2007'den 1915 köprü
Hrant Dink’in öldürülmesinden birkaç gün sonra, kafamın içinde büyüyen bir uğultuyla ortalıkta dolanıp dururken, sırf içimi biraz olsun boşaltabilmek ve hiç değilse yazarken bir başıma kalabilmek için bir yazı yazmaya talip olmuştum.
Hızlı hızlı, nefes nefese yazdım, yazdım. Yazının sonuna geldiğimde, neredeyse gayri ihtiyari olarak bir sürü isim vardı aklımda: “Mücadelelerini ellerindeki kalem dışında bir şeyle yürütmeyi asla düşünmemiş” ve “bir mezar taşı dahi olmamış” onca isim: Taniel Varujan, Yeruhan, Rupen Sevag, Melkon Gürciyan, Rupen Zartaryan, Tılgadıntsi, Ardaşes Harutyunyan, Dikran Çögüryan, Sımpad Pürad, Keğam Parseğyan, Sarkis Minasyan, Garabed Paşayan, Levon Larents, Hampartzum Hampartzumyan, Jak Sayabalyan, Krikor Torosyan, Diran Kelekyan, Krikor Zohrab. Ve, hepsi de 1915’te katledilmiş daha niceleri...
İki yıldır, Hrant Dink’i hep birlikte andığımız günler, yine neredeyse kaçınılmaz olarak, onunla birlikte 1915’te hayatları karartılan yazarları ve gazetecileri düşürüyor aklıma.
Hrant Dink’i o isimlerden bağımsız düşünememenin sebebi ne? İnsanoğlunun gördüğü haksızlıkların en büyüklerinden birinin yüz yıllık inkârı mı? Hrant’ın, her şey bir yana, “Evet, bu bir soykırımdır” dediği için öldürüldüğünü bilmek mi? Yoksa, o isimlerle birlikte anılmanın Hrant’ı epeyce mahcup bir gurura salacağını düşünmek mi?
Bilmiyorum. Belki hiçbiri, belki hepsi ve daha fazlası.
Gelin, bu hafta da, yine Hrant Dink’in aklımıza düşürdüklerinden birini, Siamanto’yu hatırlayalım biraz.
Siamanto: Acıya tanık
Eskiden bir hayata daha çok şey mi sığıyordu acaba? Hayat o zamanlar daha büyük bir macera mıydı?
Agın’dan (Eğin, Kemaliye) çıkıp Kahire’ye, Cenevre’ye, Paris’e, yine Cenevre’ye, Lozan’a, Zürih’e, New York’a, Boston’a, Kafkasya’ya uzanan bir hayat. Bir şair, en âlâsından. Ve bir eylemci, en ateşlisinden. Ve çağının tanığı, en acılısından.
Adom Yarcanyan. Nice nice öğrenci yetiştirmiş hocası Karekin Vartabed Sırvantzdiyants’ın ona verdiği ve benimseyip mahlas yaptığı o güzel ismiyle, Siamanto.
1890’lardan başlayarak Ermenice şiirde yeni yollar çizen şairler kuşağının en parlak isimlerinden biri. Yerevan’da basılan Sovyet-Ermeni Ansiklopedisi’ne, şiirinde 10. yüzyıl şaheseri Nareg’den esintiler bulduracak kadar hakiki bir şair.
*
1878’de Eğin’de, tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğan Adom Yarcanyan, 1891’de babasıyla birlikte İstanbul’a göç etti. Kumkapı’daki Miricanyan ve Üsküdar’daki Berberyan okullarında okudu. 1896’da, 18 yaşındayken, İstanbul’da Ermeni devrimcilerinin eylemlerini takip eden pogromların hemen ardından yurtdışına çıktı. Paris’te, Avrupa Ermeni Öğrenciler Birliği’yle ve Abdülhamit rejimini devirmeye çalışan Taşnaklarla ilişki kurdu.
Manchester’daki ‘Vağvan Tzaynı’ (Yarının Sesi) gazetesinde yayımlanan ilk eseri ‘Aksorvadz Khağağutyun’dan (Sürgün Edilmiş Barış) itibaren, 1894-96 yıllarında Anadolu’da yaşanan katliamların yarattığı dehşeti anlattı. Düşsel bir dünyada, acının, ölümlerin, yok olan ve yeşeren ümitlerin şiirini yazdı. Hıristiyan kaderciliğinin karşısına “Daha nice şafaklar var ki doğmadılar” diyen Rigveda felsefesini koyup, yeni nesilleri, geleceği hep birlikte kurmaya çağırdı.
Eleştirmen Kevork Bardakjian, ele aldığı konular büyük ölçüde halkının yaşadığı trajediyle sınırlı olan Siamanto’nun, biçim ve dilde hep deneysel bir tavrı olduğunu yazar. Onun en büyük başarısı, belki de, Avrupa şiirindeki yeni yönelimlerden, bilhassa Fransızca yazan şairler Paul Verhaeren ve Paul Fort’un denemelerinden etkilendiği, bir tür vers libre (azadaçap, serbest ölçülü) ile Ermenice şiir nehrinin aktığı yatağın yönünü değiştirmesidir.
Haksızlıklara karşı koyma, adalet arayışı, intikam ve bağışlama duygusu, ışık ve güzellik ideallerini anlattığı büyülü, simgesel üslup, onu, Minas Tölölyan’ın deyişiyle “kitlelerin tapındığı” bir şaire dönüştürdü.
1905’ten sonra yazdığı şiirlerde ise, mücadele çağrısı, yerini memleket özlemine, sisler ardında kalan hayallere, kötümser, kötücül rüyalara bırakacaktı. Siamanto, belli ki, genç yaşında memleketinin uzağında kaldığı on yılı aşkın süre içerisinde oradan oraya savrulmaktan yorgun düşmüştü.
1908’de Meşrutiyet ilan edilince nihayet İstanbul’a döndü. 1909’daki Adana Katliamı’nın yarattığı acıyı ‘Garmir Lurer Paregames’ (Dosttan Kırmızı Haberler) kitabında anlattı. Aynı yıl Amerika’ya gitti ve Abdülhamit döneminde Yeni Dünya’ya göç etmiş Ermenileri, memleketlerini elbirliğiyle ayağa kaldırmak için topraklarına davet eden ‘Hayreni Hıraver’i (Memlekete Davet) yayımladı. 1911’de Amerika’dan İstanbul’a döndükten sonra, memleketinin yaptığı çağrıya uyarak Anadolu’ya gitti. Oradan Tiflis’e geçti; Bakü’yü ve Eçmiyadzin’i ziyaret etti.
Bunca memleket gezen şair, kaderin çağrısını bir kez daha dinledi ve İstanbul’a döndü. En yakın yazar dostlarının, kalem ve sütun arkadaşlarının kaderini paylaştı. 24 Nisan 1915 gecesi tutuklandı. Çankırı’ya sürüldü.
Birkaç hafta sonra Ankara yakınlarında öldürüldüğünde henüz 37 yaşındaydı.