-yan’lı soyadı memnudur!

Agos, 20 Kasım 2008

Baba tarafından ailem, 1915’ten sonra Sivas’ta kalabilen Ermenilerdendi.

Babaannem de, dedem de Ermenice bilmezdi. Anadilleri, k’leri g’ye, i’leri e’ye, u’ları o’ya çevirerek konuştukları Orta Anadolu Türkçesiydi. “Gittim” değil “gettim”, “usandım” değil “osandım”, “anlamıyorsun” değil “ağnamayon” derlerdi.

1923’ten sonra Sivas’ta Ermeni okulu bırakılmadığından, babam devlet okuluna gitti; o da Ermenice öğrenemedi. Ama ana-babasınınkinden farklı, ‘kibar’ bir Türkçe konuşmaya zorladı kendini. 12 yaşındayken, kafasının tası atıp bir gün trene atlayarak İstanbul’a kaçtığında o kibar Türkçeyi diline oturtabilmiş miydi, yoksa bunu İstanbul’da mı becerdi, bilmiyorum.

Bütün aileler gibi, Sivas’ta ailemin bir ismi vardı. ‘Şirvanyan’ diye anılıyorlardı. Kilise ve nüfus kayıtlarına bu adla geçmişlerdi. Bundan yüz yıl önce, Sivas’ın kıyısındaki Tavra köyünde, bu aile adlarının günlük hayatta pek sık kullanıldığını sanmıyorum. Ancak nihayetinde, taşımaktan gurur duydukları, nesilden nesle aktardıkları bir aile adları vardı. Onlar ‘Şirvanyanlar’dı; özenle hazırlattıklarını söyledikleri mezar taşlarının yalancısıyım.

Onlardan üç-dört nesil sonra ben, bu Şirvanyan adının ne anlama geldiğini, Van’da veya Siirt’te ‘Şirvan’ diye anılan yerleşim yerleriyle ilgisi olup olmadığını, yoksa daha uzak bir memleketin adından mı geldiğini bilmiyorum.

Soyadı Kanunu, bundan 74 yıl önce, bir haziran günü kabul edildi. Mustafa Kemal’e ‘Atatürk’ soyadı, aynı yılın 24 Kasım’ında verildi. Bu adı ondan başka kimse kullanamayacaktı.

Dedem o günlerde nüfus dairesine gittiğinde, memurlar onun aile adını taşımasına izin vermediler. ‘Şirvanyan’ gibi isimlerin memnu, yani yasak olduğunu söylediler. Bunu kanunun hangi maddesine dayanarak yaptıklarını dedem bilmiyordu. Böyle şeylerde kanun, hak ve hukuk aramanın bir yarar sağlamayacağını iyi bilecek kadar yaşamıştı.

Aileme ‘Koptaş’ soyadı uygun görüldü.

Çevreme baktığımda, bu uygulamanın bize özel olmadığını, özellikle Anadolu kökenli Ermeni ailelerin çoğunun soyadlarının –yan’la bitmediğini görüyorum.

Annemin ailesi de Sivas’ta yaşıyordu ve ‘Donikyan’ olan adları ‘Donikoğlu’na çevrilmişti. Onlar gibi pek çok Amasyalı, Yozgatlı, Malatyalı Ermeni de, tıpkı dedemler gibi, nüfus müdürlüğüne gittiklerinde “Memnudur!” diyen memurlarla karşılaşmışlardı.

1934’te Meclis’te kabul edilişinden tam yetmiş dört yıl sonra, bir vesileyle Soyadı Kanunu’nun metnini okudum. Kanunun 3. maddesi şöyle diyordu:

“Rütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleriyle umumi edeplere uygun olmıyan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz.”

İyi bir insan olduğuna, tıpkı dedem ve birçok Anadolu insanı gibi çocuklarına iyi bir isim miras bırakmaktan başka gayesi olmadığına kuşku duymadığım Sivas’taki o nüfus memuru, ‘Şirvanyan’ı rütbe ve memuriyet ismi mi saymıştı acaba? Aşiret ve yabancı ırk ve millet ismi mi? Yoksa, umumi edeplere uygun olmadığını, iğrenç veya gülünç olduğunu mu düşünmüştü?

Dedem bu sorunun yanıtını merak etmemişti. Çünkü zaten biliyordu.

Ben de öyle.

Iwtiwdjian ve diğerleri

Agos, 28 Kasım 2008

1915’te canlarını kurtaran ama yerlerinden yurtlarından edilip dünyanın dört bir yanına savrulan Ermenilerin aile adları, onların Anadolu topraklarıyla, yaşadıkları kent veya köyle, orada bir lokma ve bir hırka için uğraştıkları mesleklerle kurdukları bağların birer simgesidir.

Amerika’da, Fransa’da, Suriye’de, Ermenistan’dadırlar, ama soyadları Türkiyelidir, Anadoluludur.

Misal, Kebabciyan’dır…

Demirciyan, Kalpakciyan, Karaoğlanyan, Manavyan, Niksarlıyan, Maraşlıyan, Kütahyalıyan, Bursalıyan’dır.

*

Diasporada, ikinci ve üçüncü nesilden sonra isimler genellikle Batılılaşır; ancak soyadları –yaşanan ülkeye göre yazımları farklılaşsa da– bir aile yadigârı gibi baki kalır.

Bir yerlerde karşınıza bir Michael Aladjadjian (Alacacıyan), bir Margareth Djewahirdjian (Cevahirciyan), bir Claris Boinoueghrian (Boynueğriyan), bir Joseph Iwtiwdjian (Ütüciyan), bir Harry Bastermadjian (Pastırmacıyan) çıkması işten değildir.

O isimler, o aile adları, birer memleket ve ana-ata mirası olarak, o talihsiz nesillerin hiç silinmeyecek gölgeleri misali, ömür boyu omuzlarda taşınır gider.

Şahin Obama

Agos, 28 Kasım 2008

Sekiz yıllık Bush karabasanının ardından Barack Obama’nın seçilmesi, dünyanın dört bir yanında ciddi bir iyimserlik havası yarattı. ABD’nin yeni başkanı, barışçı mesajları, ılımlı ve aklıselim tavırları nedeniyle güvercin olarak nitelendiriliyor.

Türkiye’de ise tedirgin bir bekleyiş var. Obama’nın başkan adayı seçildiği günden bu yana tansiyonları giderek yükselten bir soru, gün geçmiyor ki gazetelerde, televizyonlarda konu edilmesin.

Obama, 24 Nisan haftası, 1915’te yaşanan Büyük Felaket’in kayıplarını anarken “Soykırım” diyecek mi, demeyecek mi?

Obama’dan ‘güvercin’ diye söz edildiğini söyledik. Ancak, zamanın neyi göstereceği belli değil. Hayat bu, bir bakmışsınız, çiçeği burnunda Başkan, 24 Nisan haftası, Türkiye’de birdenbire tenzili rütbeye uğramış, güvercinlikten şahinliğe düşmüş; gazeteleri “Şahin Obama!” manşetleri süslemiş.

Böyle olmaması için, diplomatik yollardan her türlü uyarı, üstü kapalı tehdit mesajı gönderiliyor Washington’a. İşinsanları, Obama eğer malum kelimeyi kullanırsa ilişkilerin nasıl sarsılacağını anlatıyor; basın, böylesine ‘aymazca’ bir hareketin yeni filizlenmeye başlayan Türkiye-Ermenistan ilişkilerine nasıl darbe vuracağını anlatmak için dil döküyor.

İnsan bu seslere biraz kulak abartınca, son aylarda Türkiye’yle Ermenistan arasındaki bütün yakınlaşma adımlarının sırf Obama o kelimeyi ağzına almasın diye atıldığı şüphesine kapılıyor.

Mesela Can Dündar, “Obama, Nisan’da ‘Ermeni soykırımı’nı tanıyabilir. Bunu da, lobi çalışmalarından çok, Ankara ile Erivan arasında süren diyalog engelleyebilir” diyor. (Milliyet, 25 Kasım)

Bu ve benzeri ifadelerden ne anlamalıyız?

Acaba, sözü edilen diyalog, iki ülke arasında gerçek bir barışın tesis edilmesi için değil, Obama’nın ‘Soykırım’ demesini engellemek için mi kuruluyor?

Çalışanları dinleyelim

Agos, 21 Kasım 2008

Memleketin başka meseleleri de var.


Hele şu kriz günlerinde, ülkenin dört bir yanında, çalışanlar bin bir sorunla uğraşıyor. Hakları gasp ediliyor, iki kuruşluk maaşlarında kesintiye gidiliyor, işsiz kalıyorlar, veya işsiz kalmamak için her türlü baskıyı sineye çekiyorlar.


Seslerini duyuramıyorlar. Çünkü büyük çoğunluğu örgütlü değil. Çünkü bir araya gelip hak aramanın engellendiği ve üstelik uzun zamandır da hor görüldüğü bir iklimde yaşıyoruz. Dayanışma, diğerkâmlık, mücadele sözcüklerinin gündelik hayat sözlüklerinden silindiği çok oldu. Bütün bunlar, toplumun kıyısında eski usüllerle siyaset yapmaya çalışan bir grup dışlanmışın dili olarak yaftalanıp lanetlendi.


Âlemin görüp göreceği en delikanlı başbakanın eşi ve çocuklarıyla davet edildiği bir akşam yemeği çarşaf çarşaf haber olurken, yüzlerce, binlerce, on binlerce insanın uğradığı haksızlıklar, yaşadığı sıkıntıl
ar sessizlik denizinde boğulmaya bırakılır oldu.

Bu hafta, çalışma hayatında hüküm süren eski ve yeni sömürü yöntemlerinin örneği olabilecek üç farklı olaya bakalım.

Sanayi devriminin karanlık işçi kentlerinde ömür tüketen mavi yakalıların bugünkü mirasçılarını ve günümüzün kariyer timsali beyaz yakalı çalışanları dinleyelim.


Sırasıyla, kot taşlama atölyelerinde ömür tüketenlere, Desa deri fabrikası işçilerine ve son olarak da ‘call center’ (çağrı merkezi) çalışanlarına, onların mücadelelerine kulak v
erelim.


Kotlar ağarır hayatlar kararır


Kot taşlama, kotların beyazlatılması, eskitilmiş görünüm verilmesi için, kumun kuru hava kompresörleriyle kotların yüzeyine tutularak aşındırılması işlemine verilen ad.

Son yıllarda, kot taşlama işinde çalışanların yakal
andığı ölümcül silikozis hastalığı pek çok insanın hayatına kastediyor.

Silikozis genellikle madencilerde, 20-30 yıllık çalışmadan sonra ortaya çıkan bir akciğer hastalığı. Oysa Türkiye’deki kot taşlama işçileri çok yoğun toza maruz kaldıklarından, hastalık sadece bir-iki yıl içinde ortaya çıkıyor ve hızla ilerliyor. Zaten
kot taşlamacılığına bağlı silikozis hastalığı dünyada ilk kez Türkiye’de görüldü (2005’te).

Pek çok tekstil işçisi gibi kot taşlamacılar da uygun olmayan koşullarda, günde ortalama 12-13 saat çalışıyorlar. Gerekli önlemlerin alınmaması, gittikçe daha fazla işçinin hastalanmasına neden oluyor.


Silikozis hastalığına yakalanan Abdülhalim Demir, Express dergisinin ekim sayısında şunları söylüyordu:

“2005’te askere gittim. Askerde koşamadım. Doktora gittim, ‘hiçbir şeyin yok’ dediler. Hastalığı doktorlar da bilmiyordu. Röntgenimi çekip ‘bir şey yok’ dediler. Aynı röntgeni Zeki Hoca’ya (Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi üyesi Zeki Kılıçarslan) gösteriyorum, hastalığı teşhis ediyor. Erhan diye bir arkadaşımız vardı askerde, ‘çürük’ diye babasına teslim ettiler. Babası üç beş hastane gezdirdi. Çocuğa verem tedavisi uygulandı, öldü.”


Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi ölümlerin önüne
geçilebilmesi için, sağlıklı teknolojiler uygulanana kadar taşlama işleminin yasaklanmasını talep ediyor. (www.kotiscileri.org)


Fabrika kapısında


Bu yılın biber gazlı, panzerli, coplu 1 Mayıs ‘kutlamaları’ hakkında yazarken, sendikalı işçilerin maruz kaldığı muamaleye örnek olarak, Desa deri fabrikasında olan bitenleri hatırlamıştık:


“Deri İş Sendikası üç ay önce Desa’da örgütlenme faaliyetine başladı. Yaklaşık yüz işçi sendikaya üye olunca, Desa 37 sendikalı işçiyi gerekçe göstermeden işten attı. İşçiler ve onlara destek olmaya çalışan sendikacılar, bu hukuksuz uygulamanın so
n bulması için işyerinin önünde eylem yapmaya başladılar.”

Aradan altı ay geçti. 1 Mayıs’ı da, başka bir sürü şeyi de unutulmuşluk dehlizlerinde çoktan öğüttük. Desa’daki haksızlık ise hâlâ sürüyor.


Temmuz ayında işten çıkarılan, dört çocuk annesi ve sekiz yıllık Desa çalışanı Emine Arslan o günden beri fabrika önünde eylemde. Ailesine zarar verileceğine dair gözdağlarına karşın mücadelesini sürdürüyor ve şunları söylüyor:


“İnsanca yaşamak, iyi bir ücret almak, mesai saatlerimizin düzenlenmesi için sendikaya üye oldum. Asgari ücrete çalışıyoruz burada, aralıksız 48 saate varan sürede çalıştığımız oluyor. Beş kuruş para vermeden beni işten atan patron iki gün bekleyişimi sürdürünce yanına çağırdı. Anlaşmaya çalıştı, bana para teklifinde bulundu. Ben de sendikamı ve arkadaşlarımı satmayacağımı, talebimin işe geri alınmak olduğunu söyledim.”


İşçilere bugüne dek Desa Direnişiyle Dayanışma Kadın Platformu ve uluslararası Clean Clothes Campaign (Temiz Giysiler Kampanyası) destek oldular.


Desa’dan atılan işçiler, işe geri alınmayı ve örgütlenme haklarının tanınmasını i
stiyor (http://desa.1mayis.info).


Gerçeğe çağrı merkezi


Hizmetini satın aldığınız firmanın çağrı merkeziyle telefonda görüşüyorsunuz. Dakikalarca beklemişsiniz. Bir sürü sorun çıkıyor, işiniz bir türlü hallolmuyor. Öfkeleniyorsunuz. Durun, bağırıp çağırmaya başlamadan önce bir saniye düşünün…


Karşınızdaki, işinizi yokuşa süren firmanın kendisi değil, sizin benim gibi bir insan. Görevi size iyilikle yaklaşıp sorununuzu çözmek olan, sizden önce belki onlarca kişiyle aynı görüşmeyi yapmış, etten kemikten, sinirden mürekkep bir emekçi.


Çağrı merkezlerinde çalışanlar birer hayalet gibiler. Telefonda konuşurken onları görmüyoruz; bizim için birer sesten ibaretler, şirketin sesinden.


Onlar sürekli patron ve şef baskısı altında, bir sigara veya çay molasından bile mahrum yapıyorlar işlerini. İşverenleri, az kişiye çok iş gördürmek için, çalışanları art arda onlarca kişiyle görüşme yapmaya zorluyor. Başları, boğazları sürekli ağrıyor, sesleri kısılıyor. Bu mesleği birkaç yıl sürdürmeyi başaranların çoğu ruhsal sorunlarla boğuşuyor. Büyük firmalar riski üstlenmemek için işi taşeronlara devretmiş durumda; taşeronlarda ise hiçbir iş güvencesi yok.

Çağrı merkezi çalışanları sorunlarını duyurmak için harekete geçtiler. Yoğun bir gözetim altında olmaları nedeniyle, örgütlenme mecrası olarak interneti seçtiler. Kimliklerini gizleyerek de olsa birbirlerini duymaya, ortak dertlerine derman bulmaya çalışıyorlar.


“Evet biz emekçileriz! Emekçinin, elinde İngiliz anahtarıyla devasa makineleri kontrol eden mavi tulumlulardan ibaret olmadığını bilen, hizmet sektörü emekçileri olarak diğer emekçilerle ortak çıkarları olduğunu fark etmiş bir topluluğuz” diyen çağrı merkezi çalışanları www.gercegecagrimerkezi.org adresinde bir araya geliyor.

Acı olan itiraf değil, trajedinin alkışlanması

Evrensel, 16 Kasım 2008

Geçen hafta, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün Brüksel'deki demecinin ardından, Evrensel'den Elif Görgü, konuyla ilgili görüşlerimi sordu. Kendisine verdiğim kısa yazılı cevap 12 Kasım tarihli Evrensel'de, Ayhan Aktar, Mihail Vasiliadis ve Sırrı Sakık'ın görüşleriyle birlikte yayımlandı (
bkz. "Bu zihniyet Türkiye'yi Fakirleştirdi") (Bu yazı, iki gün sonra Agos'ta yayımlanan yazının da temelini oluşturdu). Elif Görgü daha sonra, konuyla ilgili daha derinlemesine bir söyleşi yapmak istediğini belirtti. 14 Kasım'da yaptığımız söyleşi 16 Kasım günü Evrensel'in pazar eki Hayat'ta y
ayımlandı (bkz. "Acı Olan İtiraf Değil, Trajedinin Alkışlanması". Konunun güncelliğini ve buradaki yazılarla yakın ilgisini dikkate alarak, bloga da eklemek istedim.

Brüksel’de konuşan Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, sözlerini Agos yazarı ve Aras Yayınları Editörü Rober Koptaş’la konuştuk. Koptaş, resmi tezlerin yanlışlığının itirafından çok, yaşanan trajedilerin alkışlanmasının ardındaki acizliğe dikkat çekiyor.

Brüksel’de konuşan Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, Türkiye tarihinin hâlâ yüzleşmediği sayfalarından biri olan Ermeni tehciri ve mübadele ile ilgili “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?” dediği konuşması çok tartışılacak. Agos yazarı ve Aras Yayınları Editörü Rober Koptaş’la konuştuk. Koptaş, resmi tezlerin yanlışlığının itirafından çok yaşanan trajedilerin alkışlanmasının ardındaki acizliğe dikkat çekiyor.


Bakan Gönül tarihte yaşananları ‘ulus inşası’nın gerekleri olarak açıkladı. Bakan tam olarak hatırlatmadı bize ama, nasıl oluştu bu ulus devlet, neler yaşandı oluşması için, siz hatırlatabilir misiniz?
Bakan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ermenilerinin uğradığı felaketten, nüfusun büyük bir çoğunluğunun ortadan kaldırılmasından ve daha sonra da 1923’te yapılan nüfus mübadelesiyle Balkanlar’daki Müslümanların Anadolu’ya, Anadolu’daki Rumların da Yunanistan’a gönderilmesinden söz etti. Böyle söyleyip geçtiğiniz zaman bunlar kuru tarihler, soğuk tarihsel olaylar olarak görülebilir. Ancak bütün bu sözlerin arkasında, kaybedilen, öldürülen, yerinden yurdundan edilen insan sayısı kadar insan hikayesi var. Farkında olalım ya da olmayalım, büyük trajedilerden söz ediyoruz. Bunların kültürel birtakım sonuçları var; siyasal, toplumsal ve ekonomik birtakım sonuçları var. Bunlara dair çeşitli araştırmalar yapıldı, çeşitli kitaplar yazıldı; olanlar genel hatlarıyla çok iyi biliniyor. Genel olarak söyleyebileceğimiz şey, Evrensel’de de geçtiğimiz günlerde yayınlandığı gibi, bu yaşananların Türkiye’nin zenginleşmesini değil fakirleşmesini sağladığı; hem insani düzeyde, hem ekonomik düzeyde.
Ulus inşası süreci sadece etnik temizlikle olmadı, Türkiye’de ‘kalan’ nüfusun da hangi uygulamalar sonucunda tektipleştirildiğini, nasıl hizaya sokulduğunu biliyoruz. 1920’li yıllardan başlayarak Türkiye’de ulus inşası tek tip vatandaş yaratmak üzere kuruldu. Kürtler, Aleviler, gayrimüslimler, Türk-İslam-Sünni-Erkek kimliği dışında kim varsa mağdur oldu; kadınlar da, yoksullar da mağdur oldu.
Vecdi Gönül’e şunu hatırlatmak lazım; ulus inşası dediği şeyin birtakım zorlamalarla, baskılarla, kan dökerek gerçekleşmesi onun düşündüğü kadar matah bir şey olmayabilir. Ulus, nihayetinde bir toplumsal sözleşmeye dayanır ve o toplumsal sözleşme de zaman içinde, her an ve her gün yeniden tesis edilir. Eğer siz o toplumsal sözleşmeyi, o toplumsal barışı sağlayamazsınız, bunu belki zor kullanarak sağlayabileceğinizi düşünürsünüz, ancak yaptıklarınızın ulusun ulus olma niteliğini ortadan kaldırabileceği riskini göze almanız gerekir. Bugün eğer farklı toplumsal grupları bir ulusun eşit yurttaşları olduklarına, bu topraklar üzerinde bir arada barış içinde yaşamanın mümkün olduğuna ikna edemezseniz, bu toplumun ulus olma niteliği ciddi anlamda sorgulanacaktır. Zaten on yıllardır bunun çeşitli sonuçlarını görüyoruz, sıkıntılarını yaşıyoruz.


Bakan Gönül’ün sözlerini bireysel düşüncesi olarak değerlendirmek mümkün değil. Sürece baktığımızda önce Başbakan ‘ya sev ya terk et’ anlamına gelen sözler sarf etti ve ‘tek millet tek bayrak’ta ısrarcı olduklarını söyledi. Ardından Vecdi Gönül konuştu ve son olarak da AKP Yozgat Milletvekili ‘devlete zarar vereni vurmak’tan hoşlanacağını söyledi. Bu tablodan nasıl bir sonuç çıkarmamız gerekiyor; Ermeniler, Kürtler, Aleviler ve Türkler bu süreçten ne anlamalı?
Münferit vaka deyip geçebileceğimiz örnekler değil bunlar tabii. Belki de iyi kötü tarihle ilgileniyor olduğum için bu tür olaylarla karşılaştığımızda benim aklıma hep İttihatçılar geliyor. Bizler uzun zamandır, devlet fetişizmini ideolojisinin merkezine oturtan İttihatçı düşüncenin günümüzdeki taşıyıcılığını, CHP’nin temsil ettiği merkeziyetçi, milliyetçi, devletçi kanadın ve aynı ideolojinin mütemmim cüzü olan komitacı gözükaralığı ise Ergenekon davasıyla kirli işleri bir bir ortaya dökülen ulusalcıların taşıdığını düşünüyoruz. Bunda haklıyız da…
Yine de unuttuğumuz bir şey var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki harcın bileşenleri arasında önemli bir yer tutan İttihatçı ideoloji, bir tür yamalı bohçayı andırıyordu. O ideoloji kuşaklar boyu devlet aklı ve devlet adamlığı tavrınca içselleştirilmiş; milli eğitim, milli tarih, militarizm, milliyetçilik gibi mekanizmalarla tüm topluma belletilmiş, hem yönetici seçkinlere hem de topluma hiza vermişti. Valilik, müsteşarlık ve bakanlık görevlerinde bulunmuş bir Vecdi Gönül; bir ‘devlet adamı’, bugün siyaseten ulusalcılardan epey uzak bir yerlerde duruyor olabilir. Ancak onun son sözleri, düşünsel altyapısının, harcına karışmış değerlerin diğerlerinden hiç de farklı olmayan bir kaynaktan geldiğini gösteriyor. Ortada, hikmet-i hükümet de diyebileceğimiz ortak bir devlet aklı var ve o devlet aklı, İttihatçılıktan çok etkilenmiş durumda. CHP ve AKP belki konjonktürel olarak farklı yerlerde duruyorlar bugün; ama görünen o ki ideolojik altyapıları; devleti, orduyu yücelten merkeziyetçi, baskıcı, otoriter değerlerden besleniyor.
Kürtler, Ermeniler, Aleviler ve elbette Türkler bundan ne gibi bir sonuç çıkartabilir sorunuza gelince... Tabii ki herkes kendi meşrebine göre bir sonuç çıkarabilir; zira bu kimlikleri homojen, bütünüyle kapsayıcı gruplar olarak ele almamamız gerekir diye düşünüyorum. Ancak, bugünkünden farklı bir Türkiye isteyen yurttaşlar olarak düşündüğümüz zaman, bu ayrımcı zihniyeti her fırsatta deşifre etmek, bu zihniyete karşı mücadele etmek gibi bir yükümlülüğümüz var. Bugün ortaya çıkan bir yükümlülük değil bu; ayrıca salt AKP’yle ilgili bir mesele de değil. Bunu sadece AKP sorunu olarak görürsek çok doğru bir tespit yapmış olmayız. AKP’si, CHP’si, MHP’siyle, silahlı kuvvetleriyle bu tip ayrımcı, baskıcı, milliyetçi bütün eğilimlere karşı hep beraber, mümkün olduğunca, gücümüz yettiğince mücadele vermemiz gerekiyor.


Bakan Gönül’ün sözleri on yıllardır devlet nezdinde resmi olarak kabul edilmeyen olayların itirafı olarak da değerlendirilebilir mi?
Tabii ki bu bir itiraf. Devlet on yıllarca tehcirin, Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin can güvenliğinin gözetilerek yapıldığını, bir savaş dönemi tedbiri olduğunu söyledi. Bunu söyleyerek dünya üzerinde kimseyi ikna edemedi tabii, ama meselemiz o değil. Bakan Gönül, tehcirin, mübadelenin ve zımnen de Cumhuriyet döneminde gayrimüslimlere karşı yapılan bütün ayrımcı uygulamaların bu toprakları Türkleştirmek için yapıldığını itiraf etmiş oldu.
Tabii resmi söylemi sonuna kadar benimsemiş bazı insanların da tepkisini çekmiş oldu bu itiraf. Mesela, Güngör Mengi Vatan’da yazdığı yazıda şöyle dedi: “Türkiye düşmanları, bakanın sözlerinden yola çıkarak Türk devletinin ırkçı içgüdülerle davrandığını, azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürüttüğünü iddia edecekler, Bakan Gönül’ü de itirafçı tanık göstereceklerdir.” Mengi gibileri bakanın sözünü geri almasını istedi. Onun yazdıklarını okuduğunuzda, sanki devlet bugüne dek hiç “ırkçı içgüdülerle” davranmadı, sanki hiç “azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürütmedi” zannedersiniz.
Aslında burada iki tür itiraf var: Biri sözle ifşa yoluyla itiraf ediyor, diğeri ise inkar yoluyla itiraf ediyor. Biri belki biraz daha ehlileşmiş görünüyor, diğeri belki biraz daha ne dediğini bilmez halde. Ancak ikisi de sürçülisan değil, ikisi de ciddi birer düşünce silsilesinin ve mirasının sonucu.
Bence acı olan bu itirafın kendisi değil. Acı olan, bu sözleri eden insanın vicdani muhakemeden bu kadar uzak olması. Artık siyasetçi olmaktan mı kaynaklanıyor, ya da “devlet adamı aklı” mı bunu gerektiriyor bilmiyorum, ama belli ki bakanın vicdanına epey kalınca bir perde inmiş ve o sözünü ettiği mübadelenin, tehcirin, her biri etnik temizlik olarak nitelendirilen bu olayların arkasındaki insani trajediyi göremez hale gelmiş; dahası, kendini o kadar kaptırmış ki bunları alkışlamaya kalkmış. Bu itirafın siyaseten vahim olan pek çok tarafı var, ama aynı zamanda, insani pencereden baktığınızda, o vicdan terazisinin ortadan kalkması çok daha vahim görünüyor bana. Vecdi Gönül’e bizim aslında üzülmemiz lazım.


Hrant Dink’in oğlu Arat Dink bakana yazdığı mektubunda, ‘artık azınlık okullarında çocuklar ‘yokluğum Türk varlığına armağan olsun’ desinler’ diye seslendi. Gerçekten de siyasi analizi bir yana bırakırsak, zaten acılı tarihlerini öğrenerek büyüyen Ermeni çocukları, gençleri böyle durumlardan nasıl etkiliyor, onların duygularında nasıl bir tahribat yaratıyor?
Türkiye’de gayrimüslim bir azınlık olarak, Ermeni olarak yaşamak, sırtında hep bir yumurta küfesiyle yaşamak gibi. O korku, baskılar, sindirilmişlik o kadar içselleştirilmiş ki, bir yerden sonra çocuklar dahi bu tür şeylere şaşırmaz hale geliyorlar. Bu tip şeyler artık bizim için “olağan”. 10 yıl önce bakanın biri “Ermeni dölü” dedi, üç-dört yıl önce bir bakan “arkadan hançerliyorlar” dedi, iki yıl önce Hrant Dink öldürüldü, bugün bir başka bakan da çıkıp başka bir şey dedi… Biz asıl bunları yaşamazsak şaşırıyoruz. Tabii ki bütün umudumuz bunları yaşamayacağımız bir Türkiye. Belki şunu söylemek lazım, o güvensizlik hissiyle yaşamaya alışıyorsunuz. Her an başınıza bir şey gelebilir, her an yeni bir uygulama başınıza kötü şeyler getirebilir; belki yeni 6-7 Eylüller yaşanabilir, belki yeni bir Varlık Vergisi olabilir diye düşünüyorsunuz. Bakanın sözleri ise bu olumsuz beklentilerin çıtasını epey yükselten bir etkiye sahip. Çünkü bu sefer övülen şeyler, tehcir gibi, mübadele gibi, ölümleri, insanların yerinden yurdundan edilmesini ima ediyor. Demek ki korkmamız gereken daha ciddi şeyler de varmış. Bunun farkına da Vecdi Gönül sayesinde varmış olduk.


Bütün bu açıklamalar, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti ile ilgili devlet yetkililerinin de bu cinayetten sorumlu olduğu raporunu hazırladığı bir döneme denk geldi. Davanın gelişimi açısından bir etkisi olacağını düşünüyor musunuz?
Hükümetin, başbakanlığın tavrının davanın gidişatı üzerinde çok önemli bir rol oynayabileceğini hepimiz biliyoruz. Valiliklerin hangi devlet memurlarının soruşturulmasına izin verdiğini, hangilerine vermediklerini -ki genellikle vermediler- soruşturulmasına izin verilen memurların maaş kesintisi cezalarıyla nasıl kurtulduğunu biliyoruz. Bu yüzden başbakan’ın Teftiş Kurulu raporu hakkında nasıl bir tasarrufta bulunacağı da davanın geleceği hakkında belirleyici olacak. Öte yandan, bir Ergenekon davası sürüyor, bunun orduyla birtakım ilişkileri var; AKP’nin, başbakan’ın bütün bunlar karşısında nasıl bir tavır izleyeceği, bütün suçluların ortaya çıkması yolundaki çabaların arkasında durup durmayacağı, yoksa Şemdinli’de olduğu gibi su mu koyvereceği tabii ki Hrant Dink davasının sonucunu da etkileyecek. Kamuoyunun göstereceği kararlılık da elbette önemli. Ancak Teftiş Kurulu raporundan sonra AKP’nin gereken adımları atmaması, sembolik olarak kendi siyasi sonlarını hızlandıran bir sürece de dönüşebilir. Çünkü gereğini yapmamak suça ortak olmaktır!..

“Kral olamazsın demedim”

Agos, 14 Kasım 2008


Devlet aklının mahsulü

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün Brüksel’deki sözleri, birer insanlık suçu olan tehciri ve mübadeleyi adeta bir İttihatçı gibi savunması, Türkiye’nin kangrenleşmiş sorunlarının ne kadar derin köklere sahip olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.

Bizler uzun zamandır, devlet fetişizmini ideolojisinin merkezine oturtan İttihatçı düşüncenin günümüzdeki taşıyıcılığını, CHP’nin temsil ettiği merkeziyetçi, milliyetçi, devletçi kanadın ve aynı ideolojinin mütemmim cüzü olan komitacı gözü karalığı ise, Ergenekon davasıyla kirli işleri bir bir ortaya dökülen ulusalcıların taşıdığını düşünüyoruz. Bunda haklıyız da…

Yine de, unuttuğumuz bir şey var. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki harcın bileşenleri arasında önemli bir yer tutan İttihatçı ideoloji, bir tür yamalı bohçayı andırıyordu. O ideoloji kuşaklar boyu devlet aklı ve devlet adamlığı tavrınca içselleştirilmiş, milli eğitim, milli tarih, militarizm, milliyetçilik gibi mekanizmalarla tüm topluma belletilmiş, hem yönetici seçkinlere hem de topluma hiza vermişti.

Valilik, müsteşarlık ve bakanlık görevlerinde bulunmuş bir Vecdi Gönül, bir ‘devlet adamı’, bugün siyaseten ulusalcılardan epey uzak bir yerlerde duruyor olabilir. Ancak onun son sözleri, düşünsel altyapısının, harcına karışmış değerlerin diğerlerinden hiç de farklı olmayan bir kaynaktan geldiğini gösteriyor.

Aksi takdirde, reform ve demokratikleşme iddiasındaki bir hükümetin bakanı olarak, 20. yüzyıl başlarının, Hobsbawm’ın deyişiyle ‘aşırılıklar çağı’nın en karanlık sahnelerini, insanlığa karşı işlenen suçları bir asır sonra, bambaşka koşullar altında övmesi, bunları bugünün Türkiyesini meydana getiren büyük dönüşümün adımları olarak alkışlaması mümkün olur muydu?



“Kral olamazsın demedim”

Bakan Vecdi Gönül’ün Brüksel’deki açıklamaları, benim aklıma, hiç yaşamamış bir Almanya Savunma Bakanı’nın, Thomas Herz’in (tesadüfe bakın, onun da soyadı ‘Gönül’) bir zamanlar vermiş olduğu şu demeci düşürdü:

“Ben Essen Ticaret Odası’nda da bir dönem görev almıştım. Bu odanın kurucuları arasında bir tek Alman yoktu ve tamamı Yahudilerden müteşekkildi. (…) Bugün eğer Almanya’nın birçok yerinde Yahudiler devam etseydi. Bugün acaba aynı Alman milli devleti olabilir miydi? Bu etnik temizliğin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum ama eski dengelere bakarsanız bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır.”

Bakan Herz’le bakan Gönül’ün tanışmışlığı, karşılıklı birer fincan kahve içmişliği var mıdır, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bakan Herz’in bu demecinden sonra bakanlık koltuğunu ısıtmaya çok da uzun süre devam edemediği; makamından indikten sonra da, her nedense, ortalıkta makbul bir politikacı olarak dolaşamadığı.

Peki, bakan Gönül’ün bugün sahip olmakla övündüğü ‘milli devlet’ gerçekten övünülesi bir şey midir? İnanın, onu da bilmiyorum. Bildiğim, yaşadıklarımızın ruhumuzda bıraktığı izlerden ve dönüp etrafıma baktığımda gördüğüm şu ‘milli’ manzaradan ibaret:

Müslüman-Laik, Kürt-Türk, Alevi-Sünni gibi pek çok ağırlık noktasında her geçen gün daha da ayrışan, sorunlarının üzerine eğilmektense onları halının altına süpürmeyi alışkanlık haline getirmiş, adeta aynı dili konuşmaz hale gelmiş bir ‘milli’ toplum; darbelerden, militarizmden, ekonomik krizlerden, bin bir çeşit ayrımcı uygulamadan, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasından, azınlıkta kalanın, zayıf olanın ezim ezim ezilmesinden müteşekkil bir ‘milli’ tarih; gayrimüslimlerin mallarına, topraklarına konarak, ithal ikameciliğin pamuklu bezleriyle sıkı sıkıya korunarak, çalışanların örgütlenme hakkını sistematik olarak gasp ederek semiren bir ‘milli’ burjuvazi…

Kaç gündür düşünüyorum. “Ben sana milli devlet olamazsın demedim, adam gibi bir devlet olamazsın dedim” diyen bir masal var mıydı, yoksa hafızam bana oyun mu oynuyor?


‘Türkiye’de yaşama hakkı’na karşılık ‘yaşama hakkı’

Bakan Gönül’ün sözleri elbette basit bir sürçülisan değil; ayrımcı bir zihniyetin, kendi zorbalığından memnun bir milliyetçiliğin en çıplak dışavurumu.

Vecdi Gönül, esasen, “Bizim bir ulus devletimiz var. Ne yapsak, ne söylesek mubah ve meşru. Tarihi de biz yazarız, kimin dost, kimin düşman olduğuna da biz karar veririz” diyor.

Bakan, konuşmasında ‘neyşın bilding’ diye birkaç kez andığı ulus inşasının ancak ve ancak zorbalıkla mümkün olduğunu zannediyor. Ulusun, nihayetinde bir toplumsal sözleşmeye dayandığını es geçiyor.

Gönül, temsil ettiği siyasi hareketin de mağduru olduğu ceberut devletin paydaşlığına göz kırpıyor. Makbul sayılma isteği gözünü o kadar karartmış ki, insanlığa karşı işlenen suçların, etnik temizliklerin suç ortaklığını dahi üzerine alıyor.

Oysa o devletin asıl sahipleri, çok daha ehlileşmiş olduklarından, sınıf atlamak için yırtınan ama hata üstüne hata yapan sonradan görmeye bıyık altından gülen sinik aristokratlar misali, Gönül’e doğru yolu gösterecekler. Güngör Mengi’nin sözlerine bakalım:

“Türkiye düşmanları, Bakan’ın sözlerinden yola çıkarak Türk devletinin ırkçı içgüdülerle davrandığını, azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürüttüğünü iddia edecekler, Bakan Gönül’ü de itirafçı tanık göstereceklerdir.” (‘Bu Söz Hemen Geri Alınmalı!’, Vatan, 11 Kasım)

Sanki sözü edilen devlet bugüne dek hiç “ırkçı içgüdülerle davran”madı, sanki hiç “azınlıkları tasfiye amacına yönelik politikaları bilinçli olarak yürüt”medi.

*

Gönül, memlekete dönüşünde verdiği demeçte, basının sözlerini çarpıtarak aktarıldığını söylemiş; ne kadar özgürlükçü ve demokrat olduğunu gösterme fırsatını kaçırmamış: “Bugünkü azınlıklarımız bizim zenginliğimizdir. Bugünkü azınlıklarımız ayrıca bizim hoşgörümüz sebebiyle Türkiye’de yaşamamaktadırlar, onlar hakları olduğu için Türkiye’de yaşamaktadırlar.”

Bakanın dün/bugün, haklılık/haksızlık konularını yeniden düşünmesi, geçmişte bu topraklar üzerinde yaşayan “azınlıklarımız”ın neden burada yaşamayı “hak etmediğini” açıklaması gerek. Bugün “hakları olduğu için Türkiye’de yaşayanların” gelecekte hangi koşullarda bu hakkı kaybedeceğini; onları tehcir etmenin, mübadeleyle sürmenin, ‘yaşama haklarını’ ortadan kaldırmanın hangi şartlarda meşru olacağını da…

Ne de olsa, bugün de ortalıkta ‘milli devlet’in tehlikede olduğunu düşünen mebzul miktarda insan var. Ya onlar, savunma bakanına ve başbakana kulak verir de pompalı tüfekleri kuşanıp “kendilerini savunma” yoluna giderse?

Diaspora?

Agos, 7 Kasım 2008

Aret Gıcır’ın dediği gibi, her birimiz çoktan kendi kendimize diaspora olduk da, acaba Türkiye Ermenileri bir topluluk olarak diaspora mı sayılır?

Talin Suciyan’ın Ermenistan’da yeni kurulan Diaspora Bakanlığı’nın başına getirilen Hranuş Hagopyan’la yaptığı söyleşi ve yeni bakanın iyi niyetli sözleri bir süredir aklımda dönüp duran soruyu iyice su yüzüne çıkardı. Türkiye’de yaşayan Ermeniler diasporalı mıdır?

Hagopyan’ın zihni bu konuda benimki gibi bulanık değil elbette. Kendisini tebrik eden Talin’e şöyle söylüyor: “Bir diaspora Ermenisi olan size de söylemek isterim ki, Diaspora Bakanlığı sizin evinizdir.”

Hagopyan’ın yaklaşımının özü açık: Bugün, bir “anavatan” (Ermenistan) var olduğuna göre, onun dışında yaşayan Ermeniler, bu arada elbette Türkiyeli Ermeniler de, diasporadır.

Bu, Taşnakların 1918’de kurduğu, 1920’de Sovyetleştirilen, 1991’de bağımsızlaşan Ermenistan devletinin perspektifi. Oysa diaspora tarihsel bir olgu: Bugün ağırlıkla 1915 karanlığından canlarını kurtarabilenlerin torunlarından oluşsa da, Ermenistan’dan da, 1915’ten de önce, farklı coğrafyalarda diasporik Ermeni grupları vardı.

Araştırmacılar, Ermenilerin dağılmasının başlangıcı olarak, Ani Krallığı’nın yıkılması sonucunda (1045), Doğu Anadolu’da yaşayan nüfusun göçünü kabul ediyor. Sonraları, Kilikya Krallığı’nın sona erişi (1375) ise ikinci diasporalaşma dalgasını oluşturuyor.

Bugün, Türkiyeli Ermeniler çoğunlukla İstanbul’da yaşıyor. Bu nüfus genellikle bir-iki kuşak önce Anadolu’dan göçen ailelerden müteşekkil. İstanbul asırlarca, kültürel ve siyasi anlamda, Tiflis ve Bakü’yle birlikte en büyük üç Ermeni merkezinden biriydi. İstanbullu Ermenilerin, yüzlerce yıllık kiliseleri, okulları, köklü gelenekleri, ve ağır siyasal sorunlara karşın, üzerinde yaşadıkları toprakla sıkı bağları var.

Bunları şunun için söylüyorum: Türkiye’de yaşayan Ermeni, kendini bir diaspora mensubu saymaz. ‘Diaspora’ dendiğine onun aklına Halep, Beyrut gibi görece eski, Paris, Los Angeles gibi yeni merkezlerde yaşayanlar gelir. O zaten, Ermenilere asırlardır yurt olmuş bir toprağın üzerinde, ‘anavatanında’ yaşamaktadır. Ermenistan, özellikle bağımsızlığın ardından, ortak tahayyülde önemli bir yere oturmuştur şüphesiz; ancak, orada yaşamamak, diaspora olmak anlamına gelmez.

Madalyonun bir de tersi var elbette. Duygusal değil de sosyal ölçekte yaklaştığınızda, Türkiyeli Ermenilerin, kendilerini diaspora olarak görmeseler de, hızla diasporalaşmakta olan bir topluluk olduğu söylenebilir. Anadili, kültürel üretim, gündelik yaşam düzlemlerinde Ermeniliğin birtakım sembollere indirgenmiş hali, tıpkı Anny Bakalian’ın ünlü From Being Armenian to Feeling Armenian kitabında anlattığı gibi, ‘Ermeni olmaktan, Ermeni hissetmeye’ doğru bir gidişata işaret eder.

Hagopyan, söyleşide defaten diaspora Ermenilerinin yekpare bir yapı oluşturmadığının, zengin bir çeşitlilik arz ettiğinin farkında olduğunu vurgulamış. Bakanın Türkiyeli Ermenilere, bu çeşitlilik içindeki özgün bir durum olarak yaklaşması, salt siyasi değil, kültürel boyutta da onların özgül koşullarını anlamaya çalışması gerekecek.

Aksi halde, Diaspora Bakanlığı’yla Türkiye Ermenileri arasında sağlıklı bir ilişki ve iletişim kurulması mümkün olmayabilir.

Bu sadece bir şişe su değil

Agos, 7 Kasım 2008

Ermenistan’da Sarkisyan’ın devlet başkanı seçilmesiyle iş başına gelen yeni yönetim 1 Mart’ta Yerevan’da yaşananların izlerini silmek için adım atmadı henüz.

Muhalefet üzerindeki baskılar devam ediyor. Seçimlerde Ter Petrosyan’ı destekleyen veya protesto gösterilerine katılan pek çok muhalif bugün ya hapisanede, ya da ev hapsi, sindirme, aşağılama gibi uygulama ve tehditlere maruz kalmakta.

Bu hukuksuzluktan ticari şirketler dahi nasibini alıyor. Son örnek, ülkenin önde gelen maden suyu üreticilerinden Bjni.

Adını 11. yüzyıldan kalma tarihi bir Ermeni kilisesine sahip Bjni köyünden alan su firması, ciddi ihracat rakamlarına ulaşan, yabancı ortaklı bir kuruluş. Bjni’nin sahiplerinden olan Sukiasyan ailesi, geçen yılın eylül ayında, seçimlerde muhalifleri desteklediklerini açıkladığı günden bu yana baskı altında. Firma, “mali denetim” adı altında, adalet bakanlığı görevlileri ve onlara eşlik eden birtakım maskeli kişilerce basıldı ve milyonlarca dramlık vergi borcu olduğu ortaya çıktı!

Bjni böylece iflas etti. 500 kadar çalışan işsiz kaldı. Bjni’nin ait olduğı Sil Grup’un diğer girişimleri olan bir kafenin ve bir matbaanın yöneticileri de hapisteler.

Sarkisyan uluslararası alanda ılımlı masajlar vererek prestij sağlamaya çalışıyor, ancak onun gülümsemesi, Ermenistan’daki otoriter rejimin buz yüzlü görüntüsünü engellemeye yetmiyor.

Yolun üzerindeki sis

Agos, 7 Kasım 2008

Çek dergisi Respekt, geçtiğimiz ay, yaşayan en önemli romancılardan biri olan Milan Kundera’nın 1950’de Dvoracek adında bir ‘ajan’ı ihbar ettiğine dair bir belgenin bulunduğunu yazdı. Dergiye göre, Dvoracek ihbardan sonra tutuklanıp 22 yıl hapse mahkûm edilmişti.

Kundera’nın başı 1950’lerde komünist rejimle derde girmiş, 1968’de Rusların ülkeyi işgal etmesinin ardından üzerindeki baskılar dayanılmaz bir hal alınca, yazar çareyi Fransa’ya yerleşmekte bulmuştu.

Ünlü romancı hakkındaki iddiayı kesin bir dille reddetti. Ardından, aralarında Orhan Pamuk’un da bulunduğu 11 uluslararası yazar Kundera’nın bir “karalama kampanyası”na kurban edilmek istendiğini dile getirerek ona sahip çıktılar.

Kundera’nın bir ihbarcı olma ihtimali Türkiye’de bazılarını mutlu etti (bkz. Timesonline sayfasında ilgili habere İstanbul’dan yapılan bir yorum). Öyle ya, komünist rejimin kirli yüzünü en iyi anlatan eserlerin sahibi vakti zamanında bir ihbarcı olduğuna göre, yazdıklarının da bir kıymet-i harbiyesi olamazdı.

Oysa Kundera’nın romanlarını okuyanlar, onun bir muhbir olmasının dahi eserlerinin değerini azaltmayacağını bilirler. Kundera, totaliter sistemlerin insan ruhunu karartan cenderesini, geçmişi, unutmayı, hatırlamayı, suçluluk duygusunu anlatır. O bir romancıdır, bütün o insani olasılıkları anlatır.

Ona göre, insan, yaşamında tıpkı siste ilerlermiş gibi ilerler. Hata yapanın körlüğü ise “ebedi insan durumunun içinde yer alır, [onun] yolunun üzerindeki sisi görmemek, insanın ne olduğunu unutmaktır, kendimizin ne olduğunu unutmaktır.” (Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, Can Yayınları, s. 205)

Basının yanlış odası

Agos, 31 Ekim 2008

Türkiye’de basın pornoya meraklı. İnsanları cinsel ilişki halinde gösteren pornografiye değil (ah şu kanunlar!); özel, kişisel, mahrem olanı önce ıcığı cıcığıyla teşhir ve sonra paçavra etmeye dair, karşı koyulmaz bir arzu duymak anlamındaki pornoya…

Söylemeye gerek yok, bu merakın mağduru da çoğunlukla kadınlar.

27 Ekim’de, Hürriyeti’i, Sabah’ı, irisi ve ufağıyla, pek çok gazetenin verdiği bir haber: “Baktım teyzeymiş, elini öpüp çıktım!” Ve açıklaması: “76 yaşındaki kadına tecavüzden yargılanan sanık, kadının odasına yanlışlıkla girdiğini, hatasını anlayınca kadının elini öptüğünü iddia etti.”

Haberin metninde altı özellikle çizilen “yanlış oda”, yani “yanlış kadın” vurgusunun ardında sizce de bir hinlik yok mu? “Tecavüz söz konusu olduğunda bir ‘doğru oda’ ve bir ‘doğru kadın’ elbet vardır” ön-kabulü üzerine kurulmuş sırıtkan bir erkek hinliği.

O halde, “Kimdir doğru kadın?” diye sormalı mıyız, güzide basınımızın muhterem mensuplarına?

O kadın 76 yaşında değil elbette, çok daha genç. Başka? Kısa etek giymiş, kolları açıkta, kıvırtan, aranan, kuyruk sallayan, namussuz, saçları boyalı, kızıl, esmer, güzel, aşüfte, yollu kadın mı? Böyle mi?

Pippa Bacca’nın ardından hep beraber timsah gözyaşları dökeli hepi topu altı ay oldu halbuki.

Ne olacak! Yeter ki tirajlar, reytingler yüksek olsun. Girelim arka sayfa güzelini. Girelim magazin görünümü altında çıplak eti. Patlatalım “Şok! Şok! Şok!”ları. Sarılalım erkek egemen dile.

Arada birkaç kadın tecavüze uğramış, birkaç kadın namus cinayetinden toprağın altına girmiş. Kaç yazar… Nasıl olsa onu da tiraja ve reytinge dönüştürmesini biliriz.

Üç Maymun’un söylemediği

Agos, 31 Ekim 2008

İyi bir film olduğu su götürmeyen Üç Maymun’a iki temel eleştirim var. Bunlardan biri filmin sinematografisine, diğeriyse senaryosuna dair.

Estetik-gerçeklik


Nuri Bilge Ceylan’ın filmi, üçüncü sayfa haberlerini çağrıştıran bir hikâye üzerine kurulu.

Bu durum, yönetmeni, önceki filmlerine nazaran hızlı ve sıkı örülmü
ş bir olay örgüsüne yöneltmiş. Ceylan, insanın, kaderin elinde oyuncak misali savrulup durduğu durumlarda toplumsal ve bireysel değer yargılarından bağımsızlaştığını, altından kalkamayacağı yüklerin altına girmek yerine, görüp duyduklarını, bildiklerini hiçe sayarak yaşamayı tercih ettiğini anlatıyor.

Film, otobüs durağında beklerken arabasıyla önünde duran bir tanışın arabasına binmekten “Etraftakiler ne düşünür?” kaygısıyla sakınan evli bir kadının, kısa bir süre sonra aynı adamla (o da evlidir) yasak bir aşk yaşamaktan kaçın(a)maması gibi, varoluşumuzdan ileri gelen –ve iyi ki de sahip olduğumuz– kimi arızaları göstermede başarılı. Ancak benim eleştirim bunlarla ilgili değil.

Üç Maymun’la Nuri Bilge Ceylan “fazlasıyla stilize bir Zeki Demirkubuz filmi” çekmiş. Tırnak içindeki ifadede, vurgunun ilk iki kelimede olduğunu belirtmem gerek. Sorun, Ceylan’ın, söyleyeceğini söyl
emek için gündelik hayatın içinden bir ilişkiler ve büyük dertler yumağını çekip çıkarmasından değil, hayatın tam da göbeğinden aldığı bu hikâyeyi fazlasıyla estetize ve stilize edilmiş bir ambalaj içinde sunmasından kaynaklanıyor.

Ceylan’ın filminde, İstanbul, deniz, gökyüzü, batmakta olan bir ada misali boşlukta süzülen ev, oyuncuların yüzleri, yakın plan çekimler o kadar ince düşünülmüş ve estetik ki… O karmaşık yumağın gerçekçiliğiyle, karakterlerin gerçekliğiyle, filmin başrolüne soyunan görsel şölen arasında bir çekişme, bir uyuşmazlık hissediyor insan. Filmlerde bazen bu uyuşmazlığın bir anlatım öğesi olarak kullanılabileceği ihtimalini gözden ırak tutmuyorum. Ancak burada öyle değil. Çünkü, perdeye ayıla bayıla baksak, oyunculukla büyülensek de, içimizi gıdıklayan bu ince işlerin ötesine, karakterlerin iç dünyalarına baktığımızda, kayda değer çok az şey bulabiliyoruz. Bu kadın, bu adam, bu çocuk niye böyleler? Neden başka türlü değil de böyle davranıyorlar? Bilhassa telefon konuşmaları sayesinde nasıl bir adam olduğuna dair pekâlâ fikir edinebildiğimiz ve bu sayede ete kemiğe bürünen Servet karakteri dışında, bu ve benzeri soruların cevabına yönelik pencereler açmıyor bize film. Tek tek cevaplardan değil, çeşitli cevaplara bakan pek çok pencereden söz ettiğimi de söyleyeyim.

Kısacası, Ceylan’ın filmi, estetiğinin altını doldurmakta zorlanan bir düşünsel altyapıya sahip. Altyapı var elbette, ama o estetiği taşıyabiliyor mu? Mesele orada.


İrade-iradesizlik

Hikâyenin ana gövdesini iki “ahlaksız teklif”, insan özgürlüğünün parayla satın alınabildiği ve yoksulların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olamadığı iki durum oluşturuyor. Hiyerarşik olarak aşağıda olduğu için özgürlüğünden vazgeçmek zorunda kalanın, bu mağduriyeti tatmış olmasına rağmen aynı teklifi kendinden daha aşağıda gördüğüne yapabildiği, acımasız bir gerçeklik, haksızlık, suçluluk…

Filmin sürprizi olan ikinci teklif, aynı zamanda, senaryonun zayıf noktası. Çünkü gerçek hayatta böylesi bir teklif ancak farklı dünyaların insanları arasında geçerli ve anlamlı olabilir. Patronla işçi, ezenle ezilen, varsılla yoksul arasında; bunlardan daha önemlisi, mesela otobüse binenle hiç binmeyen arasında... Bu, sınıfsal değil, insanın varoluşuyla, topluluk içinde yaşayışıyla ilgili bir tespit.

Eyüp’le, kahvehane çıraklığı yapan Bayram arasında böyle bir ilişki söz konusu değil. Aynı mahallenin, aynı dünyanın, esasında aynı yoksulluk ve naçarlığın insanları onlar. Eyüp’ün böyle bir teklifte bulunmasının mantığa aykırı olduğunu söylemiyorum; demek istediğim, kahvehane çırağının onun bu teklifi karşısında kaderine çoktan razı, hatta kaderi çoktan çizilmiş bir kuzu gibi davranmaması gerektiği. Zira, memleketinden uzakta, bir kahvehane köşesinde yatıp kalkan bir gariban da olsa, daha iki gün önce Eyüp’e “Buyur abi, bir çayımı iç” diyerek sohbet teklif edecek kadar özgürlüğü, kişiliği olan biri o. Belki de sahip olduğu tek şeyden, onurundan vazgeçmesini teklif eden birine, üstelik o da kendisi gibi “beş milyarı bir arada görmemiş”ken, ağzının payını verecek kadar iradesi olmalı Bayram’ın. Çünkü insanlar, yoksul da, kimsesiz de olsalar, yaşama sarılmayı tercih ederler ve bunda inatçıdırlar.

Üç Maymun’un senaryosu, işte tam da Bayram’ı bir karikatüre indirgediği noktada kendi gerçekliğinden uzaklaşıyor, inandırıcılığını yitiriyor.