Lübnan’da görev yapacak Barış Gücü’ne Türkiye’nin asker göndermesi gerektiğini savunanların en önemli savlarından biri, böylesine büyük bir trajedinin mağdurlarına karşı insani yardım görevini yerine getirmenin her ciddi ülkenin sorumluluğu olduğu. İlk bakışta göze sorunsuz, gerçekçi, masumane görünen bir önerme... Oysa, mesele biraz kurcalandığında, zihinlerde birtakım soru işaretlerinin doğması kaçınılmaz.
“İnsani yardım=askeri yardım veya askeri katılım” formülünü hiç sorgulamadan kabullenmeye acaba neden bu kadar teşneyiz? İnsani yardım, gerçekten de, ancak ve ancak asker ve ordu eliyle mi gerçeklenebilir? Bunun başka yolu yok mudur? İsrail saldırılarının mağduru Lübnanlılara insani yardım (tıbbi yardım, gıda, barınak, moral vs.) sağlamanın yegâne hal çaresi, Türkiye kamuoyunun vicdanında gerçek bir “barış gücü” olduğu yolunda güçlü şüpheler uyandıran bir askeri güce, son model silahlarla teçhizatlandırılmış binlerce asker göndermek midir?
İnsani yardım kavramının içini silahla değil de, demokratik, katılıma açık ve gönüllülük esasına dayalı bir halklar arası dayanışmayla doldurmanın yolları üzerine kafa yormak daha verimli bir tartışma ortamı sağlamaz mı? Türkiye’de faaliyet gösteren meslek birliklerinin, sivil toplum örgütlerinin, gazetelerin, televizyonların, siyasi partilerin, insani yardım terimiyle murad edilenin içerik ve boyutlarını sivil bir bakış açısıyla ele alıp, bu yönde ciddi kampanyalar düzenlemesi halinde, coşkulu bir katılımın gerçekleşebileceği ortada. İşaretler, kamuoyunun nabzını tutmak için yapılan anketler, siyasi yelpazenin sağ ve sol cenahından örgütlerin düzenlediği irili ufaklı gösteriler bu durumun kanıtı sayılır.
Hayatımızın her alanına, her anımıza sinmiş görünen, kerameti kendinden menkul militarist düşünce sisteminin, Lübnan’daki savaşın mağdurlarına yardımla ilgili meselede, toplumdaki hâkim dayanışma duygusunu askeri bir zemine kanalize etmesine izin verilmemesi gerekir. Geçtiğimiz hafta Radikal İki'deki zihin açıcı yazısında Yıldırım Türker “Barış sivildir!” derken bu durumu çok iyi anlatıyordu.
Silahların, bombaların konuştuğu bir ortamda insani yardımın burada çizilmeye çalışılan çerçevede ele alınmasını naif, çocuksu bulanlar olacaktır elbet. Turgut Özalvari “bir koyup, üç alalım”cıların hiç susmamacasına konuştuğu “reel-politik” dünyada insanlığın hangi yöne gittiği ortada iken, biraz daha naifliğe ihtiyacımız olmadığı söylenebilir mi?
8 Eylül 2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder