Boğaziçi'ni Boğaziçi yapan
Sonradan olma Boğaziçiliyim. Marmara Üniversitesi’nde lisansımı yaptıktan dört yıl sonra, master için girdim Boğaziçi’ne.
Sonradan görme olduğum için, o okulda, o kampusta esen özgürlükçü havanın kıymetini, öğrencilere kendilerini geliştirebilmeleri için tanınan imkânları, hocalarla olabildiğince eşit ilişkiler kurabilmenin nimetlerini, başka üniversitelerin boğucu ortamını bilmeyen gerçek Boğaziçili arkadaşlarımdan çok daha iyi takdir ettiğimi düşündüm hep.
Amerikalıların 145 yıl önce kurup ruh verdiği; geçmişte her dilden, her dinden öğrencinin bir arada öğrenim gördüğü; o hayırhah ruhu daima taşıyan, İstanbul’un en güzel manzaralarından birine sahip o okul içimi hep muhabbet duygularıyla doldurdu.
Boğaziçi’nin ülke şartlarından kopuk olduğu, bu yönüyle bir fildişi kuleyi andırdığı eleştirisi hep yapılır. Halbuki, ülke meselelerinin ciğerine dokunan fikirlerin üretilebilmesi için, Boğaziçi’nin ve tüm üniversitelerin özgürlükler anlamında birer fildişi kule olması şarttır. Ülke olarak içinde debelendiğimiz kısırlığın Boğaziçi’ni çoraklaştırmasındansa, her yerin Boğaziçileşmesi için çalışmak gerekmez mi?
O okulda, başı örtülü arkadaşlarım Melek’le, Rahime’yle, Zeynep’le birlikte ders dinleyip tartışmaktan, ders aralarında birlikte çay içip sohbet etmekten, aynı esprilere gülmekten büyük bir zevk aldım. Onları başlarını açmaya veya peruk takmaya zorlamayan önceki okul yönetimine içten içe hep büyük bir şükran duydum.
Yeni rektör Kadri Özçaldıran’ın kararıyla başörtülü öğrencilerin giriş kapısından içeri alınmadıklarını görmekse içimi acıtıyor. Biliyorum ki, arkadaşlarımın o güzelim kampusta özgürce dolaşamadıkları bir Boğaziçi, devlet üniversitelerinin bunaltıcılığından nasibini hızla alacak ve asıl o zaman bir fildişi kuleye dönüşecek.
Neyse ki, başörtülü arkadaşlarına sahip çıkan yüzlerce öğrenci ve öğretim görevlisi var okulda. Boğaziçi’ni, en temel hak ve özgürlüklerimizi onlar temsil ediyor, bu karara imza atan rektörlük değil. O yüzden, direnmeye devam!
Cemaatin sorunları ve ‘know-how’
Türkiye Ermeni toplumunun yapısal sorunlarının giderek daha fazla konuşulduğu günleri yaşıyoruz. Patrik II. Mesrob’un sağlık durumu nedeniyle ufukta bir patriklik seçiminin görünüyor olması, mevcut sorunların derinleşme ihtimalini artırıyor ve bu da çözüm çabalarının daha fazla ertelenemeyeceği anlamına geliyor.
Biliyoruz ki, her patriklik seçimi, cemaatte ayrışmaları körükleyen, farklı kesimlerin, devletin, Eçmiadzin’in ve uluslarararası diplomasinin etkilemeye çalıştığı kaotik bir ortamı davet ediyor; cemaat her seçimde biraz daha sarsılıyor. Bu dönemi en az hasarla atlatmak için ise, üzerine geleceğin bina edileceği temelleri tartışmaya açmak şart.
Ermeni toplumu, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki baskılar sonucunda, daha önce bin bir emekle oluşturduğu idari kurumlardan feragat etmek zorunda kaldı. Halkın oyuyla göreve gelen idari komisyonlardan yoksun kalmak, patriğin neredeyse sorgulanamaz bir iktidara sahip olması sonucunu doğurdu.
Bu süreçte cemaatin sorunlarını çözebilme yeteneği ciddi zarar gördü. Dertlere deva bulacak tek merciin Patriklik haline gelmesi nedeniyle atıl kalan kapasite, bir şeyi yapabilme, becerebilme hüneri anlamına gelen ‘know-kow’ eksikliğini beraberinde getirdi. Görünen o ki, bunca enerji sarfına rağmen, içinde kaybolduğumuz sorunlar yumağından sıyrılamayışımızın en önemli nedeni, aslında neyi, nasıl yapacağımızı bilemiyor olmamız.
Ölçek farklı da olsa, dertler eskisinden çok da farklı değil. Bugün tartıştığımız meseleler, geçmişte de büyük çalkantılara neden olmuş, el yordamıyla da olsa hal çareleri bulunmuştu. Bu yüzden, o tartışmaları hatırlamak, bugün eksik kalanları keşfetmemize yardımcı olacaktır.
Nizamname kılavuz olabilir
1863’te Osmanlı Devleti’nin onayladığı Azkayin Sahmanatrutyun Hayots (Ermeni Milli Anayasası; resmi adıyla ‘Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’), Ermenilerin o güne dek yaşadığı idari ve toplumsal sorunların izlerini yansıtan bir metindi. Cemaat içi çekişmeleri, Tanzimat devrinin düşünce yapısını, Batı modernizmine öykünen aydın sınıfının dünyasını ve Ermeni milletinin kendine özgü koşullarını bünyesinde barındırıyor; patriğin görev ve yetkilerini, bireylerin hak ve sorumluluklarını, cemaatin devletle ilişkilerini belirliyordu. Metin, ciddi eksikleri olsa da, o haliyle bile kurumların işleyişine dair gelişkin bir yapı tesis ediyordu.
Nizamname, seçimle gelen üyelerin oluşturduğu bir Milli Meclis; bunu içinden çıkacak bir Sivil Meclis ve bir Ruhani Meclis öngörüyordu. Yürütme işlevini üstlenecek bir Merkezi İdare de tesis edilmişti. Çeşitli komisyonlar, millet işlerinin daha iyi görülmesinden sorumluydu. Eğitimden Maarif Komisyonu, mali işlerden Tesisat Komisyonu, hukuki sorunlardan Muhakeme Komisyonu, Merkezi Sandığın idaresinden Muhasebe İdaresi Komisyonu, vasiyetleri millet yararına kullanmaktan da Vasiyet İdaresi Komisyonu sorumluydu.
Koşullar bugün elbette çok farklı. Çokkültürlü bir imparatorluğun tebaası olan 2 milyon nüfuslu bir halktan değil, Cumhuriyet Türkiyesi’nde 60 bin kişilik küçük bir azınlık toplumundan söz ediyoruz. Ancak, 1863 Nizamnamesi’nin kılavuzluğunda ve günümüzün ihtiyaçları doğrultusunda şekillenecek bir yönetimin önemli kazanımlar sağlayacağını öngörmek de kehanet sayılmaz.
Bugün, Milli Meclis sadece patrik seçimleri sırasında toplanıyor. Ruhani Meclis faaliyet gösterse de, bir Sivil Meclis’e sahip değiliz. Yukarıda sözü edilen komisyonlar da mevcut değil. Bunlardan Maarif Komisyonu’nun boşluğunu SEV Vakfı ve Öğretmenler Vakfı doldurmaya çalışıyor, hepsi bu. Oysa bu birimler geçmişte cemaat kurumlarının koordinasyonunda önemli işlevler üstleniyor, bir ‘ortak akıl’ oluşturulmasına katkıda bulunuyordu.
Bu kurumları güne uyarlayıp yeniden canlandırmak, katılımcılığa ve çoğulculuğa inanan insanları oralarda görevlendirerek işe koyulmak, zor ama başarılması elzem bir görev olarak duruyor önümüzde. Karşımıza türlü engellerin çıkacağını biliyoruz. Engelleri aşarak kazanılan başarıların ne kadar değerli olduğunu da…
Bir kez telaffuz edilince...
Cumhurbaşkanının Ermenistan ziyareti sırasında ve sonrasında verilen mesajlar, Türkiye’nin, Ermenistan ile diplomatik ilişki kurmaya hazırlanarak, hem Kafkasya’da istikarın sağlanmasına katkıda bulunmayı, hem de dünyanın dört bir yanında alınan parlamento kararlarıyla kendini iyice kıstırılmış hissettiği Soykırım meselesinden en hafif hasarla sıyrılmayı hedeflediğini gösteriyor.
Çözümsüzlük çözüm olmaz
Anayasa Mahkemesi bugüne dek, Kürt halkının kurduğu siyasi partilerin çoğunu, Halkın Emek Partisi’ni, Özgürlük ve Demokrasi Partisi’ni, Demokrasi Partisi’ni, Halkın Demokrasi Partisi’ni kapattı.
Mahkeme, partileri kapatırken, “ [Parti programı] Türk ulusunun bütünlüğünü (...) Türk ve Kürt olarak ikiye ayırmayı öngörmektedir. Bu tür program hükümlerinin ülke ve millet bütünlüğünü yıkmayı amaçladığı açıktır” gibi gerekçelere sığındı.
Bir kez daha 301
Yazar Temel Demirer, Hrant Dink’in öldürülmesinden bir gün sonra, Ankara’da yaptığı basın açıklamasında, “Hrant Dink sadece bir Ermeni olduğu için değil, bu ülkede soykırım olduğu gerçeğini ifade ettiği için katledildi” cümlesini sarf etti ve hakkında “Türklüğü, cumhuriyeti, devletin kurum ve organlarını aşağılama” suçlarından (TCK 301) dava açıldı.*
Dava sürerken, yurtiçi ve yurtdışında uyanan tepkiler sonucunda 301. madde metninde bazı küçük değişiklikler yapıldı ve dava açılması adalet bakanının iznine bağlandı. Böylece, Demirer hakkındaki dava da askıya alınmış oldu.
Ardından, dosya izin için Adalet Bakanlığı’na gönderildi. Bakan Mehmet Ali Şahin ise izin talebini olumlu karşıladı ve yargılamaya devam edilmesini istedi. Demirer’in yargılanmasına kaldığı yerden devam edilecek.
Böylece, 301. maddede yapılan değişikliğin hiçbir anlamı olmadığı, yargılanma tehlikesinin, ifade özgürlüğünün üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam ettiği ortaya çıkmış oldu. Hükümetin tavrındaki ikiyüzlülük de öyle... Bir yanda Ermenistan açılımı; diğer yanda “Evet, bu ülkede Ermeni soykırımı olmuştur” dediği, hakikat bildiğini dile getirme cesaretini gösterdiği için yargılanan Temel Demirer.
Görünen o ki, hükümetin demokratlık ve dış siyasette açılım iddialarının samimiyetini test edecek yeni ve daha güçlü bir “301’e hayır!” kampanyasına ihtiyaç var.----------------------
* Cumhuriyet Savcısı Levent Savaş’ın kaleme aldığı 24 Aralık 2007 tarihli iddianame polis tutanakları, polisin yaptığı bant çözümleri ve CD’lere dayanak oluşturdu. Belgede, Demirer’in Dink’in öldürülmesinin protesto edildiği toplantıda şu sözleri söylediği ileri sürülüyor:
“(...) Gerçekleri haykırmamanın cinayete ortak olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Hrant sadece Ermeni olduğu için değil bu ülkede soykırım olduğu gerçeğini ifade ettiği için katledildi.Türkiye aydınları eğer 301 kere 301 suçu işlemezlerse Hrant’ın cinayetine ortak olmuş demektir. Tarihimizde bir soykırım var. Adı Ermeni Soykırımı. Hrant bu gerçeği hepimize kanı canı pahasına anlattı. Katil devlet karşısında suç işlemeyenler Dink cinayetine ortak olanlar. Dün Ermenileri katledenler bugün Kürt kardeşlerimize saldırıyor. Halkların kardeşliğini isteyenler bu tarihle hesaplaşmak zorunda. Ermeni kardeşlerimizin başına gelenin Kürt kardeşlerimizin de başına gelmemesi için suç işlemeliyiz. Hepinizi suç işlemeye çağırıyorum. Evet bu ülkede Ermeni soykırımı oldu.” (Kaynak: Bianet'ten Erol Önderoğlu'nun haberi: http://www.bianet.org/bianet/kategori/bianet/105329/dink-cinayetini-kinayan-temel-demirer-301-ve-216dan-yargida)
Sorunların kaynağı güvensizlik ve samimiyetsizlik*
Son beş ayda, Agos sayfalarında, Türkiyeli Ermenilerin sahip olduğu çeşitli vakıf ve kurumlarda yönetici konumunda bulunan / bulunmuş olan 26 kişiyle yapılmış 19 söyleşi yayımlandı.
60 bin kişilik bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilen küçük Türkiye Ermeni toplumunun önde gelen isimlerinden olan bu 26 yöneticinin gazeteci arkadaşlarımızın sorularına verdikleri yanıtlardan yola çıkarak, Ermeni vakıflarının, dolayısıyla okul ve kiliselerinin mevcut durumlarına, sorunlarına ve bunların çözüm perspektiflerine ilişkin çeşitli saptamalarda bulunmak mümkün. Bu yazıda, söyleşilerde ifade edilen görüşlerin çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya gayret ederek, dikkat çekici bulduğum bazı genel eğilimleri tartışmak istiyorum. Türkiye Ermeni toplumunun sorunlarının, farklı görüşlerin dile getirildiği, çok daha derinlemesine çözümlemeleri gerektirdiği ise tartışma götürmez bir gerçek.
---------------------------
* Bu yazı 'Hayat, Olduğu Gibi' için değil, Agos'un 'Orta Sayfa'sı için kaleme alındı ve orada yayımlandı.
6 Eylül bir dönüm noktasıydı
Gelecekte, Türkiyelilerle Ermeniler sorunlarını çözüp barıştıklarında, Sarkisyan’la Gül’ün ve iki ülke hariciyelerinin 6 Eylül 2008’de gösterdiği ferasete övgüler düzecekler.
(Fotoğraflar: Onnik Krikorian / Oneworld Multimedia)
Vantilatör ve poşet
Tarihi bir gün...
İzmir Yangını: Bir itiraf, bir tanıklık
Devletin tarihçileri birkaç yıl öncesine kadar 1922’de İzmir’i Yunan ordusunun ateşe verdiğini söylüyordu. Ancak son yıllarda, Ermenileri de işin içine katmaya, hatta kundakçılıkta başrolü onlara vermeye doğru bir yönelim gözleniyor.
Biraz insaf
Türkiyeli demokrat-liberallerle solcular arasındaki çekişme giderek keskinleşiyor. Tartışılan, 12 Eylül sonrasında toplumsal tabanını yitiren ve bugün gerçekçi bir iktidar seçeneği üretemeyen sosyalist sol.
Liberal-demokrat aydınlar, kimi sosyalistlerin AKP-TSK kavgasında taraf olmayıp ‘Üçüncü Yol’ arayışına girmesini ‘siyasetsizlik’ olarak görüyor; mevcut koşullarda AKP’yle aynı safta durmamanın darbeye destek vermek anlamına geldiğini savunuyor.
Türkiye’de solun bir kesiminin paranoyaya varan bir laiklik hassasiyetiyle darbeciliğe prim tanıdığını görmek zor değil. Ancak sol yekpare bir bütün değil ve 12 Eylül’ün en büyük mağduru olan sosyalistlerin çoğunluğunun darbe karşıtı olduğu da yadsınamaz.
Hal böyleyken, bazı yazarlar sosyalistlerin AKP’yi eleştirmesine dayanamıyor; iktidarın neo-liberalizmine, muhafazakârlığına, kendine demokrat tutumuna muhalefet edenleri Ergenekonculukla suçluyor.
Sayıca az da olsa, bugünkü temel mücadelenin neo-liberalizme karşı olduğuna, sınıf çatışmasının sona ermediğine, kapitalizmin alternatifsiz olmadığına inanan ve bu yolda uğraş veren bir kesim var Türkiye’de. Bu siyasi duruşa neden tahammül edilmediğini anlamak ise güç; “Benimle aynı fikri paylaşmıyorsan Kemalistsin/anti-demokratsın” diyenlerin demokratlığına inanmak da…
Nihayet, bu çekişmeye Hrant Dink de karıştırıldı ve Birgün’den Oğuzhan Müftüoğlu’nun birkaç yıl önce bir yayın toplantısında Dink hakkında “Artık atın bu Ermeni’yi” dediği iddiası, tartışmanın odağına oturuverdi. Mesele, buradan hareketle, Birgün ve ÖDP çevresini ‘ırkçı’, ‘faşist’, ‘cinayet şebekeleriyle ilişkili yaratıklar’ olarak nitelemeye dek vardı.
Birgün gazetesinin yayın kurulunda kabul görmeyen bu anlamsız öneri üzerinden sola ağır ithamlarda bulunmak ve bunu Hrant Dink’i de kullanarak yapmak elbette ahlaki değil. Hele, Dink’in solla ilişkisinin bir kişinin ağzından çıkan sözlerle bozulmayacak kadar köklü olduğu çok iyi bilinirken.
Evet, Türkiye solu kimlik konusunda bugüne dek tutuk bir siyaset izledi. Bu tavrın bilhassa Ermeni Sorunu bağlamındaki eleştirisini daha önce bu sütunda yapmıştık. Ancak, sol içinde bu konuda bir özeleştiri eğilimi de mevcut. Yapıcı bir tutumla bu yüzleşme çabasını kolaylaştıracak zemini sağlamak yerine karalama kampanyalarına girişmekse, çok kaba bir ideolojik tercih.
Bütün hatalarına karşın, geçmişte muhalifliğin bedelini işkencelerle ödemiş bir hareketi, Türkiye’de azınlıklarla ilgili sorunları ilk kez parti programına alan, Hrant Dink’in de ilişkili olduğu ÖDP’yi ve Birgün gazetesini ırkçılıkla ve kötülük şebekeleriyle ilişkilendirmek, en hafif tabirle insafsızlıktır.
Panayot bakkalın gözyaşları
6-7 Eylül 1955 yalnızca bir tarih değil. Milliyetçiliğin, ayrımcılığın, kendi vatandaşına zulmetmeyi hak gören hikmet-i hükümet zihniyetinin, devlet politikası halini almış Türkleştirme siyasetinin bir pogrom şeklinde patlayan ‘Kristal Gecesi’…
Planlı programlı, iyice düşünülmüş bir Milli istihbarat Teşkilatı icraatı. Hemen sonrasında gülünç bir hedef şaşırtma operasyonu (“Komünist işi!”) sahneye konsa da; yıllar geçtikçe, o her zamanki demogojik kalkan (“münferit vaka”) işlemeye başlasa da her şey o kadar açık ki.
‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyaları kadar, Trakya Olayları kadar, 20 Sınıf ihtiyat Askerlik uygulaması kadar, Varlık Vergisi kadar münferit bir vaka 6-7 Eylül. Üzerinde düşünülmemesi, yazılıp çizilmemesi, bir daha hiç hatırlanmaması gereken... Siz hiç devletlu siyasilerin 6-7 Eylül’le ilgili tek bir söz ettiğini duydunuz mu?
Yenikapı’da doğmuş bir yakınım, mahallelerindeki Panayot bakkalın hikâyesini anlatmıştı yıllar önce. O gece yaşadığı dehşetin etkisiyle, hemen istanbul’u terk etmeye karar verir Panayot bakkal. Pılı pırtısını toplayacak, varını yoğunu satıp savacak, belki de ‘Turkosporos’ (Türk tohumu) hakaretine maruz kalacağı, Yunanistan’a göç edecektir.
Yola çıkmadan birkaç gece önce, bizimkilerin fakirhanesine konuk olur. Sofra kurulur; rakı eşliğinde demlenir, hem de dertleşirler. O zamanlar yedi yaşında bir çocuk olan yakınımın aklında, o geceden, Panayot bakkalın “Hiçbir şeye yanmam, anamla babamın mezarlarını bir daha göremeyeceğime yanarım” dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başlaması kalmış.
İşte 6-7 Eylül, Panayot bakkalın anne babasının yıllar geçtikçe daha da öksüzleşen aile mezarı demek kimileri için.
Geçenlerde, Yıldıray Oğur, Taraf’ta, Cumhurbaşkanı Gül’ün o karanlık gecenin üzerinden 53 yıl geçtikten sonra 6 Eylül’deki maça gidişini Türkiye’nin değişmekte olduğuna yoruyordu.
Türkiye elbette değişiyor, ama keşke 6-7 Eylül’lerin izleri bu kadar kolay silinseydi. Keşke, 6-7 Eylül kâbusu, ders kitaplarında çocuklara “Bakın bizim devlet neler yaptı gayrimüslimlere!” diye öğretilmeden, resmi bir özür dilenmeden, hâlâ kapalı tutulan sınırın üzerinden bir uçakla geçivermek kadar kolayca unutulsaydı her şey.
Keşke, Panayot bakkalın ana babasının öksüz mezarının içimizde yarattığı boşluk bu kadar kolay şenlenseydi.
Parmaklık
Günlerdir, sabahları Kadıköy rıhtımına inerken, yoldan geçen bir cezaevi aracıyla göz göze geliyorum. Daha doğrusu, ben gözümü ona dikiyorum ama bu kaba saba aracın gözü filan olmadığından, onun benimle ilgilendiği yok. Bir trafik ışığında bekliyor, ya da caddede, ardında kara bir egzoz dumanı bırakarak, aceleyle yol alıyor.
Muhtemelen o gün Kadıköy Adliyesi’nde duruşması olan tutukluları taşıyan araç bu.
Onu ilk gördüğüm gün, günlerini cezaevinin tekdüzeliği içinde geçiren bir tutuklu için duruşma nedeniyle de olsa dışarı çıkmanın herhalde iyi olacağını düşündüm.
ikinci gün, ben yol kenarında trafik lambasının yeşile dönmesini beklerken, cezaevi aracı yavaşça akan trafiğin içinde, tam önümden, ağır ağır geçti. Aramızda bir metre ya vardı ya yoktu.
Başımı kaldırıp, aracın yan tarafında, tavana yakın açılmış kafesli pencereye baktım: Bu kadar küçük olmak zorunda mıydı?
Derken, kafesin üzerinde, içerden uzanan bir elin parmaklarını fark ettim; ‘parmaklık’ sözcüğünün ne anlama geldiğini de ilk kez o an idrak ettim. içerideki, belli ki, o küçücük deliği örten parmaklıklara tutunarak dışarıyı seyretmeye çalışıyordu.
Neden zor durumdaki bu insanların kısacık adliye yolculuğu dahi işkence halini almak zorunda?
Parmakların sahibi, kafes hayli yüksekte olduğu için muhtemelen sadece binaların üst katlarını seyrederken, ben onun parmaklıktaki parmaklarına bakıyordum.
Bu parmaklar kimin? Suçu siyasi mi, adi mi? Hikâyesi ne acaba? Acısı, derdi, tasası?
Her şey birkaç saniye içinde olup bitiyor.
Araç ilerliyor, parmaklar gözden kayboluyor.
İkinci yılında ‘Hayat, Olduğu Gibi’
‘Hayat, Olduğu Gibi’ ikinci yaşını doldurdu. Geçen yıl da olduğu gibi, şöyle bir geriye dönüp, ardımızda kalan dört mevsimde burada konuştuklarımızı hatırlayalım istedim.
Güz
Eylül: Kurken’in ağrısı: Hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Gözü önünde insanların canına kıyıyorlar ama ağlamaktan başka bir şey gelmiyor elinden, sadece seyrediyor. O kadar çok ağlıyor ki, bir süre sonra olan biteni görememeye başlıyor. / Türüt’e neden kızıyorsunuz? Ona milliyetçiliğin en yüce değer olduğunu, Ermeni’nin hain, Rum’un düşman, Kürt’ün bölücü olduğunu belletmemiş miydiniz? / ‘Zinde güçleri’yle, darbecileriyle, ‘bebekten katil yaratanlar’ıyla, türkücüleri ve ozanlarıyla, İttihatçılık demokratikleşiyor, tabana mı yayılıyor?
Kasım: Ankaralı Mesude: “Teselli için ‘Şehitlik en yüksek mertebe’ diyorlar, ‘Vatan için öldü’ diyorlar ama inanır mısın, yavrumu genç yaşında toprağa vermişim ya, ne vatanı, ne şehitliği görüyor gözüm.” / Dağlıca esirleri: Dünyaya militarist gözlüklerle baktığınızda, bir canın ölümden kurtulup kazanılması kayıp, bir canın kaybedilmesi de kazanç haline gelebilir. / Ermeni lisesinde ‘milli tarih’ dersi: Ahmet Hoca I. Dünya Savaşı’ndan söz ederken, bizler küçüldükçe küçülür, sıraların altında kaybolmak isterdik.
Kış
Aralık: ‘Nor Or’ nesli: Ermenice edebiyatın, bereketli tarlanın en kenarına, yabani otların arasına düşmüş, geç yeşermiş tohumları. / Şair Neşe Yaşın: “Savaşa gitme oğlum. Vatanı seviyorsan onun için ölmeye ve öldürmeye değil yaşamaya ve yaşatmaya git. Vatana hizmet etmek istiyorsan bahçıvan ol; bahçeleri çiçeklendir”. / Ak Parti milletvekili Doğan: “Türkiye’yi kültürler mozaiği olarak tanımlamak çok yanlıştır. Kültür tektir: Bu kültürün adı, Türk-İslam kültürüdür!”
Ocak: Noel Baba out, Nasreddin Hoca in! Dağarcığında öfke sözlerinden başka şey bulunmayanların dünyasında, Noel Baba’yla Nasreddin Hoca’nın dahi kavga etmesi gerekiyor. / Muhasebe: “Ama gel, sen sen ol, bütün bu insanca basitlikleri yüce ideallerin ipeksi örtüleri ardına gizlemekten vazgeç. Yaşadığın toprağın geleceğine dair artık umut besleyemediğin ve bunun seni etrafındaki her şeye yabancılaştırdığı gerçeğini idrak et, onunla yüzleş. Çünkü ancak bu yüzleşmenin istediği bedel ayakta tutabilir gövdeni.”
Şubat: Hükümetin ‘istihdam paketi’ kadın çalışanların emzirme odasına dahi göz dikiyor! / Rejim, üniversiteleri, genç kızların okul kapısında başörtülerini çıkarıp içeri girebildikleri ‘laik ibadethane’lere dönüştürdü. / Avustralya, asimilasyon politikası çerçevesinde ailelerinden koparılan çocuklar nedeniyle Aborjinlerden özür diliyor. Dermana giden uzun yolun sonundaki umudu görmek artık mümkün. / MHP milletvekili Çelik: “Van Akdamar Kilisesi onarıldı. Burası, Türk ve Müslümanların kanını içenlerin kıblegâhı olarak anılmaktadır tarihte.”
Bahar
Mart: Ermenistan’da muhaliflere saldırı: Bu kıyıcılığın köklerini nerelerde aramalı? 1915’te mi, Ermeni partilerinin intikamcılığında mı, Sovyetik ‘siyaset’ yöntemlerinde mi? / Rejim bekçisinin günlüğünden: “İstiklal Mahkemeleri yeniden kurulsa ve her türlü dinci-kürtçü-solcu-demokrat haşarat ibretiâlem için darağacında sallandırılsa ne güzel olur.” / Nevruz’da takım elbiseliler ateş üzerinden atlayıp örste demir döverken, Newroz’da binlerce insan şiddete maruz kaldı, iki kişi öldürüldü.
Nisan: Kıbrıslı Türklerle Rumların barışına giden adımların Lokmacı Kirkor’un dükkânından ve Ermeni mahallesinden geçmesi, kaderin muzip bir oyunu gibi. / Pippa Bacca öldürüldü: Biz erkekler, bize erkeklik olarak belletilen her şeyden istifa etmedikçe onun tecavüze uğramasına, öldürülmesine şaşırmamak hepimizin kaderi olacak. / 24 Nisan nedir? Binlerce cevabı olan bir soru. Yerevan’da ayrı, Beyrut’ta ayrı, Paris’te ayrı, Los Angeles’ta ayrı, İstanbul’da ayrı…
Mayıs: Hasan Celal Güzel’in incileri: “Ermeni diyasporası, gene kırnava gelip kızışan kediler gibi azarak iftiralarını sıralamaya başladı. (…) Ara Sarafyan ve Türkiye’deki hempaları, gene olayları saptırarak atalarımıza iftira atmaya devam ettiler.” / TRT’de Ermenice yayın: Milliyetçi ve ayrımcı bir yaklaşımla yapılacak yayınların dili Ermenice, Türkçe, Kürtçe değil, ‘Düşmanca’dır.
Yaz
Haziran: Patrik Mutafyan’ın rahatsızlığı: Cemaatin her kesimi için ciddi, zorlu bir sınav. / Krikor Zohrab: Ermenilerin II. Meşrutiyet’le yeşeren umutlarının ve sonraki hayal kırıklıklarının simgesi. / Tapu çetesi dehşeti: Gayrimüslimlerin mülklerini bu kadar korunaksız, “gâvur malı”nı gasp edilmesi bu kadar mümkün hale getiren devletin kendisi olmasın? / Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a olan sevgilerini Kürtçeyle ifade etmek için “Biji Tayyip!” (Yaşa Tayyip!) pankartı açmak isteyen Kozluklular engellendi: Tu ji Tayyip nikarîbî bi kurdî hez bike! (Tayyip’i Kürtçe sevemezsin!)
Temmuz: Ermeni Meselesi Ergenekoncuların halkla ilişkiler operasyonuydu: Perinçek’in, Kerinçsiz’in, Küçük’ün, Aygün’ün bu konudaki performanslarına bakmak yeterli. / Patriğin hastalığı sürecinde olgunluk, vakar ve vefa gösteremeyenlerin, patriklik makamına oturduklarında olgun, vakur ve vefakâr davranamayacağını biliyoruz. / Bir tatil kaçamağı: Adına hayat dediğimiz, ardı ardına eklenmiş telaşlı günlerin hiç dinmeyen yorgunluğundan çok başka akan bir zaman.
Ağustos: Ormanlar arasında ayrımcılık: Türkiye’nin batısındaki ormanlar yanınca “ciğerlerimiz yanıyor”; Türkiye’nin doğusundaki ormanlar yanınca ses seda yok. / Halaçoğlu görevden alınınca “Umrumda değil, sırtımda yüktü!” dedi: Samimi olduğuna şüphe yok, zira yalan ağır bir yüktür. / Ergenekon’un Kürt ayağı: Sahi, Kürt işadamları, gazeteciler, aydınlar katledilirken iktidar koltuğunda oturanlar nerede? / Rupen Zartaryan: Dili, sadelikle zenginliği, taşrayla İstanbul’u, köy hayatının renkleriyle şehirli inceliğini harmanlayan yepyeni bir enstrüman haline getirmişti.
Siverekli Rupen Zartaryan’dan kalan
Bayrak dediğin büyük olur
Yerleşmiş, hazmedilmiş bir spor kültürü değil Türkiye’deki. Her şeyimiz futbola, ama hep futbola odaklı. Aslolan yalnızca kazanmak, hangi yolla olursa olsun… Oyunun tadına varmaya, yarışırken hoş bir seda bırakmaya çalışmak önceliklerimiz arasında yer almaz.
Olimpik sorular
Amerikalı yüzücü Michael Phelps’in insanüstü çabasını, her gün bir rekor kırarak altın madalya kazanmasını büyük hayranlıkla seyrediyoruz seyretmesine de, olimpiyat oyunlarıyla ilgili sorular da zihinlerimizi giderek daha çok kurcalıyor.
Açılış töreninin görkeminin, organizasyonun mükemmelliğinin, Çin’deki insan hakları ihlallerini gölgelemesini mi?
Bol cirolu sponsorların, reklamverenlerin, yayıncı kuruluşların oyunlara şu ya da bu şekilde müdahale etmeyi kendilerine hak gören buyurgan tavrını mı? Kâh sporcuların kıyafetlerinde, kâh spor sahalarının dört bir yanında, kâh reklam aralarında karşımıza çıkarak varlığını her an hissettiren ‘markalar olimpiyatı’nı mı?
Tarih boyunca oyunların temel özelliği olduğu söylenen ‘amatörlük ruhu’nun bir daha belki hiç dönmemek üzere çıkıp gitmesini; sporun profesyonelleşmesi, hatta endüstrileşmesi sonucunda maddi kazancın en ‘yüce’ hedef haline gelmesini mi?
Medya ve yoğun izleyici ilgisinin hep kazanana, muzaffer olana yönelmesini; kaybedenin, ikinci, beşinci, sonuncu olanın, yıllar yılı en az kazanan kadar ter döktüğü halde, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi kalıvermesini mi?
Olimpiyatlara katılmayı başaramayan, ama hayatının önemli bir parçasını bu uğurda harcayan sporcuların içine düştüğü yalnızlığı mı? Başarılı olsun diye mini mini bir çocukken antrenörlerin eline verilen ve günde bilmem kaç saat idmanla, tıkır tıkır işleyen bir makine haline getirilenleri mi?
‘Barış-dostluk-kardeşlik’ sloganlarıyla selamlanan olimpiyat oyunları boyunca, hâlâ bütün başarıların devletler bazında değerlendirilmesini, her madalyada göndere bayrak çekilip milli marş çalınmasını mı? Uluslar aldıkları madalya sayısına göre sıralanırken, her madalyanın bir istatistiğe dönüşmesini, ardında yatan insan hikâyelerinin gözlerden ırak kalmasını mı?
*
Zihinlerimizi kurcalayan sorular saymakla bitmez elbet. Soruları çoğaltıp derinleştirerek, ama bir yandan da gözlerimizi dört açarak, şaşkınlıkla karışık bir hayranlıkla, kısa süreceğini bildiğimiz için yudum yudum içerek izliyoruz oyunları.
Televizyon başındaki hayret ve coşku nidalarımız, emeğe ve yeteneğe saygının, azim ve adanmışlığa verdiğimiz payenin safça dışavurumu değil midir?
“Son saniyede geçti!” “Bu nasıl vücut böyle, resmen heykel!” “Yazık oldu, az daha kazanıyordu!” “On altı yaşındaymış daha!” “Yetiştirme yurdunda büyümüş!” “Altı saattir pedal çeviriyorlar!” “Kıza bak, lastik gibi!”
Dara Torres
Oyunların ilk günlerinde rekor ve madalya koleksiyoncusu Phelps’in gölgesinde kalsa da, 1967 doğumlu yüzücü Dara Grace Torres hiç unutulmayacak bir başka başarı hikâyesinin kahramanı.
"Ergenekon'un Kürt ayağı nerede?"
Agos, 8 Ağustos 2008
Soruyu, DTP Iğdır milletvetili Pervin Buldan’la yapılan söyleşi vesilesiyle, Express dergisi soruyor.
Sahi, 1990’lı yıllarda Kürt işadamları, gazeteciler, aydınlar katledilirken iktidar koltuğunda oturanlara, Susurluk kazasıyla kirli ilişkileri ortalığa saçılırken “Vatan için kurşun atıp kurşun yiyen”lerin “şeref”ini savunanlara, “bin operasyon” yapmakla övünenlere bugüne dek ilişilmemesinin Ergenekon örgütlenmesine cesaret verdiği savı yabana atılabilir mi?
Oralardan hareketle, Şemdinli’de kitabevi bombalayan askerlere “Tanırım, iyi çocuktur” diye arka çıkanlara uzanan yolu izlemek mümkün. Taraf’ta her çarşamba dürüstlüğüyle insanı ferahlatan yazılar kaleme alan Orhan Miroğlu’nun da dediği gibi, pis işlerin örtülmesi için Kürt savaşının nasıl kullanıldığı iddianamede bir bir yazıyor.
Bu yüzden, Ergenekon’u fasa fiso olarak göstermeye çalışanların ahlaksızlığına da, her gün iddianame metninden bir ayrıntıyı, bir konuşma veya yazışmayı arka planından koparıp yayımlayarak, iddiaları sulu magazin malzemesi haline getiren kimi ‘demokrat’ların çiğliğine de pabuç bırakmamak gerek. İddianamenin ulaşmaya cesaret edemediği, etmediği derinlikleri siyaset, yani biz yurttaşlar talep etmeliyiz.
ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras’ın önayak olduğu, darbe girişimlerinin araştırılmasına yönelik önergenin Ak Parti’li vekiller tarafından görmezden gelinmesinin işaret ettiği durum hiç de iç açıcı değil. Hepimiz biliyoruz ki, Ak Parti’nin müesses nizamla uzlaşması sonucunda davanın iddianamede adı geçen kişilerle sınırlı kalması, Türkiye demokrasisine büyük zarar verecek, mesele halının altına süpürülmüş olacak.
O zaman da, Güngören’de patlayan bombanın zanlıları olarak sunulan, ancak mahkemede haklarında böyle bir suçlama yapılmayan kimseleri “İşte bebek katilleri!” diye yaftalayan Taha Akyol’ların ahlakıyla baş başa kalacağız.
Gidişat o yönde olursa, başka bir Türk destanının adını taşıyan yeni Ergenekon’ların gökyüzünü sonsuza dek karartacağından emin olabilirsiniz.
Sanuts miutyun (Öğrenci derneği)
Bu derneklerin hangi ihtiyaçlar üzerine kurulup geliştiğini anlamak için geçmişe dönüp baktığımızda şunları görürüz:
II. Meşrutiyet döneminin siyasal çoğulculuğu, hem Osmanlı Devleti, hem de Ermeni toplumu için daha önce eşi görülmemiş bir hareketliliğin kaynağı olmuş, siyasi partilerin yanı sıra, pek çok farklı konuda faaliyet gösteren sivil yapıların oluşmasını sağlamıştı.
Cumhuriyet rejimi bu derneklerin yaşamasına izin vermedi: 1923’ten 1945’e dek öğrenci dernekleri kapalı kaldı. Bu durum, farklı dillerde tiyatro yasağı, basın üzerindeki baskılar, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ gibi kampanyalarla birleşerek gayrimüslim toplulukları iyice cendereye aldı. II. Dünya Savaşı sona erip siyaset ve sivil toplum üzerinde baskılar gevşeyince, öğrenci dernekleri yeniden açıldı.
Bu dernekler, tiyatrocular, sporcular, yöneticiler yetiştirdi; eğlenceler, balolar, partiler, paneller, konferanslar düzenledi; yeri geldi, çağdaş Ermenice edebiyat antolojileri, Ermeni yazarlardan kitaplar, çocuk kitapları yayımladı.
Dünden bugüne
Yukarıdaki kısa tarihçenin çizdiği resmin aksine, dernek faaliyetlerinde son yıllarda ciddi bir gerileme gözleniyor.
Geçmişte toplumsal yaşamın akışını belirleyen, günlük yaşamı renklendiren bu kurumların sesi bir süredir az çıkıyor. Akılda kalan, etkili dernek etkinliklerinin sayısı genelde bir elin parmaklarını geçmiyor; cemaatin sorunlarına dair projeler üretilmiyor; derneklere devam eden insan sayısı giderek azalıyor.
Cemaat hakkında söz söyleyenlerin dillerinden düşmeyen, herkesin bir tarafından çekiştirdiği ve bu yönüyle hızla bir klişe haline gelmekte olan ‘sivilleşme’ konusunda, derneklerimiz bugüne kadar söz söylemedi.
Amacım, her birinin çok temiz duygularla işbaşına geldiğine emin olduğum dernek yöneticilerini suçlamak değil… Bir tespit yapmaya, bir olguya dikkat çekmeye çalışıyorum. Bu olguyu yaratan durumlar da tek tek bireylerin yetersizliğinden veya niyetinden çok, daha genel birtakım toplumsal gelişmelerin ürünü.
Olumlu ya da olumsuz bir değer yüklemeden, bu değişimin nedenleri arasında, genel olarak küreselleşmenin etkilerini; 1980 sonrasındaki hızlı liberalizasyonun toplumda bireyselleşmeyi öne çıkarmasını; göçlerle İstanbul Ermeni toplumunun demografik yapısının değişmesini; Ermeni okullarına kaydolan öğrenci sayısının azalmasını; üniversite eğitiminin yaygınlaşmasıyla, liseden sonra farklı bir çevreye giren öğrencilerin sayıca artmasını ve bunların derneklere daha az ilgi duymasını sayabiliriz.
Bu sessizliğin ve edilgenliğin nedenleri üzerine düşünmek, yukarıda sözü edilen dönüşüme uygun pratikler geliştirmek, cemaat yaşantısının önemli parçalarından biri olan dernekleri yeni bir solukla, yeni zamanların sorunlarının çözümüne dönük alternatifler öneren yapılar hale getirmek zorundayız.
Yalan ağır bir yüktür
Boş bir tabut misali sırtımızda taşımak zorunda kaldığımız her yalan belimizi büküyor, ruhumuzu karartıyor. Yalanlar üzerine kurulmuş hayatlarsa, beti bereketi kaçmış tarlalara benziyor. Taşlarından arındırılsa da, toprağı havalandırılsa da, hormon ilaçlarına boğulsa da, meyveleri toprak ve güneş değil, yalan kokuyor.
Orman standartları
Ormanlar arasında bile ayrımcılık yapıyorlar.
Türkiye’nin batısındaki, İzmir’deki, Bodrum’daki, Çanakkale’deki, Marmaris’teki ormanlar yanınca “ciğerlerimiz yanıyor”; Türkiye’nin doğusundaki, güneydoğusundaki, Tunceli’deki, Yüksekova’daki, Batman’daki, Bingöl’deki ormanlar yanınca ses seda yok…
Ajanslar, doğu ve güneydoğuda temmuz ayında 20’den fazla yerde orman yangını yaşandığından söz ediyor. PKK’ye karşı yürütülen operasyonlar sırasında atılan bombalarla çıktığı söylenen yangınlara, örgüt üyelerinin ormanlarda saklandığı gerekçesiyle devlet müdahale etmiyor.
Anaakım medya ve çevreci TEMA Vakfı (amaçları arasında “ağaç ve orman sevgisini topluma mal etmek” de var) da bu konuda sessiz.
Tunceli, Hakkari, Elazığ’da DTP, İHD yöneticileri ve çeşitli sivil toplum örgütleri, göz göre göre yanan ormanları seyreden yetkililerden, halkın söndürme çalışmaları yürütmesine izin vermelerini istiyor, ancak muhatap bulamıyor.
Yeşiller Partisi 25 Temmuz’da bir açıklama yayımlayarak, Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’na bazı sorular yöneltiyor:
“Son bir haftada, Türkiye'nin hangi bölgelerinde, hangi ormanlarda, kaç hektarlık alan yanmıştır? (…) Tunceli’de ve Güneydoğu'daki orman yangınlarının askeri harekatlarla bir ilişkisi var mıdır? Buralarda yaşanan orman yangınlarına yeterince müdahale edilmediği iddiaları doğru mudur?”
Bakan konu hakkında bir açıklama yapmaktan kaçınıyor. Onun yerine, Çevre ve Orman Bakanlığı internet sitesinde, Veysel Eroğlu’nun fotoğrafının üzerinde şu slogan, tatsız bir şaka gibi yanıp sönüyor:
“2008 Yılında Ağaçlandırmada Dünya Birincisi Olacağız”.