Türkiye’de yaşayan azınlıkların, adları Ahmet veya Ayşe’den, dinleri İslam’dan farklı olsa da, aslında “bizden, içimizden” olduğunu gereğinden fazla tekrarlamak, söylenmek istenenin aksine, zımnen, sözü edilenlerin “Biz” kategorisinin içinde değil kıyısında, hatta dışında yer aldığını itiraf ediyor. Sanki doğası gereği “O”, “Biz”in (ki Türk, Müslüman ve çoğu zaman Sünnidir) dışında olan, ancak gerek duyulduğunda ve aramıza dahil olma konusundaki istekliliğini, sadakatini, yeteneğini müteaddit kereler ispatlaması halinde “biz”den sayılabilecek bir “gizli yabancı”dır (kanun metinlerinde gayrimüslimlerden “yerli yabancı” olarak söz edilmesiyle paralel bir durumdur bu...).
Bu kategorik ve örtük dışlamaya, şehirli üst-orta sınıf söyleminde çoğu zaman gözleri nemli bir nostalji duygusu eşlik eder. Gayrimüslimlerin yaşadıkları sorunların çözümü veya bu sorunların sorumlularının ifşası hakkında çoğu zaman sessiz kalan bu yaklaşım, onların nicel olarak azalmalarından da yüzeysel, samimiyetsiz bir acınma duygusuyla söz eder. Yurtdışında yaşamayı seçmiş Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin göçlerinde devlet politikalarının hiç rolü yoktur sanki. Yahut, gidenler salt ekonomik gerekçelerle yeni bir ülkede yaşamayı tercih etmiştir. Ermenileri yemekleri, Rumları meyhaneleri, Yahudileri ticari yetenekleri, Süryanileri taş evleriyle vs. anımsamak ve sevmek, neticede onların ortak kültüre yaptıkları katkıyı gösterip yüceltmek amaçlansa da, dünya ve memleket ahvalini “biz” ve “onlar” penceresinden görmekten kurtulamadığımızı gösterir.
Foti Benlisoy, Express dergisinin Temmuz sayısındaki, gayrimüslimlere yönelik bu nostaljikleştirme merakını irdelediği yazısında, şöyle yazıyordu:
Rum meyhanesi, müziği filan derken, meselenin astarı arka plana düştü. ‘Eski Rum evleri’ satın alan kozmopolitizm meraklısı orta üst sınıf mensuplarımız, bu evlerin nasıl olup da boş kaldığını pek sorgulamaya niyetli değildiler herhalde.
Aslında “bizden” olmayan Türkiyeli gayrimüslimleri ancak “bizim mahalleden” olduklarında, seslerini çıkarmadan yaşama alışkanlıklarını sürdürüp, “bize” bir tür kozmopolit zenginlik havası verdiklerinde tahammül edilebilir bulmak düpedüz milliyetçilik ve ayrımcılıktır. Bu zihniyette, Osmanlı döneminden miras bir “emperyal” düşünce biçimi, “millet-i hâkime” ve “millet-i mahkûme” ayrımı önemli rol oynuyor. Bu yüzden, Türkiye’de, etnik veya dinsel kimliğe değil, siyasi-kültürel hak ve sorumluluklara dayalı yurttaşlık anlayışını, milliyetçiliği değil dünya yurttaşlığını teşvik eden yeni bir dil oluşturmak için uğraşmaya ihtiyaç var. Bu dilin ilk harcını bundan yüz yıl önce “Milletim nev-i beşer (insanlık), vatanım rûy-i zemin (yeryüzü)” diyerek atan Tevfik Fikret’i saygıyla anmamak mümkün mü?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder