Siamanto: Acıya tanık

Agos, 30 Ocak 2009

2007'den 1915 köprü

Hrant Dink’in öldürülmesinden birkaç gün sonra, kafamın içinde büyüyen bir uğultuyla ortalıkta dolanıp dururken, sırf içimi biraz olsun boşaltabilmek ve hiç değilse yazarken bir başıma kalabilmek için bir yazı yazmaya talip olmuştum.

Hızlı hızlı, nefes nefese yazdım, yazdım. Yazının sonuna geldiğimde, neredeyse gayri ihtiyari olarak bir sürü isim vardı aklımda: “Mücadelelerini ellerindeki kalem dışında bir şeyle yürütmeyi asla düşünmemiş” ve “bir mezar taşı dahi olmamış” onca isim: Taniel Varujan, Yeruhan, Rupen Sevag, Melkon Gürciyan, Rupen Zartaryan, Tılgadıntsi, Ardaşes Harutyunyan, Dikran Çögüryan, Sımpad Pürad, Keğam Parseğyan, Sarkis Minasyan, Garabed Paşayan, Levon Larents, Hampartzum Hampartzumyan, Jak Sayabalyan, Krikor Torosyan, Diran Kelekyan, Krikor Zohrab. Ve, hepsi de 1915’te katledilmiş daha niceleri...

İki yıldır, Hrant Dink’i hep birlikte andığımız günler, yine neredeyse kaçınılmaz olarak, onunla birlikte 1915’te hayatları karartılan yazarları ve gazetecileri düşürüyor aklıma.

Hrant Dink’i o isimlerden bağımsız düşünememenin sebebi ne? İnsanoğlunun gördüğü haksızlıkların en büyüklerinden birinin yüz yıllık inkârı mı? Hrant’ın, her şey bir yana, “Evet, bu bir soykırımdır” dediği için öldürüldüğünü bilmek mi? Yoksa, o isimlerle birlikte anılmanın Hrant’ı epeyce mahcup bir gurura salacağını düşünmek mi?

Bilmiyorum. Belki hiçbiri, belki hepsi ve daha fazlası.

Gelin, bu hafta da, yine Hrant Dink’in aklımıza düşürdüklerinden birini, Siamanto’yu hatırlayalım biraz.

Siamanto: Acıya tanık

Eskiden bir hayata daha çok şey mi sığıyordu acaba? Hayat o zamanlar daha büyük bir macera mıydı?

Agın’dan (Eğin, Kemaliye) çıkıp Kahire’ye, Cenevre’ye, Paris’e, yine Cenevre’ye, Lozan’a, Zürih’e, New York’a, Boston’a, Kafkasya’ya uzanan bir hayat. Bir şair, en âlâsından. Ve bir eylemci, en ateşlisinden. Ve çağının tanığı, en acılısından.

Adom Yarcanyan. Nice nice öğrenci yetiştirmiş hocası Karekin Vartabed Sırvantzdiyants’ın ona verdiği ve benimseyip mahlas yaptığı o güzel ismiyle, Siamanto.

1890’lardan başlayarak Ermenice şiirde yeni yollar çizen şairler kuşağının en parlak isimlerinden biri. Yerevan’da basılan Sovyet-Ermeni Ansiklopedisi’ne, şiirinde 10. yüzyıl şaheseri Nareg’den esintiler bulduracak kadar hakiki bir şair.

*

1878’de Eğin’de, tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğan Adom Yarcanyan, 1891’de babasıyla birlikte İstanbul’a göç etti. Kumkapı’daki Miricanyan ve Üsküdar’daki Berberyan okullarında okudu. 1896’da, 18 yaşındayken, İstanbul’da Ermeni devrimcilerinin eylemlerini takip eden pogromların hemen ardından yurtdışına çıktı. Paris’te, Avrupa Ermeni Öğrenciler Birliği’yle ve Abdülhamit rejimini devirmeye çalışan Taşnaklarla ilişki kurdu.

Manchester’daki ‘Vağvan Tzaynı’ (Yarının Sesi) gazetesinde yayımlanan ilk eseri ‘Aksorvadz Khağağutyun’dan (Sürgün Edilmiş Barış) itibaren, 1894-96 yıllarında Anadolu’da yaşanan katliamların yarattığı dehşeti anlattı. Düşsel bir dünyada, acının, ölümlerin, yok olan ve yeşeren ümitlerin şiirini yazdı. Hıristiyan kaderciliğinin karşısına “Daha nice şafaklar var ki doğmadılar” diyen Rigveda felsefesini koyup, yeni nesilleri, geleceği hep birlikte kurmaya çağırdı.

Eleştirmen Kevork Bardakjian, ele aldığı konular büyük ölçüde halkının yaşadığı trajediyle sınırlı olan Siamanto’nun, biçim ve dilde hep deneysel bir tavrı olduğunu yazar. Onun en büyük başarısı, belki de, Avrupa şiirindeki yeni yönelimlerden, bilhassa Fransızca yazan şairler Paul Verhaeren ve Paul Fort’un denemelerinden etkilendiği, bir tür vers libre (azadaçap, serbest ölçülü) ile Ermenice şiir nehrinin aktığı yatağın yönünü değiştirmesidir.

Haksızlıklara karşı koyma, adalet arayışı, intikam ve bağışlama duygusu, ışık ve güzellik ideallerini anlattığı büyülü, simgesel üslup, onu, Minas Tölölyan’ın deyişiyle “kitlelerin tapındığı” bir şaire dönüştürdü.

1905’ten sonra yazdığı şiirlerde ise, mücadele çağrısı, yerini memleket özlemine, sisler ardında kalan hayallere, kötümser, kötücül rüyalara bırakacaktı. Siamanto, belli ki, genç yaşında memleketinin uzağında kaldığı on yılı aşkın süre içerisinde oradan oraya savrulmaktan yorgun düşmüştü.

1908’de Meşrutiyet ilan edilince nihayet İstanbul’a döndü. 1909’daki Adana Katliamı’nın yarattığı acıyı ‘Garmir Lurer Paregames’ (Dosttan Kırmızı Haberler) kitabında anlattı. Aynı yıl Amerika’ya gitti ve Abdülhamit döneminde Yeni Dünya’ya göç etmiş Ermenileri, memleketlerini elbirliğiyle ayağa kaldırmak için topraklarına davet eden ‘Hayreni Hıraver’i (Memlekete Davet) yayımladı. 1911’de Amerika’dan İstanbul’a döndükten sonra, memleketinin yaptığı çağrıya uyarak Anadolu’ya gitti. Oradan Tiflis’e geçti; Bakü’yü ve Eçmiyadzin’i ziyaret etti.

Bunca memleket gezen şair, kaderin çağrısını bir kez daha dinledi ve İstanbul’a döndü. En yakın yazar dostlarının, kalem ve sütun arkadaşlarının kaderini paylaştı. 24 Nisan 1915 gecesi tutuklandı. Çankırı’ya sürüldü.

Birkaç hafta sonra Ankara yakınlarında öldürüldüğünde henüz 37 yaşındaydı.

Dua

Kuğular bu akşam ümitsizce göçtü zehirli göllerden
Mahzun kızlar zindandaki kardeşlerini düşlüyor
Savaş bitti leylakların bittiği çayırda.
Ağıtlar yakarak ince kadınlar, başları önde
Tabutların ardından gidiyorlar yeraltı geçitlerinde.
Çabuk n’olur, donuyoruz bu vicdansız karanlıkta,
Çabuk götürün bizi o müşfik hayata,
Kardeşlerimizin uyuduğu o kilise mezarlığına.
Öksüz bir kuğu gam çekiyor ruhumda
Ve orda, kan damlıyor gözlerimde taze ölüler üstüne.
Sakatlar ordusu çiğnerken kalbimin patikalarını
Çıplak ayaklı bir kör
Bir duacı aramada kutsal umutla.
Bütün gece uludu çölün kızıl köpekleri
Kumlar üstünde anlaşılmaz, anlatılmaz bir kederle inleyerek.
Ve düşüncelerimin fırtınası yağmurla dindi;
Dalgalar zâlim buzun altında sindi
Dev meşeler çığlık çığlığa
Yaralı kuşlar gibi döktü yapraklarını.
Sonra gece, ıssız bir boşluğa gömüldü.
Ve yalnız, kanlı ayın altında
Kımıltısız, binlerce mermer heykel gibi
Toprağımızın bütün ölüleri, birbirine duaya dirildi.

(Şiirin çevirisi, Chronicle dergisinin 7. sayısında, 1915’te katledilen üç Ermeni şair, Taniel Varujan, Rupen Sevag ve Siamanto için bir ağıt-yazı kaleme alan şair Cem Yavuz’a ait. Yazıya şuradan ulaşmak mümkün.)

Yetim çocuğu yitirmek

Agos, 23 Ocak 2009

Cinayetin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen Hrant Dink’in katlinin toplum vicdanında hâlâ taze bir yara gibi sızlamaya devam etmesinin, Agos’un önünde yine ciddi bir kalabalığın toplanmasının ardında hangi karmaşık duygular var?

Halil Ergün’ün 19 Ocak’ta yaptığı o güzel konuşmada sorduğu soru bu: “Hrant’ın ölümü başka bir şeydi. Sesim çıkmıyordu. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Derin bir vicdan hesaplaşması yaşıyordum. Neydi bu derin acıŞ Neydi?”

Ergün, yaşadığı derin vicdan muhasebesinin sonucunu olağanüstü bir açıklıkla veriyordu Agos’un penceresinden: “Bu, yaralanmış bir vicdandı. Tarihi bir vicdan sarsıntısıydı… Yani Hrant’ın hayatımızdaki derin yeriydi. Kardeşim Hrant, yetim bir halkın yetim çocuğuydu. İşte biz o yetim çocuğu yitirmiştik.”

Hrant Dink’in katledilmesinin milyonlarca Türkiyelinin ruhunda açtığı derin yarığın nedeni, belki de, Agos’un kuruluşundan sonra yaptığı her şeyle kendini göstere göstere Türkiye toplumuna ‘emanet’ etmiş bir Ermeni’ye sahip çıkamamanın suçluluğuydu. Hepimizin gözü önünde, adeta canlı yayında gerçekleşen bu ölümü ta doksan küsur yıl önceki cinayetlere bağlayan görünmez tellerin ilk kez bu kadar net bir şekilde ortaya çıkışıydı.

Bugün, ‘Son Ermeni’nin sokak ortasında, gün ışığında, üç kurşunla öldürülmesi, o gün ‘Ermenilerin’ vahşi muamelelere maruz kaldığı bilgisini, bilinçaltlarından bilinç üstüne taşıyordu.

‘1.500.000+1’ ya da ‘972.246+1’ gibi soğuk rakamsal gerçeklik değil, ‘yetim halkın yetim çocuğuna’ sahip çıkamamanın, ‘emanete hıyanet’ etmenin açtığı gönül yarasıdır bu.

(Fotoğraf: Emine Özcan - Alberto Betta / Bianet)

Türkiye solu ve 1915

Agos, 23 Ocak 2009

‘Özür Diliyorum’ kampanyasının dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermenilerin yüreğini ısıtacağını tahmin etmek zor değildi. Fransa’da 21 aydın ve sanatçının girişimiyle başlayan ve “Ben bir dünya vatandaşı ve felaketten kurtulan Ermenilerin bir evladı olarak, cesaretlerinden dolayı imzacılara müteşekkirim” diyen kampanyanın kısa sürede pek çok kişiye ulaşması, geleceğe umutla bakmak için hâlâ nedenlerimiz olduğunu gösteriyor.

Özür kampanyasının tek hayrı Türkiyeliler ile Ermeniler arasında bir yakınlaşma umudu doğurması değil elbette. 1915’te yaşanan Büyük Felaket nedeniyle özür dileyenlerin vicdanlı tavrı, herkesin öncelikle kendi kapısının önünü süpüreceği bir muhasebe sürecine de imkân tanıyor.

Türkiye’de sol hareketin önemli isimlerinden Ertuğrul Kürkçü’nün Sosyalist Emek gazetesinde yayımlanan ‘Özür Borcu...’ başlıklı yazısı, bu yolda atılan samimi bir adım. Zaten ihtiyacımız olan da, samimiyetten fazlası değil.

Kürkçü’nün, Türkiye solunun 1915 Felaketi hakkında bugüne kadar sergilediği tavrı eleştirerek sosyalistleri özür metninden “vazife çıkarma”ya davet etmesi, solun büyük kısmını etkisi altına alan sessizlik duvarında ciddi bir çatlak oluşturuyor.

Uzun bir alıntı yapmak pahasına, Kürkçü’nün sorularına kulak vermekte yarar var:

“Şimdi herkes elini vicdanına koysun. Son on yılda Türkiye’de nispeten genişleyen ifade özgürlüğü alanı 1915’in öncesi ve sonrasına ilişkin araştırmaları çoğaltmasa, sosyalist hareket, tarihin tanıdığı en büyük etnik temizliklerden biri ve onun sonuçlarıyla politik ve programatik olarak ilgilenecek miydi?

Biz sosyalistler, ‘inkâr’ etmesek de ‘kabul’ ettik mi 1915’te olanları ve onun sonuçlarını? İzini sürdük mü? Bu konuda ‘duyarlı’ olduk mu?

Bir Türk sermaye sınıfının oluşması şunun şurasında 80-90 yıllık bir hikaye. Bu sermaye birikiminin en güçlü kaldıraçlarından birinin gayri Müslim ahalinin mülksüzleştirilmesi, Ermenilerin ‘Büyük Felaket’inin Türk burjuvazisinin doğum günü şenliği olduğunu iyice anladık mı gerçekten? Türk burjuvazisinin ırkçılığın kucağına doğmuş olmasının anlamı üzerinde yeterince düşündük mü?

Bu ‘felaket’ ve onu izleyen ‘mübadeleler’in emekçilerin en iyi eğitilmiş, en modern kesimlerini yeni Türkiye’den kazıyarak, işçi hareketini de, sosyalist hareketi de on yıllardır bir türlü giderilemeyen bir köksüzlük haliyle baş başa bırakmış olduğu hakkında yeterince düşündük mü?”

*

Kürkçü’nün sorularının da gösterdiği gibi, son yıllardaki bazı dönüşümleri dikkate almazsak, Türkiye solu 1915’te yaşanan Büyük Felaket’i bugüne dek tam anlamıyla idrak edemedi. Özellikle 1960’lardan itibaren sol düşüncede baskın olan bir tür Marksist yorum, gayrimüslimleri emperyalizmin Osmanlı topraklarına nüfuz etme aracı, aracısı, komprador burjuvazi olarak görüyordu. 1915 ise, bu işbirlikçi burjuvazinin ‘milli’ sermaye tarafından elimine edilmesi anlamına geliyor, dolayısıyla hayırlı bir gelişme olarak görülüyordu.

Elbette, Ermenilerin başına gelenlerin inkârının vebalini salt sola yıkmak adaletsizliktir. ‘Ermeni’nin Türkiye sağı açısından ‘öteki’ olduğunu ve Türk ulusal kimliğinin inşasında da bu ötekiye ihtiyaç duyulduğunu biliyoruz. Derdimiz, milliyetçilikle bir arada düşünülmesine imkân olmadığına inandığımız sol ideallere ulaşma yolunda bir sorgulamaya katkıda bulunmak.

Kürkçü’nün yorumlarının yaratacağı yankılar, gerçek bir muhasebenin kapısını aralamamıza yardımcı olabilir. Niyet iyi olduktan sonra hiçbir tartışma geç değildir.

Sol ve kardeşlik meselesi

Agos, 23 Ocak 2009

Eylemlerde, gösterilerde çokça tekrarlanan ve yüreğimizden koparak bağırdığımız ‘Yaşasın halkların kardeşliği!’ sloganının solun farklı kimliklere bakışındaki birtakım arızaların üsttünü örttüğünü gözlemlemek mümkün.

Doğası gereği enternasyonalisttir sol; kana, etnik aidiyete önem vermez. Dünyanın farklı yerlerinde, farklı dinlere, farklı etnik kökenlere mensup ezilenlerin sınıfsal mücadelesini yüceltir, onların birliği için çalışır. Ancak, toplumsal roller karmaşıktır. Bir ilişkinin ezileni, başka bir ilişkinin ezeni konumuna geçer kolayca. Fabrikada sömürülen işçi eve gidince karısını döver; yahut işçilerini sömüren patron, ‘x’ milliyetinden olduğu için ayrımcılığa uğrayabilir.

Neyse ki, başta feminist teori olmak üzere, sol hareket içinden ve dışından geliştirilen pek çok eleştiri, bu tür mağduriyetlerin gelecekte gerçekleşecek bir devrimle ortadan kalkacağını savunan determinist ve ertelemeci sol söylemi dönüştürdü. Bugün solda yaşanan tıkanıklığı, kimlik meselesini de içine alan, geniş bu dönüşümün yarattığı sancının sonucu olarak değerlendirmek gerek.

Yeni bir sol da bu dönüşümün sonucunda ortaya çıkacak.

Onu yaşatmak

Agos, 16 Ocak 2009

İşte, cinayetin üzerinden iki yıl geçti bile ve Hrant Dink artık hepimiz için kanlı canlı bir adamdan, hasrete, imrenmeye, yürek çarpıntısına, bir hatıraya, bir fotoğrafa, bir ilkeye, bir görüntüye, bir çift ayakkabıya dönüşüyor hızla.

Ciğerlerimizin söküldüğü saatler, kan kustuğumuz günler, delilikle zar attığımız geceler geride kaldı. O dehşetli vakitlerde yaşadığımız her şey, tatsız bir hatıra gibi, ağzımıza mayhoş bir tat veriyor artık.

Evet, yaşamamız, ayakta durmamız lazımdı. Yemek yememiz, uyumamız, kalkıp ortalığı toplamamız, hayata tutunmamız lazımdı. Verilecek mücadeleler, gidilecek filmler, okunacak kitaplar, girilecek sınavlar, sevilecek kadınlar ve erkekler, bakılacak tatlar vardı.

Zamanla, unutulmanın sisi Hrant Dink’in bedenini sardıkça, o bir simgeye dönüşüyor. Türkiye’nin büyük demokrasi koşusunun en son kurbanı, Türkiye’de Ermenilere yapılanlar hakkında duyulan utancın en büyük kanıtı, bir ifade özgürlüğü kahramanı.

Biz onu ortak hafızamızın müzesine kaldırmak için tanımlamaya çalıştıkça, onun içimizdeki resmi soluklaşmaya, dışımızdaki resmi büyüyüp parlamaya başlıyor. Hrant Dink bütün insani kusurlarından, noksanlıklarından, onu özel kılan kafadan çatlaklıklarından soyunuyor, mükemmelleşiyor. Onu bir tarihe dönüştürüyoruz elbirliğiyle.

O yüzden, 19 Ocak’ları değil, Hrant Dink’i anmalı; içimizde 19 Ocak’ları değil, Hrant’ı yaşatmalı. Evet, zamanla siliniyor her şey; evet, hayatın en acımasız gerçeği unutmak. Ama, yanı başımızdaki o kanlı canlı adamı, bir Yunan tanrısıymış gibi Akropol’e yerleştirip uhrevileştirmeye hakkımız var mı?

Yusuf’un güzel suskunluğu

Agos, 16 Ocak 2009

Geçen haftaki Agos’ta Erol Katırcıoğlu’nun da yazdığı gibi, Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ filmi, belki her şeyden önce, devletin insan hayatını nasıl hoyratça söndürebildiğini gösteriyor bize.

Filmde, ölüm oruçlarından miras kalan hastalığı nedeniyle on yıllık mahpusluğundan kurtulan Yusuf (Onur Saylak), memleketi Hopa’ya dönüp anasının yanına sığınıyor. Ancak bu dönüş hayata değil, ölüme doğrudur. Yusuf kendisini var eden her şeye, ailesine, köyüne, çocukluk arkadaşlarına elveda demek derdindedir. Memleketinin manzaralarına bakıp bakıp hatırlar; belki daha önce fark etmediği nice ayrıntının ayırdına varır. Kendi kısa kişisel tarihinin dönüm noktaları, üniversitelerdeki öğrenci eylemleri, cezaevi baskınları ve yoldaşlarıyla birlikte girdiği umutlu yol da onunla birlikte yaşamakta, farklı anlamlara bürünerek de olsa varlığını sürdürmektedir.

İçindeki sosyalizm umudunu örgütlü mücadeleyle gerçeğe dönüştürmek istediği için hapse düşerek ilk darbeyi yemiştir Yusuf. Siyasi tutukluları F tipi cezaevlerine kapatmak için yapılan ‘Hayata Dönüş’ operasyonunda ise devletin en vahşi yüzünü görür. Arkadaşlarını kaybeder; içindeki umut da, öksürüğün alıp götürdüğü bedeni gibi solup gitmektedir.

Bu noktada Yusuf’un suskunluğu bize ne kadar çok şey anlatır.

Sonbahar’ın insanın içine böyle derinden işlemesinin sırrı, tam da Yusuf’un suskunluğunda gizli. O derin suskunluk, vadiye akan Karadeniz evlerinin, filmde sıkça gördüğümüz ferah pencerelerini andırıyor. O suskunluğun penceresinde Yusuf’u, onun umutlarını, beklentilerini, hayal kırıklıklarını, öfkesini görüyoruz. Kendi hayatımıza dair her şeyi de yine Yusuf’un suskunluğunun hikâyede açtığı boşluğa dolduruyoruz. Bu pencerenin sağladığı sınırsız hayal gücü imkânı, Sonbahar’ı daha güzel bir film haline getiriyor.

Bu yüzden, Özcan Alper’i saha sert, daha tempolu, ölüm oruçlarını ve F tiplerinin insanda yarattığı tahribatı daha doğrudan gösteren bir film yapmadığı için eleştirenler haksızlık yapıyorlar.

*

Filme dair küçük bir not da, Yusuf’un çocukluk arkadaşı Mikail’e (Serkan Keskin) dair. Sol siyasetle hiç ilgilenmemiş, hatta hali tavrıyla, maçlarda beyaz bere takıp “Hepimiz Ogün’üz” diye bağıracakmış gibi bir izlenim bırakan marangoz Mikail’in, Yusuf’la oturduğu bir içki sofrasında, yoksulluğa, çaresizliğe, yeni türedi zenginliğe ve ellerinden kayıp giden hayata isyanını “Sosyalizm de öldü anasını satayım!” diyerek dışavurması, insanda hüzünlü bir tebessüm uyandırıyor. Sosyalizmle işi olmamış, muhtemelen Yusuf’un o yollara neden girdiğini de hiç anlamamış bıçkın delikanlı, kapitalizmin insanı çaresiz bırakan, paralize eden zaferinin acısını teninde o kadar yoğun hisseder ki, kendisi inanmasa da, başka türlü bir hayatın mümkün olduğuna dair umudun canlı olduğu zamanlara özlem duyar.

Reel sosyalizmin çöküşü, tarihin akışını gerçekten de kökten değiştirdi. Ama Yusuf’ların ve Mikail’lerin insanca yaşama mücadelesi sessiz sedasız devam ediyor.

Ergenekon’u hafife almanın anlamı

Agos, 16 Ocak 2009

Ortaya krokiler çıkıyor, memleketin dört bir yanında yeraltına gömülmüş silahlar, el bombaları, lav tüfekleri çıkıyor ama Türkiye’de birileri hâlâ Ergenekon davasını hafife almaktan medet uman bir siyasetin peşine takılmış, kendince hukuk mücadelesi veriyor.

Hürriyet yazarı Yılmaz Özdil mesela, binlerce sayfalık bir iddianame üzerine kurulu mahkemeyi, bin vuruşluk bir köşe yazısıyla yerle bir ediyor:

Kestane ağacına sırtını ver...
20 adım yürü.
Beyaz bi kaya var orada. ‘X’ işaretli. Dön şimdi ordan...
Kayaya sırtını ver. 20 adım yürü. Kestane ağacı göreceksin.
Çömel... Kaz orayı.
Casus filminizin en heyecanlı yerine limon sıkmak istemem ama, ben hayatımda bu kadar geri zekálı bi derin devlet görmedim...
Atatürk Evi'nin bahçesine silah gömmüş, maazallah unuturum munuturum diye, kroki çizmiş!” (“Anıtkabir'i de kazar bunlar...”, 11Ocak)


Kim bilir hangi faili meçhuller için kullanılmış, kim bilir hangi faili meçhullerde kullanılacak, kim bilir hangi gazetecileri, hangi gariban Ermenileri, siyasileri, din adamlarını, misyonerleri öldürecek silahlardan, mermilerden söz ediyoruz.

Ergenekon örgütü, sansasyonel suikastlar ve eylemler düzenleyerek Türkiye’yi darbe iklimine doğru sürüklemeye çalışıyordu. O darbe hepimizin hayatını karartacaktı, bundan hiç şüphemiz yok.

Oysa birileri hâlâ, zanlıların gözaltı koşullarıyla gündemi bulandırıp, Türkiye tarihinin en büyük yargılamasını önemsizmiş gibi göstermeye çalışıyor.

Ergenekon zihniyeti, basınının sayfalarında da kol geziyor.

Şen hatıralarla

Agos, 9 Ocak 2009

Hayat akıp gidiyor. ‘Patriksiz bir Patrikhane’nin nasıl bir şey olacağına dair ilk işareti almamız için de çok fazla beklememiz gerekmedi.

Yılın son günlerinde, Türkiye Ermenileri Patrikliği Basın Sözcülüğü, Star ve Hürriyet gazetelerine yazılı bir açıklama göndererek, ‘Özür Diliyorum’ kampanyasıyla ilgili görüşlerini açıkladı.

Tarihi tarihe bırakalım, geçmişin acılarını kaşımayalım, güzelliklerden konuşup geleceğe bakalım diyen, sade suya tirit bir basın açıklamasıydı bu.

Böylece, Patriklik, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesinin, ancak geçmişten gelen acıları kabullenip onları özgürce tartışmakla olacağına inanan Türkiyeli yurttaşlarına, bunun yanlış tavır olduğu, geçmişle ilgilenmenin, yaraları kaşımak anlamına geleceği yönünde uyarıda bulunmuş, adeta ‘doğru yolu’ göstermiş oldu.

Bu tutumun, devletin resmi tezleriyle, imza kampanyası sonrasında öfkeyle esip gürleyen Başbakan’la ve özür dileyenlerin üzerine çullanan milliyetçi kesimlerle aynı çizgide olması ise, elbette ki sadece tesadüf!

Böylece, Ermeni Patrikliği, barışçı bir geleceğin ancak ve ancak güzel şeylerden konuşarak inşa edilebileceğini cümle âleme duyurmuş oldu.

Ne güzel. Unutalım 1915’i, unutalım 1934’ü, unutalım 1941’i, 1942’yi, 1955’i, 1974’ü. Unutalım 19 Ocak 2007’yi.

Acı olayları hatırlamaya ne gerek var? Güzel şeylerden konuşalım, topikten, dolmadan...

Fonda da, Bimen Şen’in kürdili hicazkâr şarkısı, “Yüzüm şen, hatıram şen, meclisim şen, mevkiim gülşen...”

Var mı bizden iyisi?

Turnusol testi

Agos, 9 Ocak 2009

Ruhani Kurul’un Patriklik’le ilgili yok hükmündeki kararının ve o kararın uyandırdığı tepkilerin kaynağında derin mi derin bir dünya görüşü farklılığı var. Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yaşananlar ise, bu farklılığın iyice billurlaşıp keskinleşmesini sağlamaya aday.

Gelişmeler, Agos’un ilk yıllarından bu yana gündemde tuttuğu bir tartışma göz önünde bulundurularak anlaşılabilir ancak: Türkiye Ermeni toplumunun sorunlarının çözümünde sivil iradenin ne kadar ağırlığı olacağı, önümüzdeki dönemde, belki de her şeyden daha belirleyici olacak.

Türkiye’nin derin bir dönüşümün sancılarını yaşadığı, milliyetçiliğin ve militarizimin ülkenin dizginlerini ele geçirmek için fırsat kolladığı, ekonomik ve siyasi krizlerin dünyanın çehresini köklü bir şekilde değiştirmeye başladığı bir dönemde, 60 bin kişilik küçük Ermeni nüfusunun sivilleşme ve sekülerleşme çabaları, gelecek adına bir turnusol testi niteliğine bürünüyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Cumhuriyet idaresi boyunca yediği şiddetli darbelerin etkisiyle hayatın her alanında inanılmaz güç kaybeden ve artık salt ayakta kalma mücadelesi veren Ermeni toplumunun önümüzdeki döneme biraz olsun güvenli bakmasını, bu tartışmada demokratik eğilimin ağırlık kazanarak çıkması sağlayacak.

O yüzden, “Patrikliğin zaten siyasi temsil gibi bir özelliği yok” diyerek topu taca atanlara, “Ermeni kurumlarının zaten siviller yönetiyor” diyerek karnından konuşanlara rağbet etmemek, sorunların çözümü için idare-i maslahatın değil, gerçek teşhislerin peşinden gitmek gerek.

Mayın tarlasında raksa heves etmek

26 Eylül’de, Patrik II. Mesrob’un sağlık durumu nedeniyle ufukta bir patriklik seçiminin göründüğü varsayımından hareketle şöyle yazmıştık: “Her patriklik seçimi, cemaatte ayrışmaları körükleyen, farklı kesimlerin, devletin, Eçmiyadzin’in ve uluslarararası diplomasinin etkilemeye çalıştığı kaotik bir ortamı davet ediyor; cemaat her seçimde biraz daha sarsılıyor. Bu dönemi en az hasarla atlatmak için ise, üzerine geleceğin bina edileceği temelleri tartışmaya açmak şart.”

Ruhani Kurul’un tepki uyandıran kararının bu açıdan zaman kaybından başka bir anlamı yok. Demokratik tepkiler, atılan yanlış adımın er ya da geç geri alınmasını sağlayacak. O gün, şimdilerde “Devlet de benim arkamda, istediğimi yaparım” demeye başlayanların itibarlarını yitirdikleri gün olacak.

*

Ermeni toplumu, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabalarıyla koşut giden bir dönüşüm yaşadı. 1863 tarihli Milli Nizamname (Azkayin Sahmanatrutyun), bütün eksikliklerine karşın, toplumun örgütlenmesinde işlevsel bir model geliştiriyordu. Sahmanatrutyun adı, ‘sınır(lamak)’ anlamına gelen ‘sahman(el)’den geliyor, Ermeni toplumunun yaşamında tarih boyunca başat rol oynamış kiliseyi, asli misyonu olan ruhani alana çekiyor, sekülerleşme sürecinin geldiği aşamayı kayıt altına alıyordu.

O tarihten sonra, patriğin ruhani önderliğinde, Ruhani ve Cismani Meclis ayrımının işlerlik kazandığı, yürütme görevini Milli Merkezi İdare’nin üstlendiği bir yönetim kültürü oluşturulabilmişti. Bu sürecin kök salmasını engelleyen ise, Abdülhamit istibdadı, İttihatçı hunharlığı ve Cumhuriyet otoriterliği oldu. Ermeni toplumu, Cumhuriyet dönemindeki baskılar sonucunda, daha önce bin bir emekle oluşturduğu idari kurumlardan feragat etmek zorunda kaldı.

Elbette, devletin baskıcı tavrının sorumluluğu patriklere yüklenemez. Ancak, üyeleri halkın oyuyla göreve gelen kurumlardan yoksun kalmanın, patriğin neredeyse sorgulanamaz bir iktidara sahip olması sonucunu doğurduğunu da hatırda tutmak gerekir. Bugün, patriklerin, sivillere söz söyleyebilecekleri alanları açma çabası içinde oldukları, hatta bunun için düzenle çatışmayı göze alabildikleri ölçüde gerçekten ‘patrik’ olabileceklerini söylemek yanlış olmaz.

Ruhaniler, dini konularda sorumluluklarının gereğini yerine getirecek, cemaatlerine önderlik edeceklerdir elbette. Ancak onların, sayısız sorunla çevrili bir toplumu iç ve dış kamuoyu önünde temsil etmesini, devletin türlü taleplerine karşı sağlam bir duruş sergilemesini beklemek gerçekçi değil.

İncil’in “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” sözünün anlamını bizlerden çok daha iyi takdir etmesi gereken din adamlarının, ruhani alanın sınırını aşmaya bunca arzu duymalarında anlaşılır bir taraf yok. Hele o alan, güç odaklarıyla ustaca raks etmeyi gerektiren bir mayın tarlası görünümündeyse. Son dönemlerde Ermeni toplumunun bağrından çıkan en iyi yetişmiş, en parlak zekâlı ruhaninin, patriklik makamında on yılı doldurmadan ruhsal dengesini yitirmesinin, bugün patriklik seçimini sonsuza dek erteleyebileceğini sanan heveskârlara ders olması gerekmez mi?

Fikirlere işlemez

2 Ocak 2009

V For Vendetta'ya selamla

Ne acıdır; özür kampanyasının ardından, Türkiye toplumunun, Ermenilerin yaşadığı Büyük Felaket konusunda artık yekpare bir duruş sergilemediğinin açıkça ortaya çıkmasıyla öfkeye kapılanların en kolay hedeflerinden biri yine ve yeniden Hrant Dink oldu. Bu ülkeye, 1915’te olan bitenlerle yüzleşmenin yeni bir geleceğin ilk adımı olduğunu anlatan adam…

TRT’de Maraş Katliamı’nın kamuoyu vicdanında beraat etmemiş baş zanlısı Ökkeş Şendiller’in (Kenger) çıkıp, olaydan Hrant Dink’in, Garbis Altınoğlu’nun ve “sünnetsiz” TİKKO’cu arkadaşlarının sorumlu olduğunu söylemesi, elbette tesadüf değil.

Hürriyet yazarı Ege Cansen’in tam da bu günlerde Hrant Dink’ten “Ermenilerle ortada hiçbir gerginlik yokken, aydınların gazına gelip, kaleminden zehir damlatan gazeteci” diye söz etmesi de öyle.

Görülüyor ki, korkunç bir cinayete kurban gitmesi bile milliyetçilerin Hrant Dink’e duyduğu hiddeti dindirmedi. Çünkü onlar, bugüne dek toplumu istenilen çizgide tutmayı sopa zoruyla başarmış resmi tezlere meydan okuyan, aykırı seslerin vicdanlı ve dik duruşunun gerisinde onun gölgesinin olduğunu biliyorlar. Lafı dinlenenler olma ayrıcalıklarının ellerinden kayıp gitmesinin ardında, sesi, sözü ve nefesiyle yine onun olduğunun farkındalar.

Dehşetleri büyük. Bu yüzden, onun pirûpak hatırasını, coşkun kalemini “zehir” gibi kirli metaforlarla anıyorlar. Bu yüzden, “Bildirinin, benzeri vakalara psikolojik zemin hazırlamasından korkuyorum” diyerek ‘benzer vakalar’a yön, yol, adres gösteriyorlar.

Söylediklerinin, vicdanlarına sahip çıkmaya kararlı yurttaşların nezdinde hiçbir değerinin kalmadığını anladıkları için, dönüp yine Hrant Dink’e saldırıyorlar. Onun etten kemikten bedenini ortadan kaldırdıkları gibi, fikirlerini de ortadan kaldırabileceklerini zannediyorlar. Oysa fikirlere kurşun işlemiyor.

Çok şey değil

2 Ocak 2009

İnsanın büyük mücadelesinin, büyük yürüyüşünün, bütün büyük, süslü, güzel sloganlarının en iyiyi, en doğruyu, en hakiki olanı arayışının ardında ne yatıyor?

Neden ömrümüzü tüketircesine bir şeyler yapmaya, bir şeyler olmaya, bir şeyler becermeye, iz bırakmaya çalışıyoruz?

Neden güzelliğin peşinden gidip seviyor, damarımıza basıldığımızda öfkeleniyor, öfkelendiğimizde bağırıp çağırıyor, adaletsizlik karşısında hakkımızı arıyor, haksızlığa tahammül edemeyince küsüp bir köşeye çekiliyoruz?

Neden karşımızdakine derdimizi anlatmak için çırpınıyor, neden yazı yazıyor, kitap-gazete okuyor, etrafımız dostlarla dolu olsun istiyor, neden haklı çıkmanın onurunu yaşamak istiyoruz?

Neden siyasi partilere, kanarya sevenler derneğine üye oluyor, eylemlere, yürüyüşlere katılıyoruz?

Varoluşsal gibi görünen bütün bu sorulara verilecek, şöyle okkalı bir felsefi cevabım yok ne yazık ki. Belki gerçekten de, söylendiği gibi, doğuştan gelen iç sıkıntımızı bastırmak, basbayağı zaman(ımızı) doldurmak için yapıyoruz bütün bunları, ya da yüce uğraşlarımızla dünyayı gerçekten daha iyi bir yer haline getirmek için. Her ne olursa olsun, bir yandan da karşımızdakileri, rakiplerimizi alt etmeye, birbirimizi yemeye devam ediyoruz.

Bütün bu süsün püsün, yüce ideallerin, merasim ve şatafatın ardında çok daha hafif, çok daha naif, çok daha masum bir şeyler var belki de.

Zengin fakir, kadın erkek, genç yaşlı, hepimizin ortak hayali.

Ermenistan’ın Gümrü kentinden çıkan rock grubu Bambir çalıyor: “Mer uzadzı şad pan çi / Arevi şoğ miayn kiç.”

Belki de, “istediğimiz” gerçekten de “çok şey değil”, “sadece biraz gün ışığı”…

Seçim oyunları

Agos, 2 Ocak 2009

Türkiyeli bir Ermeni, bugünün CHP’sine niye üye olur? Hele hele, kendini “eski İHD Genel Başkan Başkan Yardımcısı, Agos ve Birgün yazarı” olarak tanıtan bir gazeteci, neden törenle basının karşısına çıkıp CHP rozeti takar?

CHP gerçekten sosyal demokrat, demokrasiye inanan, insan haklarına saygılı, özgürlüklerden yana, milliyetçiliğe ve militarizme, darbeye karşı bir parti olduğu için mi?

Yoksa, CHP yönetimi bugüne kadarki milliyetçi, devletçi, militarist çizgisinden nadim olup özür dilediği, bundan böyle yepyeni bir siyasi tavır içerisinde olacağını beyan ettiği için mi?

Mesela, CHP, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin değiştirilmemesi için, bizzat genel başkanının yaptığı cansiperane savunmadan ve o madde nedeniyle bir gazetecinin öldürülmesinden (tesadüfe bakın, o da Ermeni!) dolayı üzüntü bildirdiği için mi?

Ya da, partinin milletvekillerinden Bayram Meral, Meclis’te Vakıflar Kanunu görüşülürken, cemaat vakıflarıyla ilgili düzenleme hakkında, “Esnafı bir tarafa bıraktınız, köylüyü bir tarafa bıraktınız, işçiyi bir tarafa bıraktınız, çiftçiyi bir tarafa bıraktınız, Agop’un işiyle uğraşıyorsunuz!” dedikten sonra, yaptığı ırkçı değerlendirme nedeniyle Ermenilerden ve diğer gayrimüslim toplumlardan özür dilediği için mi?

CHP, insanların soyunun sopunun onların siyasi karar ve beyanları üzerinde etkisi olduğunu iddia eden ırkçı Canan Arıtman’ı hemen disiplin kuruluna sevk ettiği için mi?

Nihayet, CHP, ülkenin cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte savrulduğu krizde olumlu bir rol oynadığı, darbe tehditlerine karşı demokrasiyi savunduğu için mi?

Türkiyeli bir Ermeni, üstelik demokrat, ilerici, solcu olma iddiasında bir gazeteci neden törenle basının karşısına çıkıp CHP rozeti takar?

Gazetelerdeki haberlere göre, sorunun yanıtı şu: “Adalar Kaymakamı Mustafa Farsakoğlu’nun Adalar Belediye Başkan aday adayı olduğunu duyup partiye katılmak istedim.”

Şu seçimler nelere kadir Türkiye’de!