Amerikalı yüzücü Michael Phelps’in insanüstü çabasını, her gün bir rekor kırarak altın madalya kazanmasını büyük hayranlıkla seyrediyoruz seyretmesine de, olimpiyat oyunlarıyla ilgili sorular da zihinlerimizi giderek daha çok kurcalıyor.
Hangisini sayalım?
Açılış töreninin görkeminin, organizasyonun mükemmelliğinin, Çin’deki insan hakları ihlallerini gölgelemesini mi?
Oyunlara hazırlık aşamasında, Pekin güzelleşecek, caddeler yenilenecek, yeni yollar yapılacak, yabancı ziyaretçilerin gözleri boyanacak diye yüz binlerce insanın evlerinden edilmesini, şehir dışına sürülmesini mi?
Bol cirolu sponsorların, reklamverenlerin, yayıncı kuruluşların oyunlara şu ya da bu şekilde müdahale etmeyi kendilerine hak gören buyurgan tavrını mı? Kâh sporcuların kıyafetlerinde, kâh spor sahalarının dört bir yanında, kâh reklam aralarında karşımıza çıkarak varlığını her an hissettiren ‘markalar olimpiyatı’nı mı?
Tarih boyunca oyunların temel özelliği olduğu söylenen ‘amatörlük ruhu’nun bir daha belki hiç dönmemek üzere çıkıp gitmesini; sporun profesyonelleşmesi, hatta endüstrileşmesi sonucunda maddi kazancın en ‘yüce’ hedef haline gelmesini mi?
Medya ve yoğun izleyici ilgisinin hep kazanana, muzaffer olana yönelmesini; kaybedenin, ikinci, beşinci, sonuncu olanın, yıllar yılı en az kazanan kadar ter döktüğü halde, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi kalıvermesini mi?
Olimpiyatlara katılmayı başaramayan, ama hayatının önemli bir parçasını bu uğurda harcayan sporcuların içine düştüğü yalnızlığı mı? Başarılı olsun diye mini mini bir çocukken antrenörlerin eline verilen ve günde bilmem kaç saat idmanla, tıkır tıkır işleyen bir makine haline getirilenleri mi?
‘Barış-dostluk-kardeşlik’ sloganlarıyla selamlanan olimpiyat oyunları boyunca, hâlâ bütün başarıların devletler bazında değerlendirilmesini, her madalyada göndere bayrak çekilip milli marş çalınmasını mı? Uluslar aldıkları madalya sayısına göre sıralanırken, her madalyanın bir istatistiğe dönüşmesini, ardında yatan insan hikâyelerinin gözlerden ırak kalmasını mı?
*
Zihinlerimizi kurcalayan sorular saymakla bitmez elbet. Soruları çoğaltıp derinleştirerek, ama bir yandan da gözlerimizi dört açarak, şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla, kısa süreceğini bildiğimiz için yudum yudum içerek izliyoruz oyunları.
Televizyon başındaki hayret ve coşku nidalarımız, emeğe ve yeteneğe saygının, azim ve adanmışlığa verdiğimiz payenin safça dışavurumu değil midir?
“Son saniyede geçti!” “Bu nasıl vücut böyle, resmen heykel!” “Yazık oldu, az daha kazanıyordu!” “On altı yaşındaymış daha!” “Yetiştirme yurdunda büyümüş!” “Altı saattir pedal çeviriyorlar!” “Kıza bak, lastik gibi!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder