Sorunların kaynağı güvensizlik ve samimiyetsizlik*

Agos, 19 Eylül 2008

Son beş ayda, Agos sayfalarında, Türkiyeli Ermenilerin sahip olduğu çeşitli vakıf ve kurumlarda yönetici konumunda bulunan / bulunmuş olan 26 kişiyle yapılmış 19 söyleşi yayımlandı.

Sohbetlerin genel ağırlığı, vakıfların karşı karşıya olduğu maddi problemlerin çözümü yolunda önemli rol oynayacağı düşünülen, mali bakımdan rahat durumdaki vakıfların kaynaklarının, güç durumdaki vakıflara aktarılması işlevi görecek ‘Ortak Havuz’la ilgiliydi. Cemaat meselelerinin çözümünde sivillerin ağırlığının artmasını anlatan ‘sivilleşme’ ve bununla bağlantı olan ‘şeffaflık’ sorunu, Ermeni okullarının öğrenci kaybı veya eğitimin genel düzeyiyle ilgili meseleleri kapsayan ‘eğitim’ gibi başlıklar da tartışılan diğer ciddi sorunlar arasındaydı.

(Kolaj: Leda Mermer, Agos)

60 bin kişilik bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilen küçük Türkiye Ermeni toplumunun önde gelen isimlerinden olan bu 26 yöneticinin gazeteci arkadaşlarımızın sorularına verdikleri yanıtlardan yola çıkarak, Ermeni vakıflarının, dolayısıyla okul ve kiliselerinin mevcut durumlarına, sorunlarına ve bunların çözüm perspektiflerine ilişkin çeşitli saptamalarda bulunmak mümkün. Bu yazıda, söyleşilerde ifade edilen görüşlerin çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya gayret ederek, dikkat çekici bulduğum bazı genel eğilimleri tartışmak istiyorum. Türkiye Ermeni toplumunun sorunlarının, farklı görüşlerin dile getirildiği, çok daha derinlemesine çözümlemeleri gerektirdiği ise tartışma götürmez bir gerçek.

Vakıflar eğitimle, eğitim cemaatin geleceğiyle ilişkili

Vâkıf olmayanlar için kısaca belirtelim, Türkiye’deki Ermeni vakıflarının bir kısmı belirli bir kilisenin yaşayabilmesini sağlamak amacıyla kurulmuş. Bu vakıfların mali durumu nispeten rahat, çünkü kiliselerin zaten çok fazla olmayan giderlerini, vakfın mülklerinden gelen kiralarla, nikâh, vaftiz, cenaze törenlerinin ücretleriyle ve mum satışından gelen parayla denkleştirmek mümkün olabiliyor. Ancak aynı durum, bir kilisenin yanı sıra bir okulu da ayakta tutmaya çalışan vakıflar için geçerli değil. Azınlık okulları Türkiye’de devletten tek bir kuruş yardım almıyorlar (sadece Milli Eğitim tarafından atanan Türkçe, Tarih vb. derslerin öğretmenlerinin maaşları devlet tarafından ödeniyor). Okulların milyonlarca YTL’yi bulan masrafları cemaatin kendi imkânlarıyla, öğrenci ailelerinin ödedikleri yıllık ücretlerle, hayırseverlerin bağışlarıyla ve söz konusu vakıfların gelirleriyle karşılanıyor. Ancak çoğu vakfın yeteri kadar akarı yok, bağışlar genellikle bütçe açıklarını kapatmaya yetmiyor. Bunun sonucu olarak da, eğitim seviyesini yükseltecek yatırımlar yapmak mümkün olmuyor ve bu okullarda görev yapan öğretmenler düşük ücretler alıyorlar. Okullarda verilen eğitimin seviyesinin düşmesi de Ermeni toplumunun dilini, kültürünü, ekonomik durumunu, velhasıl geleceğini ipotek altına alıyor. Yani tam bir kısır döngü söz konusu.

1915’te yaşanan Büyük Felaket’in planlayıcısı olan İttihatçılar, can ve mala kast etmenin dışında, Türkiye’de Ermeni kültürünün, dilinin ve yaşayışının varoluş koşullarını da büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından itibaren, İstanbul dışındaki kentlerde okul ve kiliselerin kapatılması, buralardaki Ermenilerin, çocuklarının eğitim alabilmesi için genellikle İstanbul’a yerleşmesine yol açtı. Öte yandan, devletin mutat Türkleştirme politikaları çerçevesinde gerçekleştirilen ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyaları, 1934 Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 20 Sınıf İhtiyat Askerliği, 6-7 Eylül Olayları, vakıf mallarına el konması gibi uygulamalar da, İstanbul’da toplanan gayrimüslim nüfusun yurtdışına göç etmesi sonucunu doğurdu. Yaşanan demografik erozyon, 2000’li yıllara gelindiğinde, Ermeni nüfusun, aynı uygulamalardan etkilenen diğer gayrimüslimlerle birlikte, iyiden iyiye azalması, ekonomik kaynakların kuruması, anadilin gerilemesi, kültürel üretimin durma noktasına gelmesi sonucunu doğurdu.

Gayrimüslim cemaatlerin ve vakıfların yaşadığı maddi, idari ve siyasi sorunlar, azınlık okullarına doğrudan etki ediyor. Çocuklarını İstanbul’daki on sekiz Ermeni okuluna gönderen veliler, bu okullardan, öncelikle, öğrencilere anadillerini en iyi şekilde öğretmelerini ve üniversite sınavında başarı sağlayacak bir eğitim vermesini bekliyor. Ancak, Türkiye’de Ermenice eğitim veren bir üniversite kürsüsünün bulunmaması, yeni nesil öğretmenlerin, Eğitim veya Yabancı Dil fakültelerinin herhangi bir bölümünden mezun olduktan sonra, kısıtlı bir Ermenice bilgisiyle göreve başlaması sonucunu doğuruyor. Türkiye Ermeni Azınlık Okulları Öğretmenleri Yardımlaşma Vakfı’nın (TEAOÖYV) yeni öğretmenler için açtığı dil seminerleri son derece iyi niyetli bir girişim olmakla birlikte, kaynakların yetersizliği nedeniyle, sınırlı bir etki yaratabiliyor. Bu durum, değişen yaşam koşulları sonucunda Ermenicenin gündelik hayatta giderek daha az kullanılmasıyla birleşince, okullar anadil eğitiminde giderek daha da yetersiz kalır hale geliyor.

Vakıfların çoğunlukla maddi ve fiziki olarak ayakta kalmaya odaklanmış olmaları, söyleşilerde eğitimin niteliğiyle ilgili sorunların daha az tartışılmasını beraberinde getirmiş gibi görünüyor. Ancak, bu konuda da, satır aralarını takip ederek, okullar arasında öğrenci kapma amacıyla kimi zaman anlamsız bir rekabetin hüküm sürdüğünü; üniversite sınavındaki derecelerin okulun başarısını ölçmede yegâne ölçüt haline geldiğini; eğitimin niteliğini iyileştirmek için elzem olan yaratıcı fikirlerin bir hayli kıt olduğunu; buna karşın “Paralı öğrenciyi bulmak lazım“ türü zekice (!) fikirlere de rastlandığını gözlemlemek mümkün. Karagözyan Okulu’nun geçtiğimiz yıl hayata geçirdiği okul öncesi eğitim projesi gibi, ayakları yere sağlam basan fikirlere ihtiyaç olduğu çok açık. Bir meslek lisesi kurmanın gençlere sağlayacağı yararlar da dile getirilen konular arasında. Anadil eğitimi konusunda ise, özellikle yurtdışında, diasporada bu konu üzerine kafa yoran pedagoglar ve eğitimcilerle işbirliğine giderek –çocuklara Ermeniceyi bir yabancı dil gibi öğretmeyi de kapsayabilecek– modern eğitim teknik ve stratejilerinden yararlanmak, kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor.

Çözmesi güç bir ‘havuz problemi’

Yapılan söyleşilerde Ortak Havuz konusunun önemli yer tutması, 5737 sayılı yeni Vakıflar Kanunu’nun 25. maddesiyle yakından ilişkili. Madde, “Yurtiçi ve yurtdışındaki kişi, kurum ve kuruluşların ayni ve nakdi yardım alabilmesi ve yurtiçi ve yurtdışındaki benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi bağış ve yardımda bulunulabilmesi” imkânını sağlıyor. Bu da, bundan önceki uygulamanın aksine, gayrimüslim vakıflarının, gerek yurtdışındaki, gerek yurtiçindeki benzer amaçlı vakıflara yardım edebilmesinin ve onlardan yardım alabilmesinin önünü açıyor.

Yukarıda eğitim kurumlarıyla ilgili olarak çizilmeye çalışılan tablo, gelirleri az olan vakıflarla, nispeten çok olan vakıflar arasında dayanışmanın çok önemli olduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Sözgelimi, pek çok mülke ve dolayısıyla önemli bir kira gelirine sahip olan Beyoğlu Surp Yerrortutyun Kilisesi veya Surp Pırgiç Hastanesi bolluk sayılabilecek koşullar altında varlığını sürdürürken, hiçbir mülkü ve dolayısıyla geliri olmayan Topkapı’daki Levon Vartuhyan Okulu kapanma tehlikesiyle yüz yüze kalabiliyor ve ancak bir hayırseverin okulun giderlerini üstlenmesi sayesinde kurtuluyor.

Bu koşullar altında, Ermeni toplumunun yararı için çalışan kurumların kolaylıkla bir araya gelip yardıma ihtiyacı olan okullara destek olması, ekonomik açıdan iyi durumdaki vakıfların diğerleriyle dayanışmaları beklenebilir; ancak gerçekte koşullar böyle işlemiyor.

Geliri çok olan kurumlar, uygun bir altyapı kurulmadan bunu diğer vakıflarla paylaşmak istemiyor. Her ne kadar, en basit tanımıyla gelir paylaşımı anlamına gelen Ortak Havuz, pek çok yönetici tarafından mutlak bir ihtiyaç olarak görülse de, uygulamaya geçme konusunda kararlı olanların sayısı fazla değil. Kararlılığı düşüren en temel etmenin ise güvensizlik olduğu görülüyor. Anlaşılan o ki, vakıf yöneticileri birbirlerine güvenmediklerinden, yardımlaşma-dayanışma esasına dayalı ortak havuz uygulamasının gerçekleşebileceğine dair bir inanç da taşımıyorlar.

Güvensizlik ve ‘Derin Cemaat’

Bu güvensizliğin yersiz olduğunu iddia etmek de pek mümkün değil. Örnek vermek gerekirse, yukarıda varlıklı vakıflar arasında adını saydığımız Beyoğlu Surp Yerrortutyun Kilisesi Vakfı’nın yıllardır her türlü ortak çalışmaya katılmaktan kaçındığı, hatta 2004 yılında kurulan Ortak Emlak ve Bütçe Komisyonu çalışmalarını da zorlaştırdığı, tutulacak envanter için malvalığının bir dökümünü teslim etmediği –ve bu arada, Agos’un söyleşi taleplerini de geri çevirdiği– biliniyor.

İstanbul’un, Ermeni sakinlerinin nüfusu son onyıllarda hızlı bir şekilde azalan semtlerindeki vakıflar, AB uyum paketlerinin bir getirisi olan, sadece ilgili semtin değil, bütün İstanbullu Ermenilerin oy kullanacağı, daha katılımcı ve daha demokratik seçimlere girmekten kaçınıyor. Bunun sonucunda ise, söyleşiler sırasında Eyüp Surp Asdvadzadzin Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu’nda görevli Arto Arman’ın dikkati çektiği garip durum yaşanıyor kaçınılmaz olarak: “Oy veren sekiz, seçilen kadro sekiz kişi.”

Buna bir de, devletin, gerektiği zamanlarda kullanmak üzere el altında tutmak amacıyla, nüfusu az olan semtlerdeki vakıf seçimlerini manipüle etme sevdasını ve istihbarat teşkilatının, emniyetin, gayrimüslim vakıflarına olan yakın ilgi ve sevgisini (!) eklerseniz, Derin Devlet’in bir uzantısı gibi işleyen bir ‘Derin Cemaat’in varlığından dahi söz etmenin mümkün olduğu çıkıyor ortaya.

Açıklık şart

Güvensizlik, şeffaflaşamama gibi sorunlar, cemaat içerisinde zaman zaman çeşitli söylentilerin ayyuka çıkması sonucunu doğuruyor elbette. Ancak sorunlar bununla sınırlı değil: Kurumlarda karar alma süreçlerinin şeffaf olmaması nedeniyle, Ermeni toplumu, kapalı kapılar ardında yaşanan tartışmalardan haberdar olamıyor. Bu da, söz konusu tartışmaların taraflarının yeri geldiğinde kamuoyunu kendi istedikleri doğrultuda bilgilendirmeleri, diledikleri yönde açıklamalar yaparak insanları yanıltmaları anlamına geliyor.

Buna örnek olarak, yukarıda adı geçen Ortak Emlak ve Bütçe Komisyonu’nun akıbeti konusundaki rivayetlerin çokluğu verilebilir. Bu komisyon, bildiğimiz kadarıyla, Ermeni vakıflarının mal varlıklarının bir dökümünü yapmak amacıyla kurulan Envanter Komisyonu’nun bir devamı olarak çalışmaya başlamış. Envanter Komisyonu, İstanbul’daki Ermeni vakıflarının 1013, Anadolu’daki Ermeni vakıflarının ise 100 adet mülkü olduğunu tespit etmiş. Ortak Emlak ve Bütçe Komisyonu’nun çalışmaları neticesinde, çeşitli nedenlerle tapusu olmayan 336 mülk için yasal başvuru yapılmış ve 54 mülkün tapusu geri alınmış. Komisyon, vakıfların malvarlıklarının daha iyi koşullarda değerlendirilmesi için çalışmaya soyunduğu sırada, komisyon başkanı Hosrof Köletvatioğlu’nun birtakım söylentiler sonucunda istifa etmesiyle çalışmalarına son vermiş. Söyleşilerden izlediğimiz kadarıyla, çalışmaların sona ermesinin başta gelen sebebi, komisyon üyesi olan vakıf temsilcileri arasında dahi komisyonun işlevi konusunda fikir birliğine varılamamış olması. Bazı vakıf yöneticileri, komisyonun vakıfların bütün gelirlerini tek elden yönetmeyi amaçladığı izlenimi bıraktığı için rahatsızlık yarattığını ifade ediyor. Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu ise, komisyonun görevini zaten tamamlamış olduğunu, daha sonra mülkleri değerlendirerek gelir atırmak amacıyla faaliyetine devam edenin ise resmi bir cemaat kurumu olmayıp, birkaç yöneticinin kurduğu özel bir şirket olduğunu dile getiriyor.

Olayları uzaktan takip etmeye çalışanların elinde ise, geniş bir yelpazeye yayılan bu iddialardan hangisinin doğru olduğunu tespit etmeye yarayacak bir veri yok. Söz konusu komisyonun kuruluşu ve işleyişi süresince yapılan toplantılarda tutanak tutulup tutulmadığı, tutulduysa bu tutanakların ne olduğu bilinmiyor. Kaldı ki, çıkarılan envanter dahi basınla ve kamuoyuyla paylaşılmış değil. Belgenin Patrikliğe teslim edildiği söyleniyor ve bundan başka bir açıklama yapılmıyor. (Osmanlı Ermeni toplumu bünyesinde bundan 100-150 yıl önce faaliyet gösteren çeşitli komisyonların, tutanak veya karar metinlerini birer kitapçık halinde periyodik olarak yayımlama geleneğine sahip olduğunu da hatırlatalım.)

Bilgi paylaşmaya açık olmamak nedeniyle ortaya çıkan söylentilerin bulandırdığı havayı ve karşılıklı güvensizliğin vardığı noktayı belki de en iyi, daha önce Karagözyan Yetimhanesi ve TEAOÖYV vakıflarının yönetim kurullarında görev yapan Nişan Kara’nın şu sözleri gösteriyor: “Tüm gelirler zaten Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne düzenli olarak bildiriliyor. Yetkili kurumlar bizim gelir ve gider tablomuzu kuruşu kuruşuna bilir. Bunu saklamaya da ihtiyacımız yok.”

Kara’nın isabetle belirttiği gibi, gerçekten de, vakıflar gelir ve giderlerini yasal zorunluluk nedeniyle Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, devlete bildirmekte ve onlar tarafından denetlenmekte. Devlete verilen bilginin cemaatten saklanması ise herhalde ancak samimiyetsizlikle açıklanabilir.

“Sivilleşelim ama, Patriğin öncülüğünde…”

‘Sivilleşme’ konusu uzun yıllardır Ermeni toplumunun gündeminde. Ancak pek çok kamusal/politik meselede olduğu gibi, bu tartışmada da, “sivilleşme” bir tür klişeye dönüşüyor, dillere pelesenk olup tüketiliyor, esas anlamından uzaklaşıyor. Kavramın içeriğine dönüp bakmayı ve onun üzerinden bir söylem ya da tutum geliştirmeyi düşünen pek çıkmıyor. Halbuki kavramın kendisi üzerine düşünmekte, pratik açılımlarına bakmakta her zaman fayda var.

Vakıf yöneticilerinin tamamı, cemaatin sivilleşme ihtiyacı içinde olduğunu teslim ediyor. Sivilleşmeden, genel olarak, cemaatin sosyal, kültürel, siyasal meselelerinde Patrikhane’den bağımsız tavır alabilme yeteneğini kazanmasını anlıyoruz. Öte yandan, sivilleşmeyi, Patrikhane’nin de, dini konular dışında kalan sorunlarda sivillerin eğilimlerine göre tavır belirlemesi ve bütün bunların şeffaf, katılımcı ve çoğulcu süreçler sonucunda gerçekleşmesi olarak düşünmek de mümkün. Bu açıdan bakıldığında, vakıf yöneticilerinin sivilleşme konusunda net bir fikre sahip olmadığı söylenebilir; zira söyleşilerde bu konuda çokça dile getirilen görüş şöyle: “Vakıf yönetimleri sivillerden oluşuyor, dolayısıyla cemaatin yönetimi zaten sivil. Halkımız seçeceği insanların kim olduğuna dikkat etsin, yeter.”

Oysa, tıpkı ülke siyasetinde ismen sivil ama cismen militarist, devletçi, otoriter eğilimlerin mebzul miktarda bulunması gibi, cemaat yönetiminde de, sivilliği sadece din adamı olmama veya seçim sonucunda göreve gelme gibi kriterlere indirgemek, bizatihi bir ‘sivil olamama hali’ne işaret ediyor. Vakıfların mali durumları, alınan kararlar, süregiden tartışmalar hakkında kamuoyunu düzenli olarak bilgilendirmek, kadınlara ve gençlere yönetim kademelerinde yer vermek (sözgelimi seçimlerde kadınlar ve gençler için kota uygulamak), cemaatin bütününü ilgilendiren meselelerde katılıma açık toplantılar düzenleyerek farklı bileşenlerin görüşlerini almak, mevcut koşullar altında, sivilleşmenin en temel gerekleri olarak görülebilir.

Söyleşilerde, sık sık, sivilleşmenin ancak Patrikhane’nin öncülüğünde gerçekleşebileceğine de vurgu yapılıyor. Birbirlerine güvenemeyen vakıf yöneticileri, ancak yüksek bir otoritenin himayesinde bir araya geldiklerinde iş yapabileceklerine inanıyor. Bu durumu, yıllar yılı, çeşitli sorunlar karşısında sadece Patrikhane’nin inisiyatif almasına alışmış cemaat mensuplarının zihinsel tembelliğiyle de açıklamak olası.

Vakıf yöneticileri, belli ki Patriklik makamının öfkesini üzerine çekmekten kaçındıkları için sivilleşmenin ancak Patrikliğin öncülüğü ile gerçekleşebileceğini belirtme ihtiyacı duyuyorlar. Oysa, bir kişi ya da kurumun, elindeki yetkiyi herhangi bir zorlayıcı neden olmadan başkalarına devretmesi, iktidarını başkalarıyla paylaşması, tarihte benzerine sıkça rastlanan bir olgu değildir. Beri yandan, Ermeni toplumunda sivilleşme çabaları yüzyıllar önce başlamış, cemaatin içinden farklı kişi ve gruplar, gerektiğinde Patriklik otoritesine karşı mücadele vererek, bu gücün siviller tarafından paylaşılmasını sağlamışlardır. Günümüz yöneticilerinin ise, Patrik Mutafyan’ın ilk yıllarındaki ılımlı, işbirliğine açık tavrını bir kenara bırakarak, giderek otoriter bir yönetici figürüne dönüşmesi nedeniyle olsa gerek, Patrikliğe karşı ses yükselttiklerinde, inançsızlıkla, geleneklere saygısızlıkla suçlanmaktan, kara koyun olarak nitelenmekten çekindikleri anlaşılıyor.

Her şey bir yana, sivilleşmenin illa ki Patrikhane aleyhine bir olgu olarak algılanması da bir zihniyet sorununa işaret ediyor. Zira, sivilleşmenin, yetki ve sorumluluk paylaşımı çerçevesinde, Patrikhane’nin yükünü azaltacak, onu rahatlatacak bir yönü de olduğu unutuluyor.

Bilindiği üzere, ‘laik’ Türkiye Cumhuriyeti, gayrimüslim toplulukları bütünüyle dinsel kimlikleri üzerinden tanımlamış, sadece dini kurumları muhatap kabul etmiş, cemaatler içerisinde sivil inisiyatiflerin doğmasına da müsaade etmemiştir. Geçmişte, Soğuk Savaş koşulları hüküm sürer ve Türkiye daha kapalı bir dünyada yaşarken, patriklerin de cemaatlerinin bir arada yaşaması ve asırlık kurumlarının ayakta kalması için sessizce önderlik etmeleri yeterli olabiliyordu. Oysa günümüzün yeni koşulları, değişen ihtiyaçlar, devletten ve kamuoyundan gelen çeşitli talep ve baskılar, dini adamı yetiştirmekte büyük sıkıntılar yaşayan Patrikliği, bu yükü taşıyamaz hale getirdi. Patriklik makamına oturduktan sonraki yıllar içinde bu ağır yükün altında ezilen; kendi başına hem dini, hem sivil, hem kültürel, hem de siyasi bir rol oynamaya çalışan; iktidarını, farklı konularda uzmanlığı olan cemaat mensuplarıyla paylaşmaktan giderek uzak duran ve bu aşırı yükün bedelini belki de sağlığının bozulmasıyla ödeyen Patrik Mutafyan’ın durumu, sivilleşmeyle gelecek yetki ve sorumluluk paylaşımının, cemaat işlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için elzem olduğunu gösteriyor.

Patrikliğin ve cemaat kurumlarının, mevcut yönetim yapısının reforme edilmemesi halinde ise, ileride daha büyük sorunlar yaşanması kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.

---------------------------
* Bu yazı 'Hayat, Olduğu Gibi' için değil, Agos'un 'Orta Sayfa'sı için kaleme alındı ve orada yayımlandı.

Hiç yorum yok: