Günden kalanlar

Agos, 25 Temmuz 2008

Hayattan, insanın üstüne üstüne gelen her şeyden, cehennemî sıcaklardan, görevlerden ve sorumluluklardan güçbela çalınmış birkaç huzurlu günden kalanlar.

Efil efil esen rüzgârın uğultusu, yaprakların hışırtısı, çıplak ayakların çakıltaşlarına basarken çıkardığı ses, usul usul kıyıya vuran dalgaların tatlı şırıltısı, kayaların üzerine tüneyip ciddi ciddi söyleşen martıların laklağı, uzaktan birkaç tatlı çocuk kikirdemesi, balıkçı teknelerinin pata pataları, ağustosböceklerinin bitmek bilmeyen cırıltısı, karıncaların aceleci gidiş gelişleri, sedirin üzerinde horul horul uyuyan bir köylü, gölgeye sığınmış uyuklayan kedinin duyulur duyulmaz nefesi, aralıksız cilveleşen bir çift köpeğin hoplayıp zıplaması, akşamleyin üzerlerine hortumla boca edilen suyu kana kana içen rengârenk çiçeklerin fısıltısı, yaşlı adamın toprağı havalandırmak için kullandığı çapanın zemine değerken çıkardığı ışıltılı ses, öteden bir yerlerden, kendisi görünmeyen bir kadının tutturduğu dertli türkü... Bunca diyar gezdim gözlerin için / Neden küstün bana el sözü için.

Adına hayat dediğimiz, ardı ardına eklenmiş telaşlı günlerin büyük şehirlerde hiç dinmeyen yorgunluğundan çok başka, ondan çok ayrı bir hayatın ve zamanın varlığını, biz içine girsek de girmesek de sürüp gittiğini duyumsatan doğanın sesi, doğanın sessizliği, sessizliğin sesi.

Çok tanıdık ama çok unutulmuş, çok unutturulmuş, bizim terk ettiğimiz ve bizi terk eden bir kendini idrak halinden geriye kalan boşluğu, süs püsle, haz ve hırsla, yerine koymadan harcamakla doldurma arzumuzun tüketmekte olduğu bir dünya.

Geniş zaman

Kimi zaman su, kimi zaman kum olup küçük bir delikten ömrümüz misali akıp giden zamanı, hayatın bu en basit kuralını unutalı epey oluyor.

Güneş doğacak, batacak; zaten bir süredir gökyüzünde bir yerlerde asılı duran ay doğacak, az biraz farklı bir çehreyle geri dönmek üzere yitip gidecek. Bu döngü 28 günbatımında bir yinelenecek; geçen her ay, havayı ısıtıp soğutan, çiçek açtırıp kar yağdıran mevsimleri çağıracak.

Önce su, kum, güneş saatlerinin, sonra durmadan ayarı bozulan kurmalı saatlerin, “sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski masum” köstekli saatlerin, belki de tiktakları nabzımıza kafa tutsun diye kolumuza taktığımız mekanik saatlerin, şaşmaz dediğimiz pilli saatlerin, işe geç kalmayalım diye bizi uyaran ‘capon işi’ dijital saatlerin gösterdiğinden çok farklı, biz onu tasnif etsek de etmesek de bir şekilde akıp giden başka bir zaman, zaman.

Ne kadar çabalarsak çabalayalım hükmedemeyeceğimiz, istediğimiz gibi eğip bükemeyeceğimiz genişlikte bir zaman yokmuş, her şey takvimlerimizin denetimi altındaymış gibi yaşamaya devam ededuralım, kâh yüzümüzde illa ki beliren kırışıklıklarla, kâh saçımıza illa ki düşen beyazlarla, kâh illa ki dökülen saçlarımızla, kâh bedenimizin bir yerlerinde illa ki biriken kilolarla yüzünü gösteren zamanı, cilt kremiyle, botoksla, saç boyasıyla, ekme saçla, sporla ya da liposuction’la geri çevirmeye, gizli mahzenlere tıkmaya çalışmakla içine düştüğümüz haller ne komik.

“Doğanın efendisi ve sahibi” olduğumuz için mi yok farz edebilir, durdurduğumuzu düşünürüz zamanı? Peki ya yüreğimizi aydınlattıktan, hayatımıza anlam kattıktan sonra veda bile edemeden kayıp gidiveren kuyrukluyıldız misali bir sevgilinin, bir dostun yokluğuyla yüzleşmek zorunda kaldığımızda?

Zamanın doğal –gerçekten doğal, güneşle, ayla, mevsimlerle belirlenen– akışına meydan okumayı, kaloriferlerimizle kışı yaz, klimalarımızla yazı kış yapıp, geceyi gündüze çevirip, hayatı 24 saatlik dilimlere ayırmak basit bir matematik işlemi midir sadece? Yoksa, dönüp duran, sonsuz sayıda tekrardan, alışkanlıklardan, alışkanlıktan kaynaklanan bir rahatlıktan ibaret eski zamanı, durmadan ilerleyen, ilerlerken bir sürü şeyi ardında bırakan, ancak yeni zaferleri, aşılması gereken engelleri, kazanılması gereken başarıları hedef göstererek var olabilen obur bir zamanla ikame etmek, insan hayatında çok daha derin bir dönüşümü mü imliyor?

Ahmet Haşim, 1921’de kaleme aldığı, alaturka zaman ölçüsünün alafranga saatle değişmesinin geleneksel olanda açtığı o hazin yarayı deştiği meşhur ‘Müslüman Saati’ yazısında, “Batılı saatin geleneklerimiz ve işlerimizde benimsenmesi ve Doğulu saatin gerilere düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış, işe yaramaz bir ‘eski saat’ durumuna gelişi, yaşama bakış biçimimizde vahim bir tesire sahip olmuştur” der, mealen.

Tam olarak Haşim’in kastettiği şekilde değil belki, ama zamanın muhayyilemizdeki anlamının kökten değişmesi sandığımızdan da çok etkiledi yaşayışımızı. Hayatı fethetmenin en önemli gailemiz haline gelmesi, bize, yapılacak işlerden, kazanılacak ve harcanacak paralardan, arabalardan, borsadan başka konuşacak şey bırakmadı. Bütün bunlar, eski vakitlere ait bir değer olan kanaatkârlığın söz dağarımızdan silinmesini ve yaşamın özünün tamah etmeye indirgenmesi anlamına geliyor.

Halbuki, Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Tereza ve köpeği Karenin için söylediği sözlerin ima ettiği serin gölgenin altında nefes almak da mümkün:

“İkisi de ‘doğanın efendisi ve sahibi’ insan soyunun uygun adım ileri doğru yürüdüğü yoldan kendi istekleriyle sapıyorlar.”



Bir alıntı
“Ama hepsinden de önemlisi; hiç kimse hiç kimseye idil armağan edemez; sadece bir hayvan yapabilir bunu, çünkü bir tek hayvanlar kovulmamıştı Cennet’ten. Köpekle insan arasındaki sevgi idilsidir. Çatışma nedir bilmez, tüyler ürpertici sahneler tanımaz; gelişme bilmez. Karenin, Tereza ile Tomas’ı yinelemeye dayalı bir yaşamla kuşatıyordu ve onlardan da aynı şeyi bekliyordu.

Karenin köpek değil de insan olsaydı, Tereza’ya ‘Buraya bak, her gün şu çöreği ağzımda tutmaktan bıktım, içime fenalık geldi. Değişik bir şey gelmiyor mu aklına?’ demişti bile. İşte insanoğlunun bütün bahtsızlığı burada yatıyor. İnsan zamanı bir döngü izlemiyor; onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor. İnsan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir.”

M. Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, çev. F. Özgüven, İstanbul: İletişim, s. 305.

Hiç yorum yok: