Şiddet ve ironi

Agos’un, 27 Temmuz tarihli sayısında seçim sonuçlarını değerlendirdiği manşete ‘Osmanlı tokadı’ ifadesini uygun görmesini eleştirmiş, bu deyişin içerdiği şiddetin Agos’un dili olmaması gerektiğini savunmuştum.

Geçen hafta, Agos’un genel yayın yönetmeni Etyen Mahçupyan, ‘Romantik solu severiz biz’ başlıklı yazısında Türkiye solunun genel bir eleştirisine giriştikten sonra, söz konusu manşetin, askeri muhtıra süreci ve seçim sonuçlarıyla ilgili bir ironiyi yansıttığını ve bizim bunu ayırt edemediğimizi söylüyordu.

Öncelikle, dil(lerimiz)deki şiddete dikkat çekmek için kaleme aldığım o yazının Agos’ta bir iç tartışmaya vesile olmasını, bu sayede dikkatlerin konuya çevrilmesini yararlı bulduğumu belirtmeliyim.

Söz konusu ‘Çuvaldız yazısı’nda söylenmek istenen oldukça basitti: Buna göre, o manşetteki ‘Osmanlı tokadı’ ifadesi, barındırdığı tarihsel ve anlamsal yükle, bugüne dek daima barışçı bir dil kullanmış olan Agos’un çizgisine aykırı bir tercihti. O yazıda, Agos’un seçim sürecindeki tavrını değil, ‘manşet’te kullanılan ‘dil’i konu edindiğimi, onu eleştirdiğimi de özellikle belirtmiştim.

Etyen Mahçupyan, seçim sonuçlarının, “şiddeti davet etmiş olanın” yani askeri darbe çağrısı/hazırlığı yapanların “tarih önündeki yenilgisinin içerdiği ironiyi” yansıttığını belirtiyor. Seçimi değerlendiren pek çok kişi tarafından paylaşılan bu saptamaya ben de katılıyorum. Ancak, bu ironinin gazetenin manşetine farklı biçimlerde yansımasının pekâlâ mümkün olduğunu düşünüyorum. 22 Temmuz sonrasında “Halkın muhtırası, halkın muhtıraya tepkisi/cevabı” gibi ifadelerde vücut bulan da bu düşünce değil miydi zaten?

Mahçupyan o haftaki ‘Şapparigce’de “Başkaları da anlayabilsin diye bir an çatışmanın diline dönersek, bu seçim otoriter rejim yanlılarına okkalı bir Osmanlı tokadıdır” derken, aslında Osmanlı tokadı ifadesinin çatışmanın dili olduğunu kabul ediyordu. Kanımca sorun, tam da Mahçupyan’ın yazısında bir eğretileme olarak kullandığı o ‘an’ın manşete taşınmasından ileri geliyor.

Görülüyor ki, Mahçupyan “Osmanlı tokadı” ifadesiyle, sözünü ettiği ironinin, bense her şeyden önce şiddetin manşete taşındığını düşünmeye devam ediyoruz. Bu durumda konu üzerinde söylenecek fazla şey kalmıyor.


İroni ve sol

Etyen Mahçupyan geçen haftaki yazısına Türkiye solunu ve Türkiyeli solcuları eleştirerek başlıyordu. Romantik, ayakları toplumsal gerçekliğe basmayan, dolayısıyla toplumsal dinamikleri kavrayamayan, toplumu ve bireyi “olması gerektiği gibi” düzleminde tahlil ettiği ölçüde modernistliğe ve liberalliğe meyleden, dolayısıyla da toplumla temas edemeyerek marjinalleşen bir sol.

Daha önce pek çok kez dile getirilen bu eleştirilerin haklılık payı büyük elbette. Ancak unutulmamalı ki, Türkiye’de bugüne dek çeşitli bedeller ödemiş olan sol hareketin bir kesimi, uğradığı yenilgilerin de etkisiyle, şiddetli bir öz-eleştiri süreci içinden geçerek, ağır aksak da olsa yeni mücadele yöntemleri ve yeni stratejilerle kendisini geliştirmeye çalışıyor; topluma salt sınıf penceresinden bakmanın getirdiği zaaflardan kurtulmak için çaba sarf ediyor.

Bugün feministler, eşcinseller, savaş karşıtları, alternatif küreselleşmeciler, çevreciler, insan hakları savunucuları, ırkçılık ve milliyetçilik karşıtları, temelde solun deneyimleri ve insan gücüyle, onunla dirsek teması kurarak serpilip çoğalmakta büyük ölçüde. Dolayısıyla, günümüz Türkiyesinde sol hareket(ler)i, Mahçupyan’ın yaptığı gibi, otoriter zihniyetli bir kanatla, liberal özlü ‘romantik’ kanat arasında sınırlamak manzarayı eksik görmek olacaktır.

Türkiye solundan söz ederken, bu hareketin 1920’lerden –Taşnakları ve Hınçakları göz önünde bulundurursak, 1890’lardan– bu yana devletin düşman ilan ettiği, şiddetle bastırmaya, yok etmeye, kitlelerle bağını koparmaya çalıştığı bir ideolojiler sepeti olduğunu göz ardı etmek pek adil bir tavır değil. Solun baskıya uğramış olması, içine düşülen hatalar için bir bahane değil elbette. Çünkü sol için bugünün mücadelesi, eski hatalarla yüzleşme ve yıkılmış köprüleri yeniden kurma mücadelesidir.

Belki de ironi, Türkiye’de demokratikleşme yönünde atılmış adımların önemli bir kısmının, Türkiyeli solcuların bin bir güçlüğe rağmen verdiği mücadeleler sonucunda elde edilmiş kazanımlar olduğunu görmemekte saklı.

17 Ağustos 2007

Atlantis uygarlığının harabelerinde

Çocukluk ve gençlik hayalinin nasıl elinden alındığını anlattığı o yazısında, Hrant Dink, “Davacıyım ey insanlık!” diyordu, “Bizi yarattığımız uygarlığımızdan attılar. (...) Artık bizim yarattığımız ‘Tuzla Yoksul Çocuk Kampı’mız, bizim ‘Atlantis Uygarlığı’mız şimdi bir harabe…”
Geçtiğimiz pazar... Yolu Tuzla’ya düşmüş bir grup İstanbullu, karşılaşacağımız manzarayı pekâlâ tahmin ettiğimiz halde Tuzla Çocuk Kampı’nı ziyaret etmek istiyoruz. Boğazımızda yumrular, dilimizde önce kampın, sonra Hrant Dink’in uğradığı büyük haksızlığa, adaletsizliğe isyan. 1986’da, Kınalıada’daki Karagözyan Çocuk Kampı’nda kalmakta olan 9 yaşında bir veletken, bir günlüğüne Tuzla kampını ziyaret etmiş, ‘Atlantis Uygarlığı’nın o günkü haline hayran kalmıştım. Bugünse melül ve mahzunum.

1962’de Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi tarafından yoksul çocukların barınacağı bir yaz kampı kurmak üzere satın alınan, ancak 80’li yıllarda, 1974’teki ayrımcı Yargıtay kararına* dayanılarak, “gayrimüslim vakıfların 1936’da verdiği mal beyannamesinde gösterilmediği için” üzerinde inşa edilen kamp binasıyla birlikte ilk sahibine teslim edilen Tuzla Çocuk Kampı, modern bir müsadere öyküsü anlatır.

Geçen hafta, Agos’tan Talin Suciyan’ın yeni Vakıflar Yasası’ndaki eksiklikleri bir bir dile getiren avukat Kezban Hatemi’yle yaptığı söyleşiyi okurken, aklıma Tuzla Çocuk Kampı düşmüştü. Pazar günü, bir tesadüf bizleri oraya götürdü. Kampın, Atlantis Uygarlığı’nın, sağdan soldan yükselen villaların yediği arazisini, yıkık dökük, harabeye dönmüş, sessiz binasını, bir insanlık ayıbı anıtı olan son halini görmek hiçbirimize iyi gelmedi.

* Bu karar, Türkiyeli azınlık toplumlarını ‘Türk olmayanlar’ olarak değerlendirir: “Türk olmayanların tüzel kişiliklerinin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. (...) bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde, devletin çeşitli tehlikelerle karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır.”

17 Ağustos 2007

90'lar, AİHM ve yeni Polis Kanunu

Türkiye’nin 1990’lı yıllarını en iyi, son Türk büyüklerinden Mehmet Ağar’ın “1000 operasyon yaptık” sözleri anlatır.

Tarih, yol kenarında elleri bağlı bir halde ölü bulunanların, etrafı yüzlerce güvenlik görevlisiyle çevrili hücre evlerinde ‘ölü ele geçirilenlerin’, Cumartesi Anneleri’nin izlerini silmek için uğraşıp dururken, devrin emniyet müdürü ve içişleri bakanı Mehmet Ağar, siyasi yenilgisinden dahi hayranlık devşirmeyi bilmiş, mağrur, vakur, makbul devlet adamlığı denizinde özgürce kulaç atıyor 2000’ler Türkiyesi’nde.

Yine de, arada hatların karıştığı olmuyor değil. 9 Kasım 2005’te, Şemdinli’de Umut Kitabevi’ni bombalayan kişinin sığındığı otomobil halk tarafından durdurulup içindekilerin asker olduğu ortaya çıkınca, kalabalığın sıkıştırdığı ‘görevli’lerden biri cep telefonuna sarılıp DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ı aramış, “Müdürüm, kurşun yağmuru altındayız. Bize sahip çıkın!” diye yardım dilemişti.

Geçenlerde Milliyet’te yer alan Gökçer Tahmincioğlu imzalı bir haber, adaletin eninde sonunda tecelli edeceğine inanan iyimserleri haklı çıkaracak cinstendi. Habere göre, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 1991’de Dev-Sol üyesi olduğu iddia edilen kişilere karşı düzenlenen, 10 kişinin yaşamını yitirdiği operasyon nedeniyle Türkiye’yi 177 bin Euro ödemeye mahkûm etti. Türkiye yargısının davacı ailelerin şikâyetlerini ısrarla kulak arkası ettiği mahkeme sürecinin ardından davanın taşındığı AİHM, kararın gerekçesinde, soruşturma sürecindeki hataları bir bir gözler önüne serdi.

Karar metninin çektiği fotoğraf yabancımız değil:

– Olay yeri fotoğrafları ve keşif yok; polis ifadeleri yok; silahların balistik incelemesi yok; ölenlerin balistik inceleme açısından önem taşıyan kıyafetleri yok; zanlıları kurşun yağmuruna tutmak yerine göz yaşartıcı bomba kullanımı yok; zanlıların polislere attığı söylenen bombalara dair iz yok; iddiaların aksine çatışma izi yok.

– Bir dairede, tümü aşağıya doğru 9 kurşun izi var; ölenlerden İbrahim Erdoğan’da 9 ölümcül kurşun yarası var; ölenlerden Yücel Şimşek’in vücudunda, polislerin patlayıcı kullanmadıkları yönündeki beyanlarına rağmen şarapnel parçaları var; ölenlerden Cavit Özkaya’nın sırtında 5 kurşun var; dönemin İstanbul emniyet müdürü Mehmet Ağar’ın operasyondan sonra görevlileri tek tek tebrik etmesi var...

Bu vahşet fotoğrafı karşısında içi sızlamayan var mı? Terörist ya da değil, bir zanlının sorgulanmadan, yargılanmadan katledilmesi, yaralanıp yere düşenlerin sırtlarından vurulması hangi insanlığa sığar, hangi kitapta yazar?

Türkiye bu karabasanlardan kurtulmuş değil. Sorumlular yargı önüne çıkıp cezalandırılmadığı sürece kurtulması mümkün de değil. Yöntem farklı olsa da, en yakın örneğini 19 Ocak’ta yaşadık. “Ağır abiler” pis işlerini o gün 17 yaşındaki sabilere gördürmediler mi?

Daimi bir paranoya halinin zincirlerinden kurtulamayan güvenlik algısı, seçimlerden hemen önce ‘Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’u Meclis’te kabul ettirdi. Yurttaşlara AB reform paketleri sayesinde tanınmış hakların pek çoğu, AİH Sözleşmesi’nin, kişi özgürlüğünün, kişinin beden ve ruhsal bütünlüğünün korunmasına dair maddelerinin ruhuna aykırı bu kanunla geri alınmış oldu. Karabasan devam ediyor.

10 Ağustos 2007

Otuz yaş, yolun neresi eder?

Otuzuna basmış koca bir adam olmanın en kötü yanı, hayatın sizi artık sorumluluktan kaçamayacağınız kadar köşeye kıstırmış olması mıdır acaba?
Yoksa, gözleriniz bir umutla, artık imkânsız zamanlara, geçmişe takılıp kalırken, ruhsal ve fiziksel varlığınızın, kalabalık önünde konuşurken nereye koyacağınızı bir türlü bulamadığınız eller misali, inkâr edilemeyecek bir ağırlık –kelimenin her anlamıyla– kazanması mıdır?

Yaptığınız hataların, artık iyi kalpli büyükleriniz tarafından “cahil, daha dünkü çocuk,” nidaları ve hoş görür bir tebessümle karşılanmadığını dehşet içinde fark etmeniz midir?

Sizden 10, 20, 30 yaş büyüklerin, “Ah, ben senin yaşında olacaktım ki!” hayıflanmalarından, artık aynı cümleyi sizden 5, 10, 15 yaş küçüklere söylemekte olduğunuz için, tat alamamak mıdır?

Belki de, en kötüsü, kendinizi daha birkaç yıl önce uzak bir hayal gibi görünen otuz yaşın kucağında buluverdiğiniz halde, olmayı umduğunuz, yaptığı yapılır, dediği dinlenir, ne eylese doğru eyler beyefendi ya da hanımefendiden fersah fersah uzakta olduğunuzu görmeniz; bir zamanlar kurtulacağınızı sandığınız bütün o sakarlıklarınızın, beceriksizliklerinizin, bilumum kompleks ve defolarınızın, inatçı alacaklılar misali peşiniz sıra gelmekte olduğunu bilip telaşlanmanız mıdır?

Yoksa, otuzuna basmış koca bir adam ya da kadın olmanın en kötü yanı, “Yaşlanmak olabilirliğin azalmasıdır” diyen Paul Valéry’ye bir yandan kızıp bir yandan hak vermek midir?

Bütün bunlar bir yana, acaba otuz yaş, kaderi kandırmak için kötülük muskaları yazıp, her şeye rağmen iyilik bulmayı denemeye çalışmak mıdır?

10 Ağustos 2007

Pirosmani: Avangard naif


Gürcistan’ın, Kafkasya’nın taşra ve kent hayatını yansıtan resimleri ve kendine özgü tarzıyla 20. yüzyılın naif ve primitif sanatçılarını önemli ölçüde etkileyen Niko Pirosmani’nin eserlerinden bir seçki bugünlerde Pera Müzesi’nde sergileniyor.
1862’de, bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak Kahetia’da dünyaya gelen Niko Pirosmanaşvili, babasını küçük yaşta kaybetmesinin ardından Tiflis’te hizmetkâr olarak çalışarak dünyayı tanıdı; hiç düzenli eğitim almadan, yaşadığı dönemin sınırlarını aşan resimler yaptı. Fakirlik içinde yaşadı, resimlerini çoğu zaman Tiflis dukhanlarının (meyhane) müşterileri için, bir tabak yemek veya bir kadeh içki karşılığında yaptı. 1918’de kimsesiz olarak öldü. Mezarının yeri hâlâ bilinmiyor.Gürcistan toplumunun geçen yüzyıl başında yaşadığı rönesansı biçimlendiren koşullar altında yaşayan Pirosmani’nin resimlerinde sıradan insanlar, küçük tüccarlar, şık hanımlar, gündelik taşra ve kent yaşamı, Kafkasya doğası vardır. Pirosmani, kendi ürettiği boyalarla, alamet-i farikası olan siyah muşamba üzerine çizdiği resimlerinde dünyayı lirik bir duyarlıkla resmeder. Dıştan bakıldığında rahat, huzurlu insanları resmettiği portreleri, derinlerde dramatik duygulardan beslenir.Pera Müzesi’ndeki sergi, Türkiyeli sanatseverlerin, kadri ölümünden sonra bilinmiş bu avangard ressamla tanışması için iyi bir fırsat. Darısı, hemşerisi, Ermeni asıllı kolaj sanatçısı ve yönetmen Sergey Paradjanov’un başına.
10 Ağustos 2007

Çuvaldız yazısı

Sağ yanağınıza bir tokat atana, öbür yanağınızı da çevirin. (Matta 5:39)

Agos, geçtiğimiz hafta, seçim sonuçlarını manşete taşıdığı habere “Osmanlı tokadı” başlığını uygun görmüştü. Üst başlıkta ise “Seçim niyetine” yazıyordu. “Seçim niyetine Osmanlı tokadı…”

Etyen Mahçupyan’ın o günkü yazısının da başlığı olan ve belli ki çarpıcı olduğu için tercih edilen “Osmanlı tokadı” ifadesi, herhalde bir durum tespitini, ama ondan da çok, sevinçli bir heyecan halini ifade ediyordu.

CHP’nin ve onun temsil ettiği milliyetçi, devletçi, militarist değerlerin seçimlerden başarısızlıkla ayrılmasından büyük bir memnuniyet duymakla birlikte, Agos’un söz konusu başlığını ve bu başlığın ifade ettiği tutumu doğru bulmuyorum.

Agos ona katkı sunanların ve okurlarının gazetesi olduğu, aynı zamanda hümanist, barışçı, enternasyonalist değerlerin Türkiye’deki en önemli simgelerinden biri haline geldiği için, yeri geldiğinde çuvaldızı Agos’a, yani kendimize batırmakta yarar var.

Gelin, bir an için seçimin hemen ertesine kısa bir yolculuk yapıp, 23 Temmuz günü bazı gazetelerin hangi başlıklarla çıktığını anımsayalım:

Birgün: “E-muhtıranın iflası”; Cumhuriyet: “4 gruplu meclis”; Evrensel: “Muhtıra AKP’ye yaradı”; Hürriyet: “İkinci Tayyip dönemi”; Milliyet: “AKP’nin rekoru”; Radikal: “Bu da halkın muhtırası”; Sabah: “Halk bildirisi”; Star: “Demokrasinin zaferi”; Yeni Şafak: “Yola devam”; Zaman: “Son sözü millet söyledi”

Görüldüğü gibi, o gün hiçbir gazete, seçim sonuçları ve AKP’nin zaferi hakkında Agos’unki gibi şiddet çağrıştıran bir manşeti tercih etmedi.

Seçim sonuçlarını halkın askeri muhtıraya tepkisi, bir tür halk muhtırası olarak değerlendirenler oldu. AKP’nin aldığı oy göz önünde bulundurulduğunda haklı gibi görünen bu yorum, bir bilimsel araştırmaya dayanmıyordu. Nitekim, seçim sonuçlarını büyük bir başarıyla tahmin eden Tarhan Erdem’in yaptığı açıklamalar, AKP’nin oylarının, muhtıradan önceki aylarda dahi %40’ın üzerinde seyrettiğini ortaya koydu. Bu durum, Agos’un manşetinin ima ettiği seçmen tavrından başka bir gerçekliğe tekabül ediyor, AKP’ye oy veren pek çok insanın aslında “muhtıraya karşı demokrasiyi savunmak” pozisyonunda olmadığını gösteriyordu.

Yanlış anlaşılmaması için tekrar etmekte yarar var. Burada sözü edilen, Agos’un manşetinin veya seçim sürecindeki tavrının tarafgir olup olmadığı değil. O eleştiri, bu yazının sınırlarını aşan daha derinlemesine bir analize ihtiyaç duyuyor. Burada asıl itiraz, kullanılan ‘dil’e. Sorun, türlü baskıların hedefinde olduğu halde her fırsatta şiddetin dilini reddedip kendi dilinde konuşmayı bilmiş Agos’un, miting kürsüsünden yağlı urgan fırlatanların söz dağarına meyletmesinde.

Sürekli maruz kaldığımız, bir tornadan çıkmış cümlelere karşı söylenecek başka cümlelerimiz, bir ağızdan söylenen öfke dolu marşlara karşı her biri başka bir hikâye anlatan bin bir şarkımız var. Onlardan vazgeçmeyelim.

Etyen Mahçupyan geçen haftaki yazısının sonunda, Ermenilerin öfkelerinin bir kısmını “Osmanlı tokadı”nın bir parçası olarak çıkardığı yazıyordu. Tokatçı Osmanlılıktan, tokatçı Ermenilikten, tokatçı Türklükten imtina ve hatta istifa etmenin vaktidir.

İncil’de, yazının başında alıntılanan o meşhur cümleden önce, “Kötüye karşı direnmeyin” diye yazar. Biz, tokat atana öbür yanağımızı çevirerek direnelim.

3 Ağustos 2007

'Tur'un sonu mu?

Tour de France’da, yani Fransa Bisiklet Turu’nda son yıllarda yaşanan doping olayları, endüstriyelleşen sporun nasıl hızla batağa saplandığının en somut örneklerinden biri oldu.
İlk kez 1903’te düzenlenen bu tarihi yarış, dünyanın dört bir yanından milyonlarca meraklının ilgisini çekiyor. Bisikletçilerin yaklaşık 3500 km. yol kat ederek neredeyse insanüstü bir çaba gösterdiği yarış, hem bu çabaya hem de Fransa taşrasının müthiş manzaralarına duyulan hayranlıkla beslenen bir sevgi halesine sahip. Ancak Tour de France, kazanmayı yarışmaktan öne koyan yeni profesyonel ahlaka ve kanın oksijen taşıma kapasitesini büyüterek performans artıran EPO maddesine yenik düşüyor artık.

Fransa Bisiklet Turu’nun son dönemi adeta bir dopingçi şampiyonlar geçidi. 1996’da Bjarne Riis’le başlayan seri, Jan Ullrich ve Ivan Basso’yla, Marco Pantani’yle devam etti. Turu tam yedi kez kazanarak bir efsaneye dönüşen Lance Armstrong’un 1999’da doping yaptığı halde organizatörler tarafından korunduğu iddiaları büyük tartışmalar yarattı. Geçen yıl yarışı kazanan Floyd Landis’in de testosteron oranı normal ölçülerden çok daha fazlaydı.

Bu yılki tur da hararetli karşı kampanyaya rağmen dopingin gölgesinden kurtulamadı. Önce, yarışın favorisi Aleksandr Vinokurov’un dopingli olduğu tespit edildi. Ardından Cristian Moreni’de yasaklı testosteron maddesi bulundu. Son olarak da teste girmeyi reddeden Michael Rasmussen diskalifiye edildi.

Tour de France’ın adı, ne yazık ki artık dopingsiz anılmıyor. Bütün bu karmaşa arasında, olan, oyunu kuralına göre oynayan dürüst sporculara ve sevimli Les Triplettes de Belleville (2003) animasyon filmindeki gibi çocukluğundan bu yana hayranlıkla bisikletçileri seyredenlere oluyor.
3 Ağustos 2007

Üskül ve siyaset

Profesör Zafer Üskül’ün anayasa hakkındaki görüşlerini açıklamasının ardından kopan fırtına bu ülkedeki siyasetin düzeyi hakkında açık bir fikir veriyor.
Üskül’ün her vesileyle savunduğu ‘demokratik anayasa’ ilkesi doğrultusunda, anayasanın ideolojilere eşit mesafede durması, Kemalizmin izlerini taşımaması yönündeki görüşleri, CHP’den Atatürkçü Düşünce Derneği’ne, DİSK’ten sağ cenaha, geniş bir kesimin tepkisini çekti. Üskül’ü yeni bir anayasa hazırlaması için partiye davet eden AKP de Mersin milletvekilinin sözlerinin arkasında durmadı.

Onun ifade ettiği görüşlere yakın bir çizgiyi savunanlar dahi açıklamanın zamanlamasının yanlışlığı üzerinde durdular. Böylece öğrendik ki, 25 yıldır her türlü demokratik gelişmeyi engelleyen, defalarca değiştirildiği halde faşizan ruhu nedeniyle artık yama tutmayan, kimsenin memnun olmadığı darbe anayasası hakkında konuşmak için uygun zaman değilmiş!

Üskül’e “Siyaset üniversiteye benzemez” diye akıl verenler, aslında ona siyasi bezirgânlık dersi vermeye kalkıyor. İlkelerini birer şapka gibi kapıda bırakıp girdikleri her ortamın meşrebince konuşmayı marifet bilenlerin, Üskül’ün inandıklarını çekinmeden savunan sorumlu duruşunun yaratacağı tehlikenin farkında olmaları çok doğal.
3 Ağustos 2007