Bir saat kadar arabanın içinde bekledikten sonra kendilerini güçbela arabalı vapura attılar. Hava güzeldi, güneşin batışını seyretmek üzere güverteye çıktılar. Sarkis, hanımıyla kendisine çay, çocuklara da gazozla gofret söyledi. Canları günlerdir sıkkındı ama şu birkaç günlük tatil hiç de fena gelmemişti. Biraz kendilerini dinlemişler, birlikte olmanın tadını çıkararak yaralarını sarmaya çalışmışlardı. Sırpuhi de Sarkis de Hrant’la şahsen tanışmamışlardı ama onu tanırlar, gazetesini okurlardı. Kaç defa televizyonda fikirlerini kendinden geçercesine savunuşuna, karşısındakilere hadlerini en büyük kozu olan içtenliğiyle verişine, onları alttan alta insanlığa davet edişine tanık olmuş, kaç defa “ağzına sağlık be Hrant!” diye hayır duası okumuşlardı oturdukları yerden. O tartışma programlarında, memleketin sahibi olduklarına bin kere emin kalem ve siyaset erbaplarının onu kendilerince köşeye sıkıştırmak için ille de “bir Ermeni vatandaş” olarak ülkeye sadakatini sorgulamalarına kaç defa öfkelenmişlerdi. Peki ya her defasında, cevap ne olursa olsun kazananın kendileri olacağını bilerek “tabii ki soykırımdır” ya da “tabii ki ‘sözde’dir” cümlelerini onun ağzından almaya çalışmaları… Atgözlüklülerin dar dünyasına inat, anadan atadan kalma gerçek hikâyeleriyle, “su çatlağını buldu”larıyla, “kertenkele Abdullah”larıyla ruhların o karanlık, o çamurlu dehlizlerinde nasılsa kalıvermiş son vicdan kırıntılarına seslenişine kaç defa hayran olmuşlardı. Yine de onu televizyonda her gördüklerinde derinlerde bir yerleri sızlamadan duramazdı: “Ahh, bir şey yapacaklar ona!”
Tavit ve Anna küçüktü daha, olan biteni anlamıyorlardı; yine de, anne babalarının üstüne sinmiş hüznü idrak edebiliyorlardı sanki; onlar da mahzundu. Kavga etmeyi bırakmış, sessiz sakin oynuyorlardı. Sarkis’le Sırpuhi birbirlerine Anna’yı gösterip gülümsediler, ufaklık kendi payını bitirmiş, hayran hayran abisinin gofretini seyredip yalanıyordu.
Gürültü o sırada koptu. Bağırış çağırış, birkaç adamın telaşlı adımlarla kaptan köşküne doğru koşuşu, bir el tabanca sesi, sonrasında birkaç dakikalık sessizlik ve nihayet hoparlörlerden yükselen bir anons. Sinirli bir haykırış: “Dikkat dikkat! Şu an itibarıyla vapuru rehin almış bulunuyorum. Kimseye bir zarar gelmeyecek. ‘Hepimiz Ermeniyiz!” diye bağıran bütün şerefsizleri protesto ediyorum. Burası Türkiye! Hepimiz Türküz, hepimiz Müslümanız, hepimiz din kardeşiyiz! Ermeniler haindir, Ermeniyiz diyenler haindir! Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!”
Bir alkış koptu, vapurun dört yanından canhıraş bir tezahürat yükseldi. Karşılarında oturan, daha az önce Anna’nın Sırpuhi’ye “mama!” diye seslenişini duyup, “yabancısınız galiba!” diye merakla soran kadın en ateşlileriydi sanki. “Doğma büyüme İstanbulluyuz” cevabını alınca şaşırmıştı kadın, belli ki inanamamıştı. İşte şimdi de bir yandan “Helal olsun valla! Eve geç de varsam umurumda değil, yetti artık, Türk’üz tabii ya, ne sandınız!” diye yüksek sesle söyleniyor, bir yandan da alkışa devam ediyordu.
Sarkis’le Sırpuhi oturdukları yerde küçüldükçe küçüldüler, çocuklar da onlara sokuldukça sokuldu. O an, yıllardır aklından çıkmış bir hatıra canlandı Sırpuhi’nin gözlerinde. Kendisi Anna’nın yaşındayken, anası her sokağa çıkışta, kapı eşiğinde sıkı sıkıya tembihlerdi: “Surpigim, yavrum benim; sokakta bana ‘mama’ demeyesin he, ‘anne’ diye çağırmayı unutmayasın!” Çocukluğunda biteviye tekrarlanan bir nakarattı bu; “yemeğini ye!” gibi, “dişlerini fırçala!” gibi, uyulmazsa anacığını kızdıran. Sırpuhi yutkundu, bugüne kadar kendi çocuklarına aktarmamıştı bu hayati bilgiyi; unutmuş, gerek duymamıştı. “Eve sağ salim varırsak çocuklara belleteyim ben de” diye düşündü acıyla. Sarkis’le bakıştılar, çocukları daha bir sıkı sardılar kollarında; hep birlikte küçülmeye devam ettiler.