Agos, 18 Temmuz 2008
Patrik II. Mesrob’un hastalığı nedeniyle bir süreliğine görevini yerine getiremeyeceği, 26 Mayıs’ta Patrikhane’de yapılan bir toplantıyla duyurulmuştu. Bir süredir kulakta kulağa yayılan, ikili sohbetlerde fısıltıyla konuşulan bir duyumun resmi onayıydı bu.
Aradan yaklaşık 2 ay geçti… O günlerde, bu çetin süreçte ruhanilere, vakıf yöneticilerine, basına büyük bir sorumluluk düştüğünü, zorlukların ancak daha fazla şeffaflık ve samimiyetle aşılabileceği tespitinde bulunmuştuk.
Ermeni toplumunun taleplerine kulak verecek, katılıma ve tartışmaya açık adımlar atmak gerekiyordu. Patriğin hastalığı hakkındaki söylentileri dindirecek açıklamaları gecikmeden yapmak öncelikliydi. Cemaatin, patriğin durumunu yakından takip etmeye hakkı vardı ve patriğin –bir insan ve bir hasta olarak– sahip olduğu haklar, sağlık durumunun ağızlarda sakız yapılmasına engel olmalıydı.
Oysa, geçen elli küsur günde, hastalığın gidişatı hakkında aydınlatıcı bir rapor yazılamadı. Üstelik, ortada henüz böyle bir belge yokken, II. Mesrob’un patriklik makamında kalıp kalamayacağına, eğer kalamayacaksa yerine kimin geçeceğine dair kazanlar fokurdamaya başladı.
Fokurdayan kazanların vebali, içerde ve dışarda ikbal arzusuyla koşturanların boynuna. Patriği beğenelim ya da beğenmeyelim, o henüz makamındayken peyda olan adaylar, onların temaslarına karşı çıkarken bir yandan kendi adaylığı için zemin yoklayanlar, adaylardan biri için propagandaya girişiverenler, kapılar ardında yapılan hesapların geçerliliğinin olmadığını anlamalı.
Çünkü, böylesine hassas bir süreçte olgunluk, vakar ve vefa gösteremeyenlerin, patriklik makamının dikenli koltuğuna oturduğunda olgun, vakur ve vefakâr davranamayacağını görmek için müneccim olmak gerekmiyor.
Patriklik, cemaat, devlet
Patriklik, Türkiye Ermeni toplumu için, salt dinsel alan üzerinde söz sahibi bir makam olmadı hiçbir zaman.
Bunda Kilise teamüllerinin ve cemaatin yüzlerce yıllık geleneklerinin de rolü vardır elbette; ancak aslan payı, devletin Ermeni cemaati hakkında tasarrufta bulunurken muhatap kabul ettiği yegâne kurumun Patriklik makamı olmasındadır.
“Laik” TC devleti, azınlıklar söz konusu olduğunda nedense sadece dinsel olanı referans alır. Bunun ardında ise, gayrimüslim toplulukların kendi aralarında, din dışı dernek, vakıf, sivil toplum örgütü –hatta diasporadaki gibi siyasal parti– düzeyinde örgütlenmelerini engelleyen baskıcı uygulamalar vardır.
“Gayri-modern” Osmanlı döneminde, Ermeni toplumunun birtakım iç çatışmaların etkisiyle geçirdiği doğal evrim sonucunda sivillerin ruhanilere karşı elde ettiği kazanımlar (Umumi Meclis, Cismani Meclis gibi yönetimsel organlar, Patriklik üzerinde denetim yetkisi vs.), “Modern” Türkiye Cumhuriyeti döneminde, bizzat devlet eliyle işlemez hale getirilmiş, kadük bırakılmış, böylece cemaatin demokratik dönüşümüne ket vurulmuştur.
Gayrimüslim cemaatlerin örgütlenmede görece özgür olduğu alanlar, kilise, eğitim ve hayır işleridir. Ne tesadüf ki, bu üç kurumun da baskılardan azade olduğu söylenemez: Kilise daimi olarak resmi ve gayriresmi güç odaklarının hedefindedir; okullar, özellikle devletin atadığı “Türk” müdür yardımcıları eliyle Milli Eğitim Bakanlığı’nın sıkı denetimi altındadır; görece zararsız gibi görünen hayır işleri dahi devlet bürokrasisi tarafından “milli güvenlik” kavramı çerçevesinde ele alınır, MİT raporlarında konu edilir.
Devletin gayrimüslim toplulukların varoluşunu bütünüyle dinsel alanla sınırlamasının günlük hayattaki yansımaları ise zannedilenden çok daha fazladır. Çocuğunuzun anadilini daha iyi öğrenmesini arzu ettiğiniz için onu Ermeni okuluna kaydettirmek istediğinizde sizden vaftiz belgesi istenmesi, uygulamaya yansıyan onlarca örnekten sadece biridir. Çünkü devletin gözünde, Ermeni olup, sözgelimi, ateist olmak mümkün değildir.
Ateşten gömlek
Yukarıdaki açıklamayı, Türkiye Ermeni Patrikliği’nin ve Kilise’nin Türkiye’de yaşayan Ermeniler için ne ifade ettiğini bir nebze olsun anlatabilmek için yaptım. Cemaatinin oylarıyla ve dini kurallar gereği ömür boyu seçilen İstanbul Ermeni Patriği, X ya da Y kişinin başkanlığa atanmasının belki de hiçbir şey değiştirmediği Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bürokratik bir kurum değildir. Çoğunlukla kendine bağlı olmayan nedenlerle, cemaatin en önemli temsilcisi ve sözcüsü konumundadır. Kilise ise, yukarıda çizmeye çalıştığım çerçeve nedeniyle, Ermeni kimliğinin birleştiricisi görünümündedir. Buna göre, Kilise’den ayrı bir Ermenilik tahayyül etmek neredeyse mümkün değildir. Bu yüzden de, Ermeniler arasında dini inanç taşımayanların dahi kilise işlerine sırtlarını büsbütün dönmesi pek kolay değildir.
Kısacası, Patrik ve Patriklik makamı önemlidir; salt dinsel olarak değil, siyasal, sosyal ve kültürel olarak da… Patriğin, Ermeni Kilisesi’nin gelenekleri uyarınca halkın oylarıyla seçiliyor olması, bu önemi pekiştirici bir nitelik taşır.
Her patrik seçimi cemaatte büyük bir çalkantı yaratır. Farklı çıkar grupları, farklı semtlerin sakinleri, farklı kilise ve vakıf yöneticileri farklı adaylar etrafında birleşir ve yoğun bir propaganda faaliyeti yaşanır. Devlet de, daha kolay yönlendirebileceğini düşündüğü adaydan yana tavır alarak işin içine girer. Projeler, vaatler, iddialar, karşılıklı karalamalar çarpışır. Her şeye rağmen, İstanbul kiliselerinde halkın kullandığı oylar, seçilen patriğin meşruiyetinin en önemli güvencesidir.
Ondan sonrası, seçilen patriğin, makamının önemini kavrayıp cemaatinden yükselen seslere kulak asıp asmadığına, kendini tek iktidar sahibi olarak görüp görmediğine, demokratik tartışma süreçlerini işletip işletmediğine bağlıdır büyük ölçüde.
Patrik, devletten, Türkiye kamuoyundan, diasporadan, Ermenistan’dan, kendi cemaatinden gelen çok çeşitli etkilerin tesiri altındadır. Bütün bu faktörler arasındaki dengeyi, gerektiği zaman cesaret, çoğu zaman da metanet ve sükût yardımıyla kurmayı bilen patrikler, tıpkı 1951’de Arjantin’den gelip patrik seçilen, 1915 Felaketi’ni yaşamış Trabzonlu Karekin Haçaduryan gibi, büyük bir sevgi ve özlemle anılırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder