Agos, 15 Ekim 2010
Şehir hayatının hercümerci dışında da bir hayatın mümkün olduğunu hatırlıyor muyuz hiç?
Rüzgârın uğultusunu, yaprakların hışırtısını, kıyıya vuran dalgaların şırıltısını, balıkçı teknelerinin pata patalarını, ağustosböceklerinin bitmek bilmeyen cırıltısını, yaşlı adamın toprağı havalandırmak için kullandığı çapanın zemine değerken çıkardığı sesi hatırlıyor muyuz?
Adına hayat dediğimiz, ardı ardına eklenmiş telaşlı günlerin büyük şehirlerde hiç dinmeyen yorgunluğundan çok başka, ondan çok ayrı bir hayatın ve zamanın varlığını, biz içine girsek de girmesek de sürüp gittiğini duyumsatan doğanın sesini veya sessizliğini en son ne zaman duyduk?
Süs ve püsle, haz ve hırsla, yerine koymadan harcamakla doldurduğumuz koca bir dünya ve “modern” hayatımızda çok farklı akan bir zaman var bugün. Yetişmemiz gereken onca iş, meşguliyetlerimiz, koşturmacamız, varmak istediğimiz yerler, amaçlarımız, fethedilecek hedeflerimiz...
Oysa, tiktakları nabzımıza kafa tutsun diye kolumuza taktığımız mekanik saatlerin, şaşmaz pilli saatlerin, işe geç kalmayalım diye bizi uyaran dijital saatlerin gösterdiğinden çok farklı, biz farkına varsak da varmasak da akıp giden başka bir zaman daha var. Biz o ‘geniş’ zamanın farkına, kimi zaman ayna karşısında saçımıza aklar düştüğünü gördüğümüzde, kimi zaman çocuğumuz yuvadan uçup gittiğinde, hayatımızın belli başlı dönemeçlerinde varırız. Farkına varırız da, o farkındalığı bir idrake dönüştürmez, o idrakin gerektirdiği olgunlukla davranmak yerine, belki beş dakikalık bir arınmadan sonra, yine yüreğimizi karartıp, günlük hırslarımızın peşine düşeriz.
Hiçbir zaman hükmedemeyeceğimiz, istediğimiz gibi eğip bükemeyeceğimiz genişlikte bir zaman yokmuş, her şey takvimlerimizin denetimi altındaymış gibi yaşamaya devam etmek için, yüzümüzde beliren kırışıklıkları, saçımıza düşen akları, bedenimizin bir yerlerinde biriken kiloları, cilt kremiyle, botoksla, saç boyasıyla, sporla, şu ya da bu ‘operasyonla’ geri çevirmeye çalışmakla içine düştüğümüz haller ne gülünç!
Kendimizi doğanın efendisi ve sahibi saydığımız için mi yok farz edebilir, durdurduğumuzu düşünürüz zamanı?
Zamanın doğal, gerçekten doğal, güneşle, ayla, mevsimlerle belirlenen akışına meydan okumak, geceyi gündüze çevirip hayatı 24 saatlik dilimlere ayırmak basit bir matematik işlemi midir sadece? Dönüp duran, sonsuz sayıda tekrardan, alışkanlıklardan, alışkanlıktan kaynaklanan bir rahatlıktan ibaret eski zamanı, durmadan ilerleyen, ilerlerken bir sürü şeyi ardında bırakan, ancak yeni zaferleri hedef göstererek var olabilen obur bir yeni zamanla ikame etmek, insan hayatında çok daha derin bir dönüşümü işaret etmiyor mu?
Ahmet Haşim, 1921’de kaleme aldığı, alaturka zaman ölçüsünün alafranga saatle değişmesinin geleneksel olanda açtığı o hazin yarayı deştiği meşhur ‘Müslüman Saati’ yazısında, Türkiye’de günlük hayatta Batılı saatin benimsenmesi ve Doğulu saatin gerilere düşüp camilere ve muvakkithanelere bırakılmış, işe yaramaz bir ‘eski saat’ durumuna gelmesinin, yaşama bakış biçimimizde vahim bir tesire sahip olduğunu söyler mealen.
Haşim’in de işaret ettiği gibi, zamanın muhayyilemizdeki anlamının kökten değişmesi sandığımızdan da çok etkiledi yaşayışımızı. Hayatı fethetmenin en önemli gailemiz haline gelmesi, bize, kazanılacak ve harcanacak paralardan başka konuşacak şey bırakmadı adeta. Eski vakitlere ait bir değer olan kanaatkârlık söz dağarcığımızdan silindi ve yaşamın özü tamah etmeye indirgendi.
İnsan evladının yarattığı medeniyetin gelip dayandığı yerde doğanın anbean tükenmesi, belki yarın yaşayacak bir dünya bulamayacak olmamız, bir yerlerde yanlış yaptığımızı göstermiyor mu hâlâ? Neden kendimizi bu yanlışla yüzleşmesi gerekenlerin, sorumlu olanların dışında tutuyoruz? Neden dünya giderek yok olurken bizler umursamazca havalara bakıp ıslık çalmaya devam ediyoruz?
Doğanın ve zamanın efendisi olmaktan vazgeçmek ve “uygun adım ileri doğru” yürüyüşümüzün yolundan kendi isteğimizle sapmamız gerek. Hem doğanın, hem de bizim kurtuluşumuz ancak böyle mümkün olacak.
Bunun hangi yol yordamla olacağını bilmiyoruz belki, ama dönüp dönüp kendimize sormamız gerek: Nasıl? Nasıl?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder