Agos, 25 Nisan 2008
Binlerce cevabı olan bir soru.
Yerevan’da ayrı, Beyrut’ta ayrı, Halep’te ayrı, Paris’te ayrı, Los Angeles’ta ayrı, İstanbul’da ayrı. Glendale’de, Watertown’da, Alfortville’de, Burc Hamud’da, Kurtuluş’ta ayrı…
Ailesi Der Zor yollarında kalmış, kendisi misyoner yetimhanelerinde büyümüş olanın cevabı ayrı, Sivaslı ana babadan doğup Ermenice bilmeyen New York’lu sanat öğrencisinin cevabı ayrı, Marsilya’da konfeksiyon atölyelerinde ömür tüketmiş, kocası da kendi gibi kılıç artığı olan ihtiyar kadının cevabı ayrı, geçim derdiyle İstanbul’a gelip yaşlılara bakan Yerevanlı hastabakıcının cevabı ayrı.
Yine de, dünyanın farklı enlem ve boylamlarındaki Ermenileri yatay ve dikey olarak kesen bütün çizgilerde, her bireyin yüreğinde ve belleğinde ayrı bir vurguyla dillenen hisler yelpazesi ortak: Hüzün, özlem, naçarlık, korku, öfke, kavga arzusu, haykırış…
1915’te Ermenilerin Trakya ve Anadolu’nun bağrından, Sivas’tan, Adana’dan, Diyarbakır’dan, Samsun’dan, Merzifon’dan, İzmit’ten, Çorlu’dan sökülüp atılmasının, topraklarından sürülüp öldürülmesinin, Ortadoğu’da, Avrupa’da, Amerika’da, bilmedikleri diyarlarda yeni hayatlar kurmak zorunda kalmasının yarattığı acıyı simgeleyen tarih 24 Nisan… Dahası, bu acının görmezden gelinmesi, yok sayılması, küçümsenmesi, sayıya vurulması, politikaya alet edilmesi, tarihten silinmeye çalışılması, velhasıl inkâr edilmesi karşısındaki duygusal patlamanın ifadesi.
*
Yerevan’daki bir tepeye kurulu anıta doğru bir nehir gibi akan, bayramlık kıyafetlerini giymiş, çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, güneşin altında, metin, ağırbaşlı adımlarla yürüyen, ellerindeki kırmızılı beyazlı çiçekleri sırt sırta vermiş soğuk taşların ortasında hiç sönmemecesine yanan ateşin çevresine bırakan binlerce insan. Bütün memleket o ateşin çevresinde dönüyor, ölüleri anmak için hayat bir günlüğüne duruyor. Gomidas’ın derinden yükselen ezgileri bu sessiz yürüyüşe eşlik ederken, tepeye adını veren kırlangıçlar insanların başları üzerinde hızla kanat çırparak geçiyor.
Ulusların mutluluklarını, sevinçlerini paylaştığı günler vardır; Ermenilerin ulusal günü ise yasla birlikte anılır. Ermenice takvimlerde, o gün, geri kalan 364 günden farklı olarak siyah çerçeve içine alınmıştır.
İlk kez 1919’da, İstanbul’da, kendileri de tehcirin ateşten yüzünü görmüş aydınların girişimiyle yas ve anma günü olarak idrak edilen gün, Türkiye’den gayri, dünyanın dört bir yanında, Ermenilerin olduğu her yerde insanları bir araya getirir.
Dermansız bir cerahat gibi duran inkârın yüzsüzlüğüne karşı öfkeyi dil olarak kuşanan, yükselen sloganlarla ve çıkarcı batılı siyasilerin ihtiraslı söylevleriyle masumiyetine gölge düşürülmeye çalışılan, en önde siyah giyimli, ak saçlı ihtiyarların saf tuttuğu, yitip gidenlerin dolmayacak boşluğunu itiraf eden gözyaşlarının damla damla süzüldüğü bir kara gün.
24 Nisan… Kaybedilen yurdun, kaybedilen canların ardından yakılan ağıt; yok edenin, yok sayanın, hor görenin yüzüne karşı yükselen zılgıt.
(Resim: Sarkis Muradyan, "[Gomidas’ın] Son Gece[si]”)
Yaratıcıları anmak
Agos, 25 Nisan 2008
24 Nisan 1915’te, İstanbul’da zaptiyelerin ellerindeki listelere göre tutukladığı iki yüzden fazla Ermeni aydınından pek çoğu, hayatları boyunca ellerinde kalemle fikir mücadelesi vermişlerdi.
Çoğunluğu gazeteci, yazar, öğretmen, siyasetçi ve din adamı olan bu insanların yarıya yakını, sürüldükleri Çankırı ve Ayaş’ta katledildi. İlk sürgün grubuna dahil edilmeyip bir süre daha İstanbul’da kalmasına göz yumulan Krikor Zohrab, Vartkes Serengülyan gibi isimlerse sonraki aylarda onlarla aynı kaderi paylaştı.
O ilk büyük kafileyle sürülenler arasından, kaçıp canını kurtaranlar, isim benzerliği nedeniyle yanlışlıkla sürgün edilenler, özel bir izinle geri dönenler de çıktı. Büyük bestekâr ve din adamı Rahip Gomidas gibi, İstanbul’a dönmesine izin verildiği halde yaşadıkları ve gördükleri nedeniyle akıl sağlığını yitiren ve 20 yıl sonra hastane köşelerinde can verenler de oldu.
24 Nisan, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ‘çart’ (kesim), ‘ağed, yeğern’ (felaket), kafle, seferberlik gibi adlarla anılan ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Büyük Felaket’in başlangıcı değil ama en önemli dönemeçlerinden biridir. Bir halkın kültür hayatını şekillendiren seçkin tabakanın ortadan kaldırılmasının acısı ve etkisi çok büyük olmuş, bu durum sonraki bütün kuşakları etkisi altına alacak bir çoraklaşmaya yol açmıştır.
Ermeniler, bu büyük yaratıcılar grubuna duydukları saygının sonucu olarak 24 Nisan’ı milat kabul ettiler. Onları anmak, bu kadim halkın bütün masum kayıplarını anmak anlamına geliyor.
24 Nisan 1915’te, İstanbul’da zaptiyelerin ellerindeki listelere göre tutukladığı iki yüzden fazla Ermeni aydınından pek çoğu, hayatları boyunca ellerinde kalemle fikir mücadelesi vermişlerdi.
Çoğunluğu gazeteci, yazar, öğretmen, siyasetçi ve din adamı olan bu insanların yarıya yakını, sürüldükleri Çankırı ve Ayaş’ta katledildi. İlk sürgün grubuna dahil edilmeyip bir süre daha İstanbul’da kalmasına göz yumulan Krikor Zohrab, Vartkes Serengülyan gibi isimlerse sonraki aylarda onlarla aynı kaderi paylaştı.
O ilk büyük kafileyle sürülenler arasından, kaçıp canını kurtaranlar, isim benzerliği nedeniyle yanlışlıkla sürgün edilenler, özel bir izinle geri dönenler de çıktı. Büyük bestekâr ve din adamı Rahip Gomidas gibi, İstanbul’a dönmesine izin verildiği halde yaşadıkları ve gördükleri nedeniyle akıl sağlığını yitiren ve 20 yıl sonra hastane köşelerinde can verenler de oldu.
24 Nisan, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ‘çart’ (kesim), ‘ağed, yeğern’ (felaket), kafle, seferberlik gibi adlarla anılan ve yüz binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Büyük Felaket’in başlangıcı değil ama en önemli dönemeçlerinden biridir. Bir halkın kültür hayatını şekillendiren seçkin tabakanın ortadan kaldırılmasının acısı ve etkisi çok büyük olmuş, bu durum sonraki bütün kuşakları etkisi altına alacak bir çoraklaşmaya yol açmıştır.
Ermeniler, bu büyük yaratıcılar grubuna duydukları saygının sonucu olarak 24 Nisan’ı milat kabul ettiler. Onları anmak, bu kadim halkın bütün masum kayıplarını anmak anlamına geliyor.
Yeni yollar
Agos, 25 Nisan 2008
Büyük Felaket’in yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, diasporadaki Ermeniler için öfkelerini bastırıp, aklıselimi ve barışçı bir dili sahiplenmekten başka çıkar yol var mı?
Devletin bütün imkânlarını seferber ederek sürdürdüğü inkâr kampanyasına karşı mücadeleyi elden bırakmamak elbette önemli. Ancak, 1915’te yaşananları kendince geçerli nedenlerle soykırım olarak tanımlamaktan kaçınan herkesi inkârcı ve düşman ilan etmek de akıl kârı değil.
Yaşanan acıların önünde saygıyla eğilen, on yıllardır süren inkâra karşı mücadele eden ve sayıları giderek artan Türkiyelilerle bir araya gelmek için yollar aramak, onlarla özgürce konuşabilmenin önündeki engelleri kaldırmak, işbirliği kanallarını açık tutmak, Türkiye kamuoyunun doğru bilgilenmesini sağlayacak projelere imza atmak gerek.
Vaktinde, katliamdan kaçan Ermeni muhacirleri saklayıp onları Rusların kontrolü altındaki emniyetli bölgelere geçiren Dersimli Alevi Kürtleri, İttihatçıların katil emirlerine karşı çıktığı için görevden alınan, hatta öldürülen Osmanlı memurlarını hatırlamak, 1915’e dair anlatıya onları da dahil eden bir yaklaşım geliştirmek gerek.
Özcü bir bakış açısıyla bütün Türkleri ve art arda gelen nesilleri cinayetle suçlamanın, diplomatik ayak oyunlarına alet olup Türkiye’yi nafile yere köşeye sıkıştırmaya çalışmanın zamanı değil artık. Profesör Papazian’ın geçen haftaki Agos’ta belirttiği gibi, Türkiye’nin sorunlarını özgürce tartışıp geçmişiyle yüzleşmesini isteyenlerin verdiği mücadeleye destek olmak, belki de yapılacak en doğru şey.
Büyük Felaket’in yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, diasporadaki Ermeniler için öfkelerini bastırıp, aklıselimi ve barışçı bir dili sahiplenmekten başka çıkar yol var mı?
Devletin bütün imkânlarını seferber ederek sürdürdüğü inkâr kampanyasına karşı mücadeleyi elden bırakmamak elbette önemli. Ancak, 1915’te yaşananları kendince geçerli nedenlerle soykırım olarak tanımlamaktan kaçınan herkesi inkârcı ve düşman ilan etmek de akıl kârı değil.
Yaşanan acıların önünde saygıyla eğilen, on yıllardır süren inkâra karşı mücadele eden ve sayıları giderek artan Türkiyelilerle bir araya gelmek için yollar aramak, onlarla özgürce konuşabilmenin önündeki engelleri kaldırmak, işbirliği kanallarını açık tutmak, Türkiye kamuoyunun doğru bilgilenmesini sağlayacak projelere imza atmak gerek.
Vaktinde, katliamdan kaçan Ermeni muhacirleri saklayıp onları Rusların kontrolü altındaki emniyetli bölgelere geçiren Dersimli Alevi Kürtleri, İttihatçıların katil emirlerine karşı çıktığı için görevden alınan, hatta öldürülen Osmanlı memurlarını hatırlamak, 1915’e dair anlatıya onları da dahil eden bir yaklaşım geliştirmek gerek.
Özcü bir bakış açısıyla bütün Türkleri ve art arda gelen nesilleri cinayetle suçlamanın, diplomatik ayak oyunlarına alet olup Türkiye’yi nafile yere köşeye sıkıştırmaya çalışmanın zamanı değil artık. Profesör Papazian’ın geçen haftaki Agos’ta belirttiği gibi, Türkiye’nin sorunlarını özgürce tartışıp geçmişiyle yüzleşmesini isteyenlerin verdiği mücadeleye destek olmak, belki de yapılacak en doğru şey.
Gerçek töre
Agos, 18 Nisan 2008
İtalyan sanatçı Pippa Bacca’nın tecavüze uğradıktan sonra öldürülmesi, Türkiye’de kadın sorununu acı bir şekilde gözler önüne serdi; bir kez daha.
Bacca’nın bir Batı ülkesinin yurttaşı olması, olayın dünya medyasında yer alması, yapılan tartışmalarda Türklük, Batılılık, Avrupalılık kavramlarının öne çıkmasına neden oluyor.
Kurbanın bir ‘yabancı’ olmasının yaşanan korkunç olayda önemsiz bir ayrıntı olduğu iddia edilemez elbette. Ancak, onun başına gelenlerin Türkiye’de kadınların her gün yeniden ve yeniden yaşadığı sorunların bir tezahürü olduğu da gözden kaçırılmamalı. Bacca’nın öldürülmesi, namus kavramından, töre cinayetlerinden, Batman’daki kadın ‘intihar’larından, Güldünya Tören’den ve diğer kadın kurbanlardan bağımsız tartışılamaz.
Hürriyet’in genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, töre cinayetlerinin çokça tartışıldığı bir sırada kaleme aldığı bir yazıda, bu tür olayların daha çok Güneydoğu’da yaşandığını ve esasında Kürtlerin sorunu olduğunu iddia etmiş, böylece pek çok farklı etkenin rol oynadığı karmaşık bir olguyu Türkiye’nin kara koyunu Kürtlere havale ederek, kendince “Türkleri” temize çıkarmıştı (‘Asıl Kürt Sorunu Bu’, 14 Haziran 2006).
Oysa, Özkök’ün sözlerini ve Bacca’nın katledilmesiyle ortaya çıkan fotoğrafı birlikte düşündüğümüzde, Türkiye’de esas sorunun, hâkim ‘töre’nin, zayıfı, öteki’ni ezmeyi normalleştirmesinde yattığını görmek hiç de zor değil.
İtalyan sanatçı Pippa Bacca’nın tecavüze uğradıktan sonra öldürülmesi, Türkiye’de kadın sorununu acı bir şekilde gözler önüne serdi; bir kez daha.
Bacca’nın bir Batı ülkesinin yurttaşı olması, olayın dünya medyasında yer alması, yapılan tartışmalarda Türklük, Batılılık, Avrupalılık kavramlarının öne çıkmasına neden oluyor.
Kurbanın bir ‘yabancı’ olmasının yaşanan korkunç olayda önemsiz bir ayrıntı olduğu iddia edilemez elbette. Ancak, onun başına gelenlerin Türkiye’de kadınların her gün yeniden ve yeniden yaşadığı sorunların bir tezahürü olduğu da gözden kaçırılmamalı. Bacca’nın öldürülmesi, namus kavramından, töre cinayetlerinden, Batman’daki kadın ‘intihar’larından, Güldünya Tören’den ve diğer kadın kurbanlardan bağımsız tartışılamaz.
Hürriyet’in genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, töre cinayetlerinin çokça tartışıldığı bir sırada kaleme aldığı bir yazıda, bu tür olayların daha çok Güneydoğu’da yaşandığını ve esasında Kürtlerin sorunu olduğunu iddia etmiş, böylece pek çok farklı etkenin rol oynadığı karmaşık bir olguyu Türkiye’nin kara koyunu Kürtlere havale ederek, kendince “Türkleri” temize çıkarmıştı (‘Asıl Kürt Sorunu Bu’, 14 Haziran 2006).
Oysa, Özkök’ün sözlerini ve Bacca’nın katledilmesiyle ortaya çıkan fotoğrafı birlikte düşündüğümüzde, Türkiye’de esas sorunun, hâkim ‘töre’nin, zayıfı, öteki’ni ezmeyi normalleştirmesinde yattığını görmek hiç de zor değil.
İstifa
Agos, 18 Nisan 2008
Pippa Bacca’nın tecavüze uğrayıp öldürülmesinin Türkiye’de kimseyi şaşırtmamış olması, aslında içinde yaşadığımız ruh iklimini başka hiçbir söze gerek bırakmadan anlatıyor.
Tek başına bir kadın, Edirne’den girdiği bu yabancı memlekette başına bir şey gelmeden yolculuğunu tamamlayıp İskenderun gümrük kapısından çıkış yapsaydı, bu maceranın olası sonuçlarını pekâlâ kestiren bizler asıl o zaman şaşırmayacak mıydık?
Bacca’nın cansız bedeni üzerine hüzünlü manşetler atarken Türklük siyaseti gözetmeyi aslında hiç bırakmayan gazetelerin, iki sütun ötede Alman şansölyesi Angela Merkel’in dekoltesiyle “büyülediğini”, Fransa’nın first lady’si Carla Bruni’nin çıplak fotoğraflarının bilmem kaç bin dolara alıcı bulduğunu koca koca fotoğraflarla muştulamalarına ne diyeceğiz?
İtalya’dan barış mesajı vermek için yollara düşen, üstelik bunu, evinde kırmızıya boyadığı gelinliğiyle bir enstalasyon yaparak gerçekleştirebilecekken, savaşların yaşandığı coğrafyalarda yaptığı yolculuğun izlerini gelinliğine düşürerek yapmayı tercih eden bir kadın sanatçı Gebze’de tecavüze uğradı ve öldürüldü.
Bu korkunç olayı Bacca’nın gülen fotoğraflarının, perişan haldeki annesinin ve kız kardeşinin dostluk mesajlarının arkasına sığınarak tartışabilen Türkiye’de kavramlar havada uçuşuyor: Türklük, Avrupalılık, iyilikseverlik, sapıklık, vahşet, muhafazakârlık... Çocukluk hastalıklarına ve ergenlik buhranlarına sımsıkı sarılmış bir toplumun komplekslerini, bitimsiz sorunlarını örtmeye yarayan bir laf kalabalığı.
Hepsini bir kenara bırakıp kadınlığı konuşmak gerek. Türkiye’de kadın olmayı. Ve onunla birlikte, kaçınılmaz olarak, erkekliği...
Kadına yönelik şiddeti, töre cinayetlerini, namusu, etek boyunu, topuklu ayakkabıyı, rüzgârda savrulan saçları, cinsiyetçiliği, ayrımcılığı, çocukları, mutfağı, bulaşığı, çamaşırı, kadın emeğini.
Kadın olmak, ezilmek demek bu ülkede.
Gözünüzün önüne getirin. Öyle tekinsiz, adı çıkmış yerler olması şart değil. Bir şehir merkezinde, gece yarısı olsun. Havada hafiften alkol kokusu, yarı yarıya kapanmış mağazalar ve bir erkek kalabalığı. Caddede bir kadının, bir başına yürüyerek geçtiğini düşleyin. Karanlığın içinde, başını yerden kaldırmadan, sıkı sıkıya çantasına sarılarak, hızlı adımlarla ve görünmez olmayı dileyerek.
Türkiye hakkında söyleyeceğimiz iyi şeyler, işte o kadının o caddeden sözlü veya fiili tacize uğramadan geçebilme ihtimali kadardır.
Biz erkekler, o kadının yerinde olmak ister miyiz? Pippa’nın acısını bütün eklemlerinde hisseden kadınlar gibi derinde duyabilir miyiz tecavüzü?
Peki, erkeklikten istifa etmeyi hayal edebilir miyiz? Toplumsal normların yarattığı bütün erkeklik değerlerine sırt çevirmeyi. Erkekliğe dair bütün sınavlardan çakmaya razı olmayı. Erkek egemenliğinin nesiller boyunca bizlere öğrettiği, DNA’larımıza nakşettiği bütün arazları söküp atmayı. Dilden, bedenden, hal ve tavırdan, her şeyden…
Kadın bedeninin metalaştırılmasına, kadın emeğinin sömürülmesine, kadınların görmezden gelinmesine, kadınların eve tıkılmasına, onlara annelikten başka rolün uygun görülmemesine meydan okumaya ve bunu erkek doğmuş olmaktan kaynaklanan bir mahcubiyetle yapmaya razı olabilir miyiz?
Ah, bunun için ne kadar çok çaba harcamamız gerek.
Biz erkekler, bize erkeklik olarak belletilen her şeyden istifa etmedikçe Pippa’nın tecavüze uğramasına, öldürülmesine şaşırmamak hepimizin kaderi olacak.
Pippa Bacca’nın tecavüze uğrayıp öldürülmesinin Türkiye’de kimseyi şaşırtmamış olması, aslında içinde yaşadığımız ruh iklimini başka hiçbir söze gerek bırakmadan anlatıyor.
Tek başına bir kadın, Edirne’den girdiği bu yabancı memlekette başına bir şey gelmeden yolculuğunu tamamlayıp İskenderun gümrük kapısından çıkış yapsaydı, bu maceranın olası sonuçlarını pekâlâ kestiren bizler asıl o zaman şaşırmayacak mıydık?
Bacca’nın cansız bedeni üzerine hüzünlü manşetler atarken Türklük siyaseti gözetmeyi aslında hiç bırakmayan gazetelerin, iki sütun ötede Alman şansölyesi Angela Merkel’in dekoltesiyle “büyülediğini”, Fransa’nın first lady’si Carla Bruni’nin çıplak fotoğraflarının bilmem kaç bin dolara alıcı bulduğunu koca koca fotoğraflarla muştulamalarına ne diyeceğiz?
İtalya’dan barış mesajı vermek için yollara düşen, üstelik bunu, evinde kırmızıya boyadığı gelinliğiyle bir enstalasyon yaparak gerçekleştirebilecekken, savaşların yaşandığı coğrafyalarda yaptığı yolculuğun izlerini gelinliğine düşürerek yapmayı tercih eden bir kadın sanatçı Gebze’de tecavüze uğradı ve öldürüldü.
Bu korkunç olayı Bacca’nın gülen fotoğraflarının, perişan haldeki annesinin ve kız kardeşinin dostluk mesajlarının arkasına sığınarak tartışabilen Türkiye’de kavramlar havada uçuşuyor: Türklük, Avrupalılık, iyilikseverlik, sapıklık, vahşet, muhafazakârlık... Çocukluk hastalıklarına ve ergenlik buhranlarına sımsıkı sarılmış bir toplumun komplekslerini, bitimsiz sorunlarını örtmeye yarayan bir laf kalabalığı.
Hepsini bir kenara bırakıp kadınlığı konuşmak gerek. Türkiye’de kadın olmayı. Ve onunla birlikte, kaçınılmaz olarak, erkekliği...
Kadına yönelik şiddeti, töre cinayetlerini, namusu, etek boyunu, topuklu ayakkabıyı, rüzgârda savrulan saçları, cinsiyetçiliği, ayrımcılığı, çocukları, mutfağı, bulaşığı, çamaşırı, kadın emeğini.
Kadın olmak, ezilmek demek bu ülkede.
Gözünüzün önüne getirin. Öyle tekinsiz, adı çıkmış yerler olması şart değil. Bir şehir merkezinde, gece yarısı olsun. Havada hafiften alkol kokusu, yarı yarıya kapanmış mağazalar ve bir erkek kalabalığı. Caddede bir kadının, bir başına yürüyerek geçtiğini düşleyin. Karanlığın içinde, başını yerden kaldırmadan, sıkı sıkıya çantasına sarılarak, hızlı adımlarla ve görünmez olmayı dileyerek.
Türkiye hakkında söyleyeceğimiz iyi şeyler, işte o kadının o caddeden sözlü veya fiili tacize uğramadan geçebilme ihtimali kadardır.
Biz erkekler, o kadının yerinde olmak ister miyiz? Pippa’nın acısını bütün eklemlerinde hisseden kadınlar gibi derinde duyabilir miyiz tecavüzü?
Peki, erkeklikten istifa etmeyi hayal edebilir miyiz? Toplumsal normların yarattığı bütün erkeklik değerlerine sırt çevirmeyi. Erkekliğe dair bütün sınavlardan çakmaya razı olmayı. Erkek egemenliğinin nesiller boyunca bizlere öğrettiği, DNA’larımıza nakşettiği bütün arazları söküp atmayı. Dilden, bedenden, hal ve tavırdan, her şeyden…
Kadın bedeninin metalaştırılmasına, kadın emeğinin sömürülmesine, kadınların görmezden gelinmesine, kadınların eve tıkılmasına, onlara annelikten başka rolün uygun görülmemesine meydan okumaya ve bunu erkek doğmuş olmaktan kaynaklanan bir mahcubiyetle yapmaya razı olabilir miyiz?
Ah, bunun için ne kadar çok çaba harcamamız gerek.
Biz erkekler, bize erkeklik olarak belletilen her şeyden istifa etmedikçe Pippa’nın tecavüze uğramasına, öldürülmesine şaşırmamak hepimizin kaderi olacak.
Olan Nokta’ya oldu
Agos, 18 Nisan 2008
Bundan bir yıl önce, haftalık Nokta dergisi, ordu içindeki bazı generallerin darbe planlarını Oramiral Özden Örnek’in günlüklerine dayanarak ifşa ettiği için mahkeme kararıyla polis tarafından basıldı. Derginin bütün bilgisayarları, bütün dosyaları incelendi ve derginin sahibi birkaç hafta sonra baskıları gerekçe göstererek derginin yayınına son vermek zorunda kaldı.
Geçen sürede, Emekli Oramiral Örnek, derginin yayın yönetmeni Alper Görmüş’e bir hakaret davası açtı. Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan bu davada, Görmüş, suçun yasal unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraat etti. Bu arada, Ergenekon operasyonu kapsamında yapılan inceleme sonucunda Nokta’da yayımlanan belgelerin özgünlüğü Emniyet raporuyla teyit edilmişti. Hakaret davasına bakan hâkim, Emniyet’in bu raporunu dava dosyasına katmadı ve darbe girişimiyle ilgili soruşturma açılmasını engellemiş oldu.
Yani, Görmüş aklandı, bir başka soruşturma kapsamında yapılan inceleme sonucunda günlüklerin ve dergide yayımlanan belgelerin, dolayısıyla iki darbe planının gerçek olduğu ortaya çıktı. Darbe planı yapanlarla ilgili soruşturma açılmadı. Oysa, bu konuyla ilgili haberleri yayımlayan Nokta bir yıldır kapalı...
Olan, Türkiye’de ordu içindeki cuntalarla ilgili yazılmayanları yazma cesaretini gösteren Nokta dergisine, her hafta derginin basılmasını sabırsızlıkla bekleyen okurlarına, bir de tabii, Türkiye’ye oldu.
Bundan bir yıl önce, haftalık Nokta dergisi, ordu içindeki bazı generallerin darbe planlarını Oramiral Özden Örnek’in günlüklerine dayanarak ifşa ettiği için mahkeme kararıyla polis tarafından basıldı. Derginin bütün bilgisayarları, bütün dosyaları incelendi ve derginin sahibi birkaç hafta sonra baskıları gerekçe göstererek derginin yayınına son vermek zorunda kaldı.
Geçen sürede, Emekli Oramiral Örnek, derginin yayın yönetmeni Alper Görmüş’e bir hakaret davası açtı. Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan bu davada, Görmüş, suçun yasal unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle beraat etti. Bu arada, Ergenekon operasyonu kapsamında yapılan inceleme sonucunda Nokta’da yayımlanan belgelerin özgünlüğü Emniyet raporuyla teyit edilmişti. Hakaret davasına bakan hâkim, Emniyet’in bu raporunu dava dosyasına katmadı ve darbe girişimiyle ilgili soruşturma açılmasını engellemiş oldu.
Yani, Görmüş aklandı, bir başka soruşturma kapsamında yapılan inceleme sonucunda günlüklerin ve dergide yayımlanan belgelerin, dolayısıyla iki darbe planının gerçek olduğu ortaya çıktı. Darbe planı yapanlarla ilgili soruşturma açılmadı. Oysa, bu konuyla ilgili haberleri yayımlayan Nokta bir yıldır kapalı...
Olan, Türkiye’de ordu içindeki cuntalarla ilgili yazılmayanları yazma cesaretini gösteren Nokta dergisine, her hafta derginin basılmasını sabırsızlıkla bekleyen okurlarına, bir de tabii, Türkiye’ye oldu.
Kıbrıs’ta barış için
Agos, 4 Nisan 2008
Kıbrıs’ta, dört yıl önceki referandumda Türklerin %65 kabul oyuna karşılık Rumların %76 red oyu vermesiyle askıya alınan barış süreci yeniden canlanmaya başladı.
Denktaş, Klerides, Papadopulos gibi ‘tıkaç’ siyasetçilerin sahneden çekilmesi ve Mehmet Ali Talat, Dimitris Hristofyas gibi ılımlı liderlerin seçimleri kazanması bu yeni girişimlere dair umutları yeşertiyor.
Lefkoşa’nın kuzeyiyle güneyini birbirinden ayıran, Türkçede ‘Lokmacı’, Rumcada ise ‘Ledra’ denen bölgedeki barikatın kaldırılması için iki liderin 21 Mart’ta yaptığı görüşme, çıkılan uzun yolda sadece simgesel bir değer taşıyor belki; ancak böylesi kangrene dönüşmüş meselelerde en küçük adımları atmanın dahi ne bedeller gerektirdiği göz önünde bulundurulduğunda, umutsuz olmak için sebep yok.
Tam 45 yıldır kapalı duran barikatın nihayet kaldırılmasını, küçük adanın tarihinde, Berlin Duvarı’nın yıkılması kadar önemli bir dönemeç haline getirmek, iki toplumun temsilcilerinin atacağı adımlara bağlı.
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, Talat-Hristofyas görüşmesinden hemen beş gün sonra adayı ziyaret etmesi, askerlerin Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti konusunda ipleri ellerinden bırakmak istemediğinin en belirgin işareti.
Oysa, iktidar partisinin hukukun en temel ilkelerini hiçe sayan bir kapatma davasıyla köşeye kıstırılmaya çalışıldığı bir ortamda, Kıbrıs sorununun çözümü yolunda sivil bir sesin yükselmesi çok önemli. Zira, onlarca yıldır yüksek perdeden söylenen gayrisivil, milliyetçi ve hamaset dolu marşların Kıbrıs’a barış getirmediği çok açık.
Kıbrıs’ta, dört yıl önceki referandumda Türklerin %65 kabul oyuna karşılık Rumların %76 red oyu vermesiyle askıya alınan barış süreci yeniden canlanmaya başladı.
Denktaş, Klerides, Papadopulos gibi ‘tıkaç’ siyasetçilerin sahneden çekilmesi ve Mehmet Ali Talat, Dimitris Hristofyas gibi ılımlı liderlerin seçimleri kazanması bu yeni girişimlere dair umutları yeşertiyor.
Lefkoşa’nın kuzeyiyle güneyini birbirinden ayıran, Türkçede ‘Lokmacı’, Rumcada ise ‘Ledra’ denen bölgedeki barikatın kaldırılması için iki liderin 21 Mart’ta yaptığı görüşme, çıkılan uzun yolda sadece simgesel bir değer taşıyor belki; ancak böylesi kangrene dönüşmüş meselelerde en küçük adımları atmanın dahi ne bedeller gerektirdiği göz önünde bulundurulduğunda, umutsuz olmak için sebep yok.
Tam 45 yıldır kapalı duran barikatın nihayet kaldırılmasını, küçük adanın tarihinde, Berlin Duvarı’nın yıkılması kadar önemli bir dönemeç haline getirmek, iki toplumun temsilcilerinin atacağı adımlara bağlı.
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın, Talat-Hristofyas görüşmesinden hemen beş gün sonra adayı ziyaret etmesi, askerlerin Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti konusunda ipleri ellerinden bırakmak istemediğinin en belirgin işareti.
Oysa, iktidar partisinin hukukun en temel ilkelerini hiçe sayan bir kapatma davasıyla köşeye kıstırılmaya çalışıldığı bir ortamda, Kıbrıs sorununun çözümü yolunda sivil bir sesin yükselmesi çok önemli. Zira, onlarca yıldır yüksek perdeden söylenen gayrisivil, milliyetçi ve hamaset dolu marşların Kıbrıs’a barış getirmediği çok açık.
Lokmacı Kirkor
Agos, 4 Nisan 2008
Kıbrıs sorunu aklıma hep ünlü şair Hovhannes Tumanyan’ın ‘Gatil mı meğr’ (Bir damla bal) masal-şiirini düşürür.
Masal bu ya… Komşu köye alışverişe giden bir adamın köpeği, bakkalda yere düşen bir damla balın üzerindeki sineğe saldıran kediyi öldürünce, önce kediyle köpeğin sahipleri kavgaya tutuşur, sonra iki köy arasında kan davası çıkar, en sonunda da, iki köyün sahibi olan devletler birbirine girer. Savaş, kan, ölüm… Barış içinde yaşanan, cennet misali yemyeşil topraklarda huzur kalmaz; tarlalar ekilmez, ekinler biçilmez, açlık, kıtlık baş gösterir. Yıllar geçer, savaş sürer, ama artık kimse savaşın çıkış nedenini anımsamaz.
*
Lefkoşa’da, kırk beş yıldır Kıbrıslı Türklerle Rumları birbirinden ayıran ve geçtiğimiz günlerde yıkılmasına karar verilen ‘Lokmacı Barikatı’, adını, o bölgede dükkânı bulunan Lokmacı Kirkor’dan alıyor.
Bugün Lokmacı Kirkor’u kimseler hatırlamıyor.
Kent karpuz misali ortadan ikiye ayrıldığı sırada, onun da hemşerisi Ermeni ve Rumlar gibi güneye göç etmiş olması muhtemel.
Kıbrıs’ın sarı güneşi altında kızgın yağlara attığı küçük hamur topaklarıyla ekmek parasını çıkarıp ailesinin karnını doyurmak için ter döken, adı baki kendi meçhul Kirkor ve onun ardında bırakmak zorunda kaldığı yaşamı, adanın bölünmüşlüğünün yarattığı dramın binlerce örneğinden yalnızca biri.
Kıbrıslı Ermenilerin varlığı, ta 11. yüzyıla, Haçlı Seferleri’ne ve Kilikya Krallığı’na uzanıyor. Adada etnik çatışma başlayana dek, yüzlerce yıllık manastırları, kiliseleri ve dernekleriyle Ermeniler, hayli canlı bir topluluk olarak yaşıyorlardı. Nüfusun çoğunluğunu ise 1915 Felaketi’nden kurtulduktan sonra Anadolu’dan göç edenler oluşturuyordu.
Lokmacı’nın ikiye ayırdığı bölgenin birkaç yüz metre ilerisinde, Venedik surları üzerindeki Paphos (Baf) kapısının çevresi, Lefkoşa’nın Ermeni mahallesiydi. 1960’larda Rumlarla Türkler arasındaki ilk çarpışmalar başladığında, Ermeniler evlerini terk etmek zorunda kaldılar. Bugün, son yılların görece huzurlu ortamında, o mahalledeki Surp Asdvadzadzin Kilisesi, ruhani önderlik binası, 1915 Anıtı ve Melikyan-Uzunyan okulu, Birleşmiş Milletler gözetiminde restore ediliyor.
Kıbrıslı Türklerle Rumların, Mehmet Ali’lerle Dimitrilerin barışına giden ilk adımların Lokmacı Kirkor’un dükkânından ve Ermeni mahallesinden geçmesi, kaderin muzip bir oyunu gibi gülümsüyor bizlere.
Kıbrıs sorunu aklıma hep ünlü şair Hovhannes Tumanyan’ın ‘Gatil mı meğr’ (Bir damla bal) masal-şiirini düşürür.
Masal bu ya… Komşu köye alışverişe giden bir adamın köpeği, bakkalda yere düşen bir damla balın üzerindeki sineğe saldıran kediyi öldürünce, önce kediyle köpeğin sahipleri kavgaya tutuşur, sonra iki köy arasında kan davası çıkar, en sonunda da, iki köyün sahibi olan devletler birbirine girer. Savaş, kan, ölüm… Barış içinde yaşanan, cennet misali yemyeşil topraklarda huzur kalmaz; tarlalar ekilmez, ekinler biçilmez, açlık, kıtlık baş gösterir. Yıllar geçer, savaş sürer, ama artık kimse savaşın çıkış nedenini anımsamaz.
*
Lefkoşa’da, kırk beş yıldır Kıbrıslı Türklerle Rumları birbirinden ayıran ve geçtiğimiz günlerde yıkılmasına karar verilen ‘Lokmacı Barikatı’, adını, o bölgede dükkânı bulunan Lokmacı Kirkor’dan alıyor.
Bugün Lokmacı Kirkor’u kimseler hatırlamıyor.
Kent karpuz misali ortadan ikiye ayrıldığı sırada, onun da hemşerisi Ermeni ve Rumlar gibi güneye göç etmiş olması muhtemel.
Kıbrıs’ın sarı güneşi altında kızgın yağlara attığı küçük hamur topaklarıyla ekmek parasını çıkarıp ailesinin karnını doyurmak için ter döken, adı baki kendi meçhul Kirkor ve onun ardında bırakmak zorunda kaldığı yaşamı, adanın bölünmüşlüğünün yarattığı dramın binlerce örneğinden yalnızca biri.
Kıbrıslı Ermenilerin varlığı, ta 11. yüzyıla, Haçlı Seferleri’ne ve Kilikya Krallığı’na uzanıyor. Adada etnik çatışma başlayana dek, yüzlerce yıllık manastırları, kiliseleri ve dernekleriyle Ermeniler, hayli canlı bir topluluk olarak yaşıyorlardı. Nüfusun çoğunluğunu ise 1915 Felaketi’nden kurtulduktan sonra Anadolu’dan göç edenler oluşturuyordu.
Lokmacı’nın ikiye ayırdığı bölgenin birkaç yüz metre ilerisinde, Venedik surları üzerindeki Paphos (Baf) kapısının çevresi, Lefkoşa’nın Ermeni mahallesiydi. 1960’larda Rumlarla Türkler arasındaki ilk çarpışmalar başladığında, Ermeniler evlerini terk etmek zorunda kaldılar. Bugün, son yılların görece huzurlu ortamında, o mahalledeki Surp Asdvadzadzin Kilisesi, ruhani önderlik binası, 1915 Anıtı ve Melikyan-Uzunyan okulu, Birleşmiş Milletler gözetiminde restore ediliyor.
Kıbrıslı Türklerle Rumların, Mehmet Ali’lerle Dimitrilerin barışına giden ilk adımların Lokmacı Kirkor’un dükkânından ve Ermeni mahallesinden geçmesi, kaderin muzip bir oyunu gibi gülümsüyor bizlere.
“Rakiplerini denize döktü!”
Agos, 4 Nisan 2008
Spor basınımızın ibretlik halinin, gazete sayfalarına hâkim olan şiddet yanlısı dille ilgisi olmadığını söyleyebilir misiniz?
Bilirsiniz, bizim takımlarımız maç değil ‘zafer’ kazanır.
Bir Avrupa takımı karşısında kazanılan başarı, asla salt sportif başarı değil, adeta bir ‘gaza’dır. Mesela şöyle buyurur bir ‘spor yazarı’:
“İsyan, [X takımının] genlerindeki en kuvvetli DNA’dır. Her şey değişir, tek değişmeyen bu inattır. Bunu önce işgalciler öğrendiler. Bundan sonrası için sıraya girsinler.”
Milli takımda en çok gol atan futbolculardan birinin Lefter olduğu ülkede, ‘spor kamuoyu’, Türk vatandaşı olup milli takımda oynayan Aurelio’ya takar kafayı. Bir yorumcu, televizyonda, Aurelio’nun milli maçta gol attıktan sonra haç çıkarmasını içine sindiremediğini söyleyebilir; bu ülkede sanki hiç Hıristiyan yaşamıyordur. Aynı hafta, ‘spordan sorumlu’ devlet bakanı bu görüşü tasdik eden bir demeç bile verir.
Eskinin hakemi, şimdilerin sansasyonlar kralı olan bir başka yorumcu, milli takımın giymesi için üretilen turkuaz formaların tasarımını beğendiğini söyleyen meslektaşlarına vatan hainliğini layık görüp programı terk eder:
“Siz milli marşı da değiştirirsiniz. Sizin gibi insanlarla aynı programda olduğuma utanıyorum!”
Bu tür ırkçı celallenmelerden uzak durma gayretlerini takdir ederek okuduğunuz gazetelerin spor servisleri bile bu dili haberlerine bulaştırmadan yapamaz: Şenlik havasında geçen bir basketbol organizasyonunda smaç şampiyonu olan oyuncu “rakiplerini denize dökmüştür!” Basketbol liginde “ordular [‘takımlar’ değil] üç cephede [‘kulvarda’ değil] savaş [‘mücadele’ değil] vermektedir!” Sağduyusuyla bilinen bir yazar, futbolda orta sahayla savunma arasında bağlantı kuran mevkide oynayan oyuncu için kullanılan ‘ön libero’ tabirini beğenmeyip yeni bir öneride bulunur: “Savaşkan orta saha oyuncusu.”
Şiddetin dili öylesine içselleştirilmiştir ki, sözünün ağırlığını bilen kalemler bile ondan uzak duramaz.
Spor basını, sporun içindeki oyun ruhunu değil, sadece ve sadece ‘zafer’ kazanma ihtimalini sevdiğimizin kanıtıdır bu ülkede.
Spor basınımızın ibretlik halinin, gazete sayfalarına hâkim olan şiddet yanlısı dille ilgisi olmadığını söyleyebilir misiniz?
Bilirsiniz, bizim takımlarımız maç değil ‘zafer’ kazanır.
Bir Avrupa takımı karşısında kazanılan başarı, asla salt sportif başarı değil, adeta bir ‘gaza’dır. Mesela şöyle buyurur bir ‘spor yazarı’:
“İsyan, [X takımının] genlerindeki en kuvvetli DNA’dır. Her şey değişir, tek değişmeyen bu inattır. Bunu önce işgalciler öğrendiler. Bundan sonrası için sıraya girsinler.”
Milli takımda en çok gol atan futbolculardan birinin Lefter olduğu ülkede, ‘spor kamuoyu’, Türk vatandaşı olup milli takımda oynayan Aurelio’ya takar kafayı. Bir yorumcu, televizyonda, Aurelio’nun milli maçta gol attıktan sonra haç çıkarmasını içine sindiremediğini söyleyebilir; bu ülkede sanki hiç Hıristiyan yaşamıyordur. Aynı hafta, ‘spordan sorumlu’ devlet bakanı bu görüşü tasdik eden bir demeç bile verir.
Eskinin hakemi, şimdilerin sansasyonlar kralı olan bir başka yorumcu, milli takımın giymesi için üretilen turkuaz formaların tasarımını beğendiğini söyleyen meslektaşlarına vatan hainliğini layık görüp programı terk eder:
“Siz milli marşı da değiştirirsiniz. Sizin gibi insanlarla aynı programda olduğuma utanıyorum!”
Bu tür ırkçı celallenmelerden uzak durma gayretlerini takdir ederek okuduğunuz gazetelerin spor servisleri bile bu dili haberlerine bulaştırmadan yapamaz: Şenlik havasında geçen bir basketbol organizasyonunda smaç şampiyonu olan oyuncu “rakiplerini denize dökmüştür!” Basketbol liginde “ordular [‘takımlar’ değil] üç cephede [‘kulvarda’ değil] savaş [‘mücadele’ değil] vermektedir!” Sağduyusuyla bilinen bir yazar, futbolda orta sahayla savunma arasında bağlantı kuran mevkide oynayan oyuncu için kullanılan ‘ön libero’ tabirini beğenmeyip yeni bir öneride bulunur: “Savaşkan orta saha oyuncusu.”
Şiddetin dili öylesine içselleştirilmiştir ki, sözünün ağırlığını bilen kalemler bile ondan uzak duramaz.
Spor basını, sporun içindeki oyun ruhunu değil, sadece ve sadece ‘zafer’ kazanma ihtimalini sevdiğimizin kanıtıdır bu ülkede.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)