Ağrı?

Agos, 7 Eylül 2007

Ensesinden başlayıp sırtına doğru inen bir ağrı yıllardır canına okuyordu Kurken’in. Kimi zaman günlerce bütün hayatını esir alan, bazen de haftalarca semtine uğramayıp onu şaşırtan, ama bir şekilde varlığını hep duyuran, sinsi mi sinsi, canlı bir varlık gibi kendisine eşlik eden bir ağrı.

Kurken geçmişte o ağrının var olmadığı bir zamanı hatırlamıyordu. Mutlu mesut yaşadığı, diğer insanlar gibi hayattan gerçekten tat aldığı vakitleri bilmiyordu. Belki, İstanbul’un eski bir mahallesinde, kardeşleri ve mahalle arkadaşlarıyla sokak aralarında top, saklambaç, kuka, bilye oynadığı zamanlarda, çocukluğunda olmuştu öyle günler. Aslında bundan bile çok emin değildi. Ağrısı, ensesinden beynine girip bütün hafızasını, hatıralarını esir alan, öncesiz ve sonrasız, koca kanatlı kara bir gölgeydi Kurken için.

İşin garibi, o doktor senin bu doktor benim dolaşarak geçirdiği onca yılın ardından, doktorlar Kurken’in ağrısının nedenini bir türlü bulamamıştı. Sonunda karşısına namuslu bir adam çıkıp “Kardeşim, bütün imkânları kullandık, bütün yolları denedik, artık bu işin peşini bıraksan iyi edersin” demişti de, kazandığı üç kuruşu hastane, eczane, muayenehane kapılarına dökmekten kurtulmuştu. Nasılsa ağrıdan yana değişen bir şey yoktu.

Ne teşhisler konmamıştı ki ağrısına. Boyun ve sırt bölgesinde fiziksel bir sorun aranmış, önce ‘psikolojik’, sonra ‘sinirsel’ denmiş, ırsî bir sorun olup olmadığına bakılmış, durum hormonal dengesinin bozukluğuna yorulmuş, beslenme alışkanlığını değiştirmesi istenmiş, spor salonlarında anlamsız egzersizler yapmaya gönderilmiş, yıllar yılı nafile yere kapı kapı dolanmıştı.

Bazı tedaviler Kurken’i umutlandırıp işe yarar gibi olmuş, ama her defasında, ağrısı bir süre sonra kapıyı kibarca tıklatıp “Ben geldim” demişti. Kurken, eli yüzü, ağzı burnu, gözü kulağı, kokusu sesi olmayan bu misafire “Buyur gel” demekten başka çaresi olmadığını biliyordu.

İşte, dostlarından birinin, nefesi kuvvetli, “Ölüye dokunsa diriltir” diye nam salmış bir hocaya görünmesini tavsiye etmesi, Kurken’in teşhisten de, tedaviden de, ağrıdan kurtulmaktan da ümidini kestiği zamana rastlar.

Kurken elbette diretti, karşı koydu, ayak sürüdü. Böyle safsatalara karnı toktu, bunlar batıldı, modern tıbbın derman bulamadığı derde okuma yazma bilmeyen bir adam mı deva olacaktı, hem bakalım adam bir gâvuru kabul eder miydi? Saydıkça saydı Kurken. Bir ara “Ben ağrımla mutluyum” sözleri bile dökülüyordu ağzından neredeyse, öyle söylemedi, “Ağrımdan razıyım” dedi.

*

Kurken bugün gergin, sinirli. Eski mahallenin aşağı taraflarındaki dar sokaklardan birine, eskiden Çingene mahallesi diye korkup önünden bile geçmedikleri semte gidecek. Arkadaşının kendisine eşlik etmesini şart koşmuş olmasa, yarı yoldan geri dönerdi. Bugün ağrısı, şiddetli zamanlarında hep yaptığı gibi yukarı aşağı gidip geliyor, bu da Kurken’i iyice sinirlendiriyor.

Ahşap evin kapısını arkadaşı çalıyor. Kapıyı küçük bir çocuk açıyor onlara, kara kaşlı, kara gözlü bir kız çocuğu. Üst kata çıkıyorlar. Burası aşağıdan daha mı karanlık, yoksa Kurken’e mi öyle geliyor?

Hoca, bekledikleri odaya geliyor. Sakalsız, bıyıksız genç bir adam bu. Kurken biraz hayal kırıklığına uğramadı değil. “Muhasebeci olabilirmiş” diye geçiriyor aklından. Hoca, Kurken’e uzaktan bir bakıyor, yaklaşıp elini sıkıyor. Lafı dolandırmıyor, hemen ağrısını anlatmasını istiyor.

Kurken daha önce yüzlerce kez tekrarladığı sözlere başlıyor: “Efendim, seneler var ki, böyle ensemden başlayıp aşağılara doğru... Sanki birisi çivi sokuyormuş gibi... Bazen artar, bazen azalır...”

Hoca gözlerinin içine bakarak soruyor: “Ailede bir kazaya, cinayete kurban giden var mı?”

Kurken anlamıyor, şaşkın şaşkın bakıyor. “Hayır” diyor.

Hoca’nın sustuğunu görünce biraz daha zorluyor kendini, düşünüyor. “Belki” diyor, “çok eskilerde, daha benim olmadığım zamanlarda.”

Hoca anlatmasını istiyor, Kurken anlatamıyor, bir şey bilmiyor çünkü. Hoca ondan uyumasını istiyor, rüyaya dalmasını. Kurken karşı çıkmak istiyor, ama adamın gözlerinde gördüğü keder buna engel oluyor. Hoca, uyumadan önce, bütün ölüleri için rahmet dileyen bir dua okumasını istiyor Kurken’den. Kendi de dudaklarını kıpırdatarak bir dua okuyor.

Kurken uyudu mu? Farkında değil. Eğer öyleyse, âdeta bulutların üzerinde, hafif, uçar gibi bir uyku bu. Uzaklaşıyor, yükseliyor ve görmeye başlıyor. Dağlık bir yere inecek, bir dere kenarına. Kalabalık bir kafile görecek. Kadınlar, çocuklar, yaşlı erkekler. Yırtık pırtık giysiler içinde çocuklar, dere kenarına oturmuş bekliyorlar. Kadınlar ve erkekler bir araya toplanmış, ses çıkarmadan duruyor.

Manzara birden değişecek. Kurken, bir kargaşa, bağırış çağırış içinde, eli silahlı, sopalı, süngülü adamların kalabalığa hücum ettiğini görecek. Acımadan, öldürmek için vuracaklar, nereye denk gelirse. Erkekler ellerini iki yana açarak aman dileyecek, kadınlar başlarını ellerinin arasına alıp yere, çocukların üzerine kapanacak.

Kurken hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Gözü önünde insanların canına kıyıyorlar ama elinden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor, sadece seyrediyor. O kadar çok ağlıyor ki, bir süre sonra olan biteni görememeye başlıyor.

Derken, arka taraftan, kendi sesine karışan başka ağlama sesleri duyuyor. Merakla dönüyor. Önce kapıyı açan kız çocuğunu, sonra da Hoca’yı görüyor. Kurken’le birlikte ağlıyorlar. Üçü birlikte, seslerini birbirine katarak, giden canların arkasından hüngür hüngür ağlıyorlar.

Kurken gözyaşları içinde uyanıyor. Gözleri büyümüş, kıpkırmızı olmuş Hoca’yı görüyor önce. Konuşmuyorlar. Hoca “Geçmiş olsun” der gibi omzunu tıptıplıyor. Az sonra ayrılacaklar. Aynı kız çocuğu uğurlayacak onları kapıdan, gülümseyip artlarından el sallayarak.

Kurken yorgun, eve gidip kendini yatağa atıyor. Uyuyor, uyuyor. Rüyasız, karanlık, deliksiz bir uyku bu.

Kurken güneşli bir sabaha uyanacak. Boynundan başlayıp sırtına doğru inen ağrı hakkında hiçbir şey hatırlamayacak.

Hiç yorum yok: