Agos, 21 Mart 2008
Bülent Ersoy’un televizyondan “Ölüm değil, çözüm!” diye haykırıp savaş çığırtkanlığının kararttığı yüreklere su serptiği günlerde, anneler ve askerdeki/dağdaki çocukları hakkında düşünüyordum.
Türkiye’nin son yirmi beş yılına damga vuran savaşta ölen asker ve gerillaların neden önce anneleri geliyordu akıllara? Neden en çok annelerin yüreği yanıyordu? Neden annenin yüreği bir ömür soğumuyordu da, babaların, kardeşlerin acısı bu kadar göz önünde değildi? Neden anneler, yıllar sonra bile, kaybettikleri çocuklarından söz ederken gözyaşlarını tutamıyordu?
Bu soruların, her biri belli bir gerçeğe işaret eden onlarca yanıtı var elbette.
Bunların en başında patriyarkinin yanıtları durur: Kadını irrasyonelliğe yakın duran, ruhen zayıf bir varlık olarak gören, bu yüzden onun ağlayıp haykırmasını ‘normal’ bir tavır olarak kabullenen, buna karşın erkeğin rasyonellik temsilcisi olarak, hep daha vakur durması gerektiğini vaaz eden, kadını da erkeği de ataerkilliğin toplumsal rol zincirleriyle bağlayan bir gerekçeler silsilesi…
Beri yandan, anneyle, dokuz ay karnında taşıdığı çocuğu arasındaki bağın, kaçınılmaz olarak çevredeki ‘diğer’ kişilerden daha güçlü olacağı da, olası yanıtlardan biridir.
Sırrına tam olarak vâkıf olamadığım bu bağı düşündüğümde, gözümün önüne kendi hayatımdan bir fotoğraf karesi geliyor.
Yüzü aşkın asker. Üzerlerinde kamuflajları, bir güruh halinde, azgın bir tempoda koşuyorlar. Az önce silah ve bayrak üzerine yemin edip acemilik eğitimini tamamlamış, komutanlarının “Serbestsiniz!” dediği anda her şeyi unutup, birkaç yüz metre uzaktaki derme çatma tribünlerden kendilerini seyreden ailelerine koşmaya başlamışlar. En çok da annelerine…
Hayatımın en mutsuz, en umutsuz günlerini askerdeyken yaşadım. İlk günlerde kahraman edasında tüfekli pozlar veren arkadaşlarımız dahi, birkaç hafta geçtikten sonra oradan nasıl kurtulabileceklerinin yollarını aramaya başlamıştı. Sekiz ayı, her sabah aynı yürek sızısıyla uyanarak doldurdum. Bu sürede öğrendiğim tek şey, dışarıda hayatın ne kadar güzel olduğuydu. Bugün, büyüklerin “Askere gidince olgunlaşır” sözünün ardında, oradaki hayatın insanın içindeki sevinçleri köreltmek üzere kurulduğu bilgisinin olduğunu düşünüyorum.
Askerde, ergenlik yaşlarımdan o güne annemle ilişkimde kaybettiğim ne varsa hepsini yeniden buldum. Beni ne kadar çok özlediğini biliyordum, ben de onu çok özlüyordum. Birkaç defa, gururumu yenip, ne kadar endişe duyacağını bildiğim halde telefonda ona ağladım. Yıllar sonra ilk kez, gözyaşlarıma tanık olması beni rahatsız etmiyordu. Yeniden onun oğluydum, o da benim annem… Askerden döndükten sonra, gündelik hayatın hayhuyu içinde yine hayırsızlık edip onu fazla arayıp sormasam da, yeniden keşfedilen bu bağın ışığı hiç kaybolmadı.
Bu kişisel hikâye ne kadar genelleştirilebilir, bilmiyorum. Ama savaşta çocuklarını yitiren annelerin acısının hiç dinmemesinin benim yaşadıklarımla dolaylı da olsa bir ilişkisi olduğunu seziyorum.
Anne, çocukluktan ergenliğe geçerken bir daha belki hiç eskisi gibi yakın olamayacağını hissettiği, “kaybettiği” oğlunun, o en zayıf olduğu zamanda, askeriyenin dikenli tellerinin ardında, tıpkı eskiden olduğu gibi kendisine muhtaç olduğunu keşfediyor. Bu ona anneliğini geri veriyor. Kaybettiği kuzusunu askerde ıstırap çekerken buluyor. Askerde oğlu ölen anne ise, kaybettikten sonra bulduğu kuzusunu, bu kez sonsuza dek yitiriyor. Bu, onun sonsuz acısını biraz daha dayanılmaz kılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder