Agos, 16 Ocak 2009
İşte, cinayetin üzerinden iki yıl geçti bile ve Hrant Dink artık hepimiz için kanlı canlı bir adamdan, hasrete, imrenmeye, yürek çarpıntısına, bir hatıraya, bir fotoğrafa, bir ilkeye, bir görüntüye, bir çift ayakkabıya dönüşüyor hızla.
Ciğerlerimizin söküldüğü saatler, kan kustuğumuz günler, delilikle zar attığımız geceler geride kaldı. O dehşetli vakitlerde yaşadığımız her şey, tatsız bir hatıra gibi, ağzımıza mayhoş bir tat veriyor artık.
Evet, yaşamamız, ayakta durmamız lazımdı. Yemek yememiz, uyumamız, kalkıp ortalığı toplamamız, hayata tutunmamız lazımdı. Verilecek mücadeleler, gidilecek filmler, okunacak kitaplar, girilecek sınavlar, sevilecek kadınlar ve erkekler, bakılacak tatlar vardı.
Zamanla, unutulmanın sisi Hrant Dink’in bedenini sardıkça, o bir simgeye dönüşüyor. Türkiye’nin büyük demokrasi koşusunun en son kurbanı, Türkiye’de Ermenilere yapılanlar hakkında duyulan utancın en büyük kanıtı, bir ifade özgürlüğü kahramanı.
Biz onu ortak hafızamızın müzesine kaldırmak için tanımlamaya çalıştıkça, onun içimizdeki resmi soluklaşmaya, dışımızdaki resmi büyüyüp parlamaya başlıyor. Hrant Dink bütün insani kusurlarından, noksanlıklarından, onu özel kılan kafadan çatlaklıklarından soyunuyor, mükemmelleşiyor. Onu bir tarihe dönüştürüyoruz elbirliğiyle.
O yüzden, 19 Ocak’ları değil, Hrant Dink’i anmalı; içimizde 19 Ocak’ları değil, Hrant’ı yaşatmalı. Evet, zamanla siliniyor her şey; evet, hayatın en acımasız gerçeği unutmak. Ama, yanı başımızdaki o kanlı canlı adamı, bir Yunan tanrısıymış gibi Akropol’e yerleştirip uhrevileştirmeye hakkımız var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder