Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?
En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öne
İntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlar
Yalnız Orta Doğu’da el altında satılan bir atlas
Kim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz
(Ece Ayhan, ‘Açık Atlas’tan)
Bize kimin yasının tutulmaya değer olduğunu söylüyorlar; kimin arkasından ağlayacağımızı. Hangi ölünün cennetlik, hangisinin ‘leş’ olduğunu. Hangi cesedin bizden, hangisinin onlardan olduğunu söylüyorlar.
Bizim yerimize karar veriyorlar; bizleri birer piyon olarak satranç tahtasına sürüyor ve can almamızı, can vermemizi istiyorlar. Bizden insanlığımızı, bizden bizi çalıyorlar.
Her biri birbirinden yoksul çocuklara birbirlerini öldürmekten başka yol bırakmıyorlar. Kahramanlığı, korkmamayı, vatan için ölmeyi, vatan için öldürmeyi marifet belletiyorlar. Korkunun, dehşetin, kaçıp gitme arzunun üstünü örtüyor, gerçek olmayan bir gerçeklik icat ediyor, hepimizin o gerçekliğe inanmamızı, o gerçekliğin totemlerinin, bayrak direklerinin etrafında kenetlenip dans etmemizi bekliyorlar.
Karatahtalar önünde sözlüye kaldırıp, vatan için dökülen kanın asil ve kutsal olduğunu, boşa akmadığını, asla yerde kalmayacağını öğretiyorlar okumayı yeni sökmüş miniklere.
“Bu vatan hepimizin” diyorlar, ama ‘hepimiz’e beni, sizi, onları, başkalarını katmıyorlar; vatan onlar kimi isterse onların vatanı oluyor, ama asla ekmeğini oradan çıkaranların, oraya düşüp oraya gömülenlerin değil.
Yukarılarda bir yerlerde, gücün, iktidarın etrafında dönüp duran pervane böcekleri, kâh gözyaşı döküp kâh meydan okuyarak maskeli balolarda birbirini ağırlayan muktedirler, beyler ve efendiler, can korkusu, evlat acısı, yürek yarası bilmeyen gidi gidiler, kösele suratlı tuzu kurular…
Aşağıda, işsizi, çobanı, işçisi, anasızı, babasızı, bahtsızı, kadersizi, kademsizi; zorunlu göçün, depremin, krizin mağduru. Yirmisinde, on sekizinde, yirmi üçünde. Tek çocuğu, kazan artığı, üç çocuklusu. Anası merdiven silen, babası hep hasta olup çalışamayan, bacısı evde, evlenip dayağını yiyeceği en uygun koca adayını bekleyen.
Sizi kim anlar, kim yanar size, kim acır, kim hatırlar sizi?
Başkasının çocuğunu sakınmak
Çocukları ölmeye ve öldürmeye değil, yaşamaya ve yaşatmaya göndereceğimiz günler de gelecek elbet. Ortasından ikiye bölünmüş güzel Kıbrıs’ın şairi Neşe Yaşın’ın dediği gibi, yalnızca kendi vatanımızı değil başkalarının vatanını da sevmeyi öğreneceğimiz, yalnızca kendi oğullarımızı değil, başkalarının oğullarını da sakınacağımız vakitler gelecek. Annelerin korkudan ve kederden değil mutluluktan ağlayacağı zamanlar…
yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
(Ece Ayhan, ‘Meçhul öğrenci anıtı’ndan)
24 yaşındaki Jandarma Uzman Çavuş Ömer Kara’nın annesi Elmas Kara’nın, oğlunun tabutuna sarılıp yüreğinin en derininden çıkardığı, “Sen niye öldün oğlum? Sen neyin bedelisin?” sorusu karşısında başını yere eğmeyecek, gözlerini kaçırmayacak, omzu kalabalık general, ensesi kalın siyaset erbabı yok bu memlekette.
Ama salt onlar mı? Bizler, biz insanlar, biz kalabalıklar da sorumlu değil miyiz çocukların dağlarda, karakollarda, yollarda ölmesinden, öldürmesinden?
Gölge oyununa, mış gibi yapmaya dur demenin vakti gelmedi mi? Öldürülen asker çocuğa da, gerilla çocuğa da yanmanın, ikisinin canının hesabını onları ölüm tarlalarına sürenlerden sormanın zamanı değil mi hâlâ?
‘Şehit asker’e karşılık ‘ölü ele geçirilen terörist’ vicdansızlığını tarihin çöplüğüne yollamakla başlamalı. Türklük-Kürtlük davasıyla akan kan durur mu? Kürtlere hadlerini bildiren, onları tehdit eden, ağzı salyalı kalemşorun katillerle işbirliği yaptığını ilan etmeli. İradesini parmaklıklar ardına havale edip kendini mazlumiyete hapseden Kürtlere “Neden?” diye sormalı. Ölü bedenleri siyasi çıkar kapısı yapanların, şehit haberi aldığında gözleri beleren, kanı kaynayanların ipliğini pazara çıkarmalı.
Milliyetçi-ulusalcı gericilik bertaraf edilmedikçe hiçbir iktidarın bu meseleyi tek başına çözemeyeceğini anlamak gerekiyor. Hiçbir siyasi parti bunun yükünü tek başına omuzlayamaz. Bütün Türkiye, Türkleri ve Kürtleriyle, işte bu yüzden samimiyet sınavında.
Fakat nehirlerin akıyor dağların rüzgarlıdır
Bak yine çarpıyor kalbim
Ortasında kavganın
Gün ola devran döne, umut yetişe.
(Ahmed Arif, ‘Gün ola’dan)
Soru basit, cevabı basit, hayata geçirmesi zor...
Kürtler asker karakollarına, Türkler gerillaların gezdiği yaylalara canlı kalkan olmadıkça bu kan durur mu? Türkiye sokakları, caddeleri, “Barış! Aşiti!” diyen milyonlarca insanla dolmadıkça, barış bizim olur mu? Taptaze nefesli bir sivil itaatsizlik ruhunu yeşertip bütün paradigmaları altüst etmeden, bütün ezberleri bozmadan, gün olur, devran döner, umut yetişir mi?