos, 13 Ağustos 2010
Ermeni Kilisesi’ne ait bir ibadet yerini restore ettikten sonra, onu asıl sahibine iade etmeyip Kültür Bakanlığı’na ait bir müze haline getirmenin, iyi niyetle bir alakası olmadığını daha önce de söylemiştik.
Sorulacak tonla soru var: Asıl adı Surp Haç Kilisesi olan yapının adı neden Akdamar Anıt Müzesi oldu? Ermeniler ve tüm yöre halkı adayı ve kimi zaman da kiliseyi Ahtamar olarak andığı halde, devlet neden ısrarla Akdamar demeyi sürdürüyor? Ermenilere ait olan, yüzyıllar boyunca da öyle olmuş bir kilisenin ibadete açılması neden “inanç turizmi” kapsamında değerlendiriliyor? Acaba devlet bize, 1915 ve sonrasında Türkiye’den kovulmuş Ermenilerin torunlarının ancak “turist” olarak mı bu ülkeye dönebileceklerini söylüyor? Kilisede neden “bir” gün ibadet yapılabiliyor? Ya geriye kalan 364 gün ne olacak? Yoksa hükümet, Ermeni meselesinde başı sıkıştığı her seferde kiliseyi “bir gün daha” mı ibadete açacak?
*
Kilise, bir heykel sergisine ev sahipliği yaptı geçen hafta. Serginin açılışında, Van valisi Münir Karaloğlu, Van’da son dönemlerde “turizm” adına önemli çabaların olduğunu, bu kapsamda güzel sanatların da kendi rolünü oynayacağını vurgulamış; bu serginin, sadece Van’ın değil, ülkenin tanıtımı adına da önemli bir gelişme olduğunu söylemiş.
Surp Haç Kilisesi’nin valilik eliyle bu tip girişimlerde kullanılması, tarihi bir gaspı perdelemek adına nafile bir çaba olarak görünüyor bizim gözümüze. Vali belli ki, kilisenin kiliseliğinin artık bir geçerliliği olmadığı, oranın artık bir anıt müze olduğu fikrinin zihinlerimize iyice yerleşmesini istiyor ve bu nedenle, ‘Ahtamar’ı, bir ‘kültür merkezi’ mantığıyla hazırlanmış etkinliklerle ‘Akdamar’a dönüştürmeyi hedefliyor.
Bütün bunlar, bizlerde mutluluk veya sevinç değil, aksine büyük bir keder ve öfke yaratıyor. Türkiye, dünyaya kardeşlik ve dostluk mesajları vermek isterken, meselenin asıl muhatabı olan Ermenilerde bu duyguları uyandırıyorsa, bu işte bir sorun var demektir.
O sorunun çözümünün ne olduğunu bulmak için ise önce iyi niyet gerekiyor. Ama hakikisinden...
Bugünün bir filozofu
Dünyanın dört bir yanındaki Ermeniler Vahe Berberian’a bir “kültür kahramanı” gözüyle bakmalı.
Geçtiğimiz cumartesi, Jamanak gazetesinin 100. yıldönümü vesilesiyle Kınalıada’da sahneye çıkan Berberian, sadece Ermenice stand-up yaptığı için değil, söylenip durmak yerine üretmeyi tercih ettiği, evrensel olmayı başarabildiği, klasiğin dışına çıktığı ve daha önemlisi, bunların hepsini, bizatihi Ermenileri eleştirmekten kaçınmadan becerebildiği için, bir kahraman.
Beyrut’ta doğan, otuz küsur yıldır Amerika’da yaşayan Vahe, dünyada binlerce kişinin yaptığı bir işi yapıyor; yani, anlattığı hikâyelerle insanları güldürmeye çalışıyor. Ancak o, meslektaşlarının ezici çoğunluğundan çok daha farklı ve özel koşullar altında icra ediyor mesleğini. Günlük hayattan adım adım çekilen, gençlerin pek azının konuşup anlayabildiği, edebi üretimin neredeyse durma noktasına geldiği bir dille, Batı Ermenicesiyle konuşuyor. Üstelik bunu, darmadağın olmuş, farklı kültürlerin, farklı dillerin etkisinde kalmış insanların oluşturduğu, birbirinden hayli uzaklaşmış topluluklar için yapıyor.
Vahe, günümüzün bir filozofu. Hafife alınan, ama çok zor bir işi hakkıyla başarıyor. Yüzlerce kişinin karşısında, tek bir dakikasını bile boşa harcamadığı iki saat boyunca, insanları kendisine bağlıyor, güldürüyor, güldürüyor, güldürüyor. Farklı coğrafyalardaki Ermenilik hallerinin farklı ve ortak yönleri üzerine konuşuyor. Kâh Tanrı’dan, kâh Nuh’tan, kâh İsa’dan söz ediyor, onları sarakaya alıyor. Ermenilerin ağlaklığını da, keyif düşkünlüğünü de, yabancı hayranlığını da, milliyetçi böbürlenmelerini de doluyor diline.
Ona bakarken, performansının arkasında ince bir işçiliğin, keskin bir zekânın, gözlem yeteneğinin ve nice birikimin yattığını, ortaya çıkan ‘son ürün’ün yoğun bir entelektüel çabanın eseri olduğunu hissediyorsunuz.
Ermenilerin, pek çok yerde, acıklı bir geçmişe ağlamak, tarihte kalmış bir kültürel mirasla övünmek, aynı şiirleri okuyup aynı şarkıları söylemek, ama ortaya yeni bir şey koymadan yaşayıp gitmekle sınırlı hayatına tüm benliğiyle karşı koyan Vahe, uluslararası alanda da değeri olan bir işi, profesyonel düzeyde yapmayı beceriyor. Onun şovları, altyazılı olarak herhangi başka bir yerde de gösterilse, insanları yine güldürecek ve düşündürecektir.
Neticede Vahe, ana babasının zorla koparıldığı Anadolu’dan izler taşıyan, Beyrut’la ve oradaki Ermeni kültürüyle şekillenen, cilasını Amerika’nın attığı, ama bir şekilde Ermenistan’ın havasını da taşıyan bir komedyen ve sahne adamı olarak, kendisini var eden bütün bu parçalara karşı hissettiği borcunu, hakkıyla ödüyor.
Gülerek, güldürerek, diline sahip çıkarak, yaratarak, kültürüne yeni bir soluk üfleyip ona can vererek...
Patriklik meselesi ve çok daha ötesi
Patrik seçimi meselesi, daha önce hiç uygulanmamış bir patrik genel vekilliği unvanı ihdas edilerek askıya alınınca, Ermeni toplumu buna tepkisiz kalmadı. Gazeteler aracılığıyla, internet sitelerinde, tartışma gruplarında binlerce kişi, bu oldubittinin kabul edilemez olduğuna dair görüş beyan etti. Patriklik Ruhani Kurulu ise, 3 Ağustos Salı günü, “henüz tam olarak anlaşılamadığı düşünülen hususlarda” toplumu bilgilendirmeyi amaçlayan bir açıklama yaptı. Ruhani Kurul, bu açıklamayla, sorunun çözümünden yana adım atma iradesini göstermek istemediğini beyan etmiş oldu.
Bildirinin ayrıntılarını Agos’un haberinde bulacaksınız. Hemen söyleyelim ki, bu açıklamada öne sürülen görüşlerin pek çoğunun hiçbir geçerliliği yok.
Ruhani Kurul, bu bildiriyle, Patrik Mesrob II’nin hastalığının ilk dönemlerinde savunduğu “Patrik Mesrob II’nin hayatı boyunca patrik olarak tanınacağı” mevziine geri dönmüş bulunuyor. Bunun sonucu olarak da, “bu dönemde herhangi bir seçim yoluna gidilmeyeceği” görüşü savunuluyor. Oysa aynı Ruhani Kurul, Mesrob II’yi ömür boyu patrik ilan ettikten sonra, aklın gereği olarak, önce “gerekli görüldüğü takdirde” seçim yapılacağı kararını almış, ardından da, seçimle ilgili süreci başlatıp, vakıf başkanlarının bir araya geldiği bir toplantıda, bir Seçim Müteşebbis Heyeti kurulmasına önayak olmuştu.
Ruhani Kurul, şimdilerde, bütün bu süreci yok sayarak, Seçim Müteşebbis Heyeti’ni yaşanan kaosun tek sorumlusu olarak gösteriyor. Buna dayanak olarak da, Valilik’ten gelen yazıda, Müteşebbis Heyet’in ‘patrik’ seçimi için yaptığı başvurunun hukuki zemini bulunmadığının ifade edilmesini gösteriyor. Oysa, aynı yazıda, Ruhani Kurul’un, ‘eş patrik’ seçimi için yaptığı başvuru için de aynı ifade kullanılmıştı.
Tepkinin kaynağı
Yani, ortada hayli ironik bir durum var. Devlet, attığı her adımda Ermeni Kilisesi’nin gelenek ve teamüllerini dikkate aldığını söyleyen Ruhani Kurul’a açıkça, “Aldığın karar hukuki değil!” demiş bulunuyor. Zaten halkın tepkisinin asıl kaynağı da, devletin bu açık dayatmasının kolaylıkla sindirilip, hiçbir itirazda bulunulmadan, hemen, 48 saat içinde patrik genel vekili seçimine gidilmesinden ileri geliyor.
İşin daha da vahimi, Ruhani Kurul’un, ‘patrik genel vekili’ uygulamasının, “anlamsız girişimler sebebiyle Eş-Patrik seçilemediğinden ulaşılmış bir çözüm” olduğunu iddia etmesi… Çünkü Kurul bu durumda, kendi başvurusunu da ‘anlamsız’ addetmiş oluyor.
Bildiri, uygulamanın Patriklik geleneklerinde yeri olduğundan da söz ediyor. Burada sorulması gereken soru da, geleneklerde ‘patrik genel vekilliği’ mevcut olduğu halde, Ruhani Kurul’un neden iki yılı aşkın süredir bu gerçeği Ermeni toplumundan saklayıp, Valilik’ten gelen yazıyı beklediği?
Derinlere bakınca
Okurlar, buraya kadar yazılanların esasen laf-ı güzaf olduğunun farkındadır. Bunlar, fani dünyanın incir çekirdeğini doldurmayacak meseleleri. Aslolan, bütün bu hengâme içinde sergilenecek dürüst tavrın ne olacağı... Bunu din adamlarına hatırlatacak olan da biz değiliz şüphesiz...
Ama her halükarda meseleye biraz daha derin bir mecradan bakmakta yarar var. Türkiye Ermenileri, Valilik’ten gelen yazıya da, Ruhani Kurul’un tavrına da tepkili… Sadece ‘Patriğimizi Seçmek İstiyoruz’ internet adresinde üç bin sekiz yüzü aşkın imza toplandı. 1998’deki ‘rekor katılımlı’ son patrik seçiminde 16 bin kişinin oy kullandığı düşünüldüğünde, bu rakamın seçmen tabanının yaklaşık dörtte birine denk olduğu görülüyor. Sadece internet kullanıcılarının kapsayan bu rakama kayıtsız kalınması kabul edilemez. Bu sesin duymazdan gelinmesi, binlerce insanı göz göre göre kiliseye yabancılaştırmak anlamına gelir ve sanırız buna kimsenin hakkı yok.
Patriklik makamı çevresindeki birtakım zevatın, kimi hesaplarla, mevcut durumdan memnun olmalarını anlamak mümkündür. Ama varoluş gerekçeleri, din adamlarına başka türlü bir tefekkür içinde olmaları gerektiğini söylüyor. Onlar için mal, mülk, unvan, şan değil, doğruluk önemli olmalı… Patriklik bünyesinde görev yapan ruhanilerin oybirliğiyle patrik genel vekili seçtiği Aram Başepiskopos Ateşyan da bu idrakle hareket etmeli. Kendisi, malum ‘komisyon’ skandalında hiç de bu doğrultuda davranmamış, pek çok destekçisinin dahi saygısını yitirmişti. Hasta patriğin arkasına gizlenerek, dahası, onun ölümünden medet uman bir pozisyonu tercih ederek, çok daha fazlasını yitiriyor.
Ermeni halkının, din adamlarına saygısı büyüktür. 1915’te Anadolu kan gölüne döndüğünde, halkıyla birlikte ve en önde can veren binlerce ruhaninin anısı, kalplerin hep en derininde yer alır. Bu saygıya layık olması gerekenler, makama, mevkie hiç mi hiç tenezzül etmemeli.
Bugün patrik genel vekili, yarın ise patrik seçilebilirsiniz. Bunun önünde hiçbir engel görmeyebilirsiniz. Çevrenizde ensesi kalınlardan müteşekkil güçlü mü güçlü bir grup dolanabilir. Davetlerde, en ön sırada, yaldızlı kocaman koltuğunuz da her daim hazır bekleyebilir… Ama eğer samimi değilseniz, insanların çoğu sizin oralara gerçekten layık olduğunuzu düşünmüyorsa, eğer dürüst bir insan ve ahlaklı bir din adamı portresi çizmiyorsanız, bir koltuk ve bir de asa neye yarar ki...
Bazen söyleyecek söz kalmaz
Agos, 30 Temmuz 2010
Yaklaşık bir yıl önce, 28 Ağustos 2009’da, “AKP, Kürt açılımıyla tarihsel bir sorumluluğun altına girdi” demiş ve uyarmıştık: “Düşük perspektifli, makyaj mahiyetinde bir açılım, çözüme karşı olanların başarısı anlamına geleceği gibi, sorunun içinden çıkılmaz bir hal alması sonucunu doğuracak. Bunca umudun ardından atılacak geri adımlar, büyük bir hayal kırıklığı yaratacak, ve işte o zaman, Kürtlerle gerçek bir diyaloğun yolu bir daha hiç açılmamacasına kapanacaktır.”
Henüz vaatkâr, olumlu gelişmelere gebe zamanlardı. Açılım projesi, milliyetçi hezeyanlarla hareket eden kesimler dışında kalan herkeste heyecan yaratmıştı. Değişimin arkasında durulması halinde, Türkiye’nin çehresinin kökten değişeceğine ve akan kanın duracağına dair güçlü bir umut belirmişti.
İki ay sonra, ekim ayında, Kandil ve Mahmur’dan gelen barış gruplarının Habur kapısından giriş yapmaları, adeta göksel bir armağan gibi, 25 yıldır süren savaşın sonunun belki de sanılandan daha kolay geleceğini düşündürdü kimimize.
Bu adımların ciddi bir tepki yaratacağını ve hükümete olan muhalefetin şiddetleneceğini kestirmek güç değildi. Mesele, AKP’nin, bu muhalefeti bertaraf etme stratejilerini, ‘Kim daha milliyetçi?’ yarışına girmeden, barışın dilinden konuşarak geliştirebilmesindeydi.
Ancak, iktidar bu süreçte, miliyetçi reaksiyonlardan hep korktu. Nihayetinde Türk sağının bir ürünü olan AKP’nin tabanında da aynı milliyetçi haleti ruhiye hüküm sürüyor, bu da hükümeti Kürt meselesiyle ilgili ikircikli bir tutuma yöneltiyordu. Partinin statüko nezdindeki hassas konumu nedeniyle çeşitli limitleri olduğunu hesaba katıyorduk, ama DTP’ye ve daha sonra BDP’ye yönelik dışlayıcı tavır, anlaşılır gibi değildi. Hükümet, adeta Kürtlerin söz hakkının olmadığı bir Kürt açılımı yapmaya çalışıyordu. Partinin en yetkili ağızlarından Bekir Bozdağ’ın, açılımın “Türk milleti”nin projesi, muhatabın da “Türk milleti” olduğunu söyleyerek sorunu “terör sorunu” olarak nitelemesi, haklı olarak, iktidarının açılımdaki samimiyetinin sorgulanmasına neden olacaktı.
Açılımın encamı
Kürt sorununun çözümü için hiçbir önerileri olmayan, olamayacak CHP ve MHP’nin, açılıma kapıları peşinen kapatmasına, AKP, daha fazla demokratikleşmeyle, Kürt muhalefetini ve demokrasi isteyenleri safına çekerek karşılık vermeliydi, ama böyle olmadı. Başbakan DTP’lilere randevu vermemekte diretiyordu. Dahası, Türkiye’de herkes Kürt sorununu tartışırken, gazetelerde, televizyonlarda konuyla ilgili yazılar yazılır, programlar düzenlenirken, Kürt aydınları susturulmaya çalışılıyor, Günlük gazetesine bir ay yayın durdurma cezası veriliyordu.
DTP’nin kapatılması, sistemin açılıma muhalefetinin en önemli göstergesiydi şüphesiz. Ancak medyada kendine yer bulamayan başka bazı kararlar, bugün hepimizi korkulara salan sokak şiddetinin temellerini, bizzat adalet eliyle atıyordu. Bolu Cumhuriyet Savcılığı, “Türk, işte karşında düşmanın” diye haykırarak, “ehit edilen her güvenlik görevlisi için bir DTP’li öldürülmeli” diye yazan Bolu Ekspress gazetesi yazarı Işın Erşen hakkında dava açılmasına gerek görmeyen bir karara imza atıyordu mesela… Böylesine canice fikirlerin gazete köşelerinde özgürce dile getirebildiği ve yetkililerin bunu önlemek için hiçbir şey yapmadığı bir ülkede, sokakta insanların linç edilmesi, parti binalarına saldırılması hiç de şaşırtıcı değil.
Açılım siyaseti ilan edildikten sonra, memlekette iki bine yakın Kürt siyasetçi gözaltına alındı, bunlardan yüzlercesi tutuklandı, mahkûmiyet kararı aldı. Kapatılan DTP’nin yerine kurulan yeni partinin belediye başkanları, yöneticileri, elleri kelepçelenerek tutuklandı. Kürtlere yönelik şiddet, bu uygulamalarla da sınırlı kalmadı. Lice’nin enlik köyünde hayvan otlatan 13 yaşındaki Ceylan Önkol’un öldürülmesini artık hepimiz biliyoruz. Peki ya, Hakkari’de öldürülen 14 yaşındaki Abdülsamet Erip’i, Van’da öldürülen 8 yaşındaki Maziye Aslan’i, Siirt’te öldürülen 10 yaşındaki Hakan Uluç’u, ırnak’ta öldürülen 16 yaşındaki Caziye Ölmez’i?
Bu dönemde, Hakkâri’den, Van’dan, Siirt’ten gelen haberler, mektuplar avaz avaz haykırıyordu: “Neredesiniz? Neden sesimizi, çığlığımızı duymuyorsunuz!”
Bu seslere kulaklarımızı tıkadığımız, emniyet bülteni ağzıyla haber veren medyanın yazdıklarını sorgulamadan kabul ettiğimiz için kendimizi suçlamamız gerekmiyor mu?
Yeni bir sözleşme
Aşağılanmayla, ötekileştirilmeyle, şiddetle geçen yıllar ve uzun silahlı mücadele geleneği, Kürtleri Türkiye’de ‘doğuştan’ muhalif ve öteki hale getirdi. Bu nedenle, onları ikna etmeyen her dönüşüm projesi, var olan ayrılıkları daha da derinleştirmeye mahkûm.
Antalya’daki Kürt garsonun, Adapazarı’ndaki Kürt bakkalın, Ordu’daki Kürt fındık işçisinin zihninde çakan her korku ışığı, memleketi biraz daha bölüyor, bu toprağın insanlarını bizlerden biraz daha koparıyor. Korkuyu bedeninde hisseden her Kürt’ün benliğinde aşılmaz uçurumlar doğuyor. Küstürülen her yürekte, yasak renkler inadına yan yana geliyor, “Edi bese!” yani “Yeter artık!” diyen nice yeni isyan pankartları açılıyor.
Bir toprak parçası üzerinde yaşayan toplulukları homojen bir bütün haline getirme projesi, geçmişte de, bugün de, büyük acılara neden oldu, çok can yaktı. Modern devletlerin, bir ulus yaratmak adına ortadan kaldırdığı, baskı altına aldığı, asimile etmeye çalıştığı kültürler, insanlık tarihinde koskoca bir mezarlık oluşturuyor. Türkiye devletinin de bu açıdan kapkara bir sicili var. ‘Tek dil, tek millet’ siyasetinde ısrar, bu sicilin kabarmasından başka bir şeye yaramayacak. Türkiye, aklınıza gelecek her alanda, siyasette, eğitimde, kültürde, çokkültürlü vatandaşlık dönüşümünü hayata geçirmek zorunda.
Türkiye değişecekse, bunu ancak Kürtleri içine alan yeni bir toplumsal sözleşmeyle başaracak. Aksi takdirde, karanlıklardan kurtulmak belki de hiç mümkün olmayacak. Kürt meselesini Kürtlerin seslerini bastırarak çözeceklerini sanan milliyetçi aklıevvellere karşı mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Aksi takdirde, bir şeyler yapmak için çok geç olacak. Bunun sorumluluğunu ve acısını da, emin olun, hep beraber taşıyacağız.
(Bu yazıyı, bu köşede Kürt meselesiyle ilgili daha önce yayımlanmış yazıları kolajlayarak hazırladım. Yaşanan olaylar karşısında, söylenecek ‘yeni’ o kadar az söz var ki.)