Gönül ferahlatan tarih!

Agos, 4 Ocak 2008

Resmi tarihin tarihçileri “Ermeni Sorunu”nu ve 1915’te yaşananları salt emperyalist rekabetin, “büyük devletlerin kötü emellerinin” bir sonucu olarak sunmayı tercih ediyor.

Amaç belli. İttihatçıların, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin 1915 Felaketi’ndeki sorumluluğunu buharlaştırarak gözlerden kaçırmak.

Oysa 19. yüzyılın başlarından 1920’lere uzanan koca bir yüzyıl, aktörler, iç ve dış dengeler, çatışan çıkarlar, farklı siyasetler ve dönemler itibariyle, muazzam ölçüde kompleks bir ilişkiler ağının çözümlenmesiyle anlaşılabilir ancak.

Bu unsurların bazılarını arka plana itip birini veya birkaçını ön plana çıkararak, kısacası delilleri karartarak yazılan tarihin gerçeklikle ilişkisi de haliyle sorunlu oluyor.

Tarihçi elbette olguları sıralayıp kendi tarihsel “kurgu”sunu yaparken seçici davranır ve bir ölçüde öznellikten uzak kalamaz. Ancak bu öznel kurguyu sınayabileceği çeşitli bilimsel araçlara sahiptir.

Birincil amacı, şu ya da bu konuda “Türk” kamuoyunun gönlünü ferah tutacak, yürekleri soğutacak cevapları vermek, uluslararası tartışmalar için gerekli mühimmatı ve cephaneyi sağlamak olan resmi tarihin tarihçileri bu araçlardan bihabermiş, kime ne!



Milattan Önce Ermeni Sorunu


Hikâye hepimizin ezberinde.

“Yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin himayesinde huzur içinde yaşamış, devlet katında en yüksek mevkiilere ulaşmış, paşalar, nazırlar çıkarmış, ‘tebaa-yı sadıka’ diye anılmış Ermeni milleti, zamanla emperyalist devletlerin Osmanlılar üzerine oynadığı oyunların maşası haline gelerek, devlete karşı bölücü ve yıkıcı faaliyette bulunmuş, Osmanlı Devleti de kendini savunmak zorunda kalıp tehcir kararı almıştır…”

Büyük devletlerin rolünü ön plana çıkaran bu tarih yorumu kendine milat olarak 1878 Berlin Kongresi’ni alır. Emperyalistler Osmanlı Devleti’ni parçalama planı kapsamında Ermeni Sorunu’nu ilk kez burada gündeme getirmiştir. Babıâli, antlaşmanın 61. maddesiyle, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde reform yapma, Çerkes ve Kürt saldırılarına karşı Ermeni ahalinin huzurunu temin etme taahhüdünde bulunmuş, bu yolda alacağı tedbirlerin büyük devletler tarafından izlenmesini kabul etmiştir.

Bu yoruma göre, Berlin Kongresi adeta yoktan bir Ermeni sorunu var etmiş, Osmanlı topraklarında gül gibi geçinen Ermenileri kullanarak devleti zor durumda bırakmayı amaçlamıştır.

Kültür Bakanlığı’nın “Ermeni Sorunu. İddialar-Gerçekler” adlı CD-ROM’undan aktaralım:

“Böylece Ermeniler, Ruslar ve İngilizler tarafından kullanılmaya başlanmış ve İngiltere’nin elinde Rus yayılmacılığına karşı bir ileri karakol vazifesi görmüşlerdir. İngiltere ve Rusya tarafından tarih sahnesine sunulan Ermeni Sorunu, aslında emperyalizmin Osmanlı Devleti’ni yıkma ve paylaşma politikasının bir uzantısıdır. Sözde Ermeni soykırımı iddiaları ve yalanları da işte bu politikanın propaganda ürünüdür!”

Burada hedef, 1915’te yapılanları haklı çıkaracak bir tarih inşa etmektir elbette. 1878 Berlin Antlaşması bu kurgunun miladı, öncesi olmayan mihenk taşıdır. Ermeni Sorunu, uzaydan ışınlanmış gibi Berlin’de masaya konmuş, o masada yaratılmış bir Frankenştayn’dır.

Peki, 1878’den, yani Milattan Önce Ermeni Sorunu…?

Öncelikle şunu belirtmeli: Ermenilerin Osmanlı topraklarındaki yaşam koşullarını idealize ve romantize etmek kadar, yüzyıllar süren nispeten barışçı ortak yaşamı göz ardı ederek, Ermenilerin Osmanlı egemenliğinde 600 yıl boyunca sistematik olarak ezildiğinden dem vuran bir oryantalist-milliyetçiliğin tuzağına düşmek de hatalıdır. Gerçek, muhtemelen bu iki uç noktanın uzağında, aradaki gri bölgede saklıdır.

İsviçreli tarihçi Hans-Lukas Kieser, ‘Iskalanmış Barış’ adlı kitabında, 19. yüzyıldaki üç olayın Ermeni Sorunu’nun gelişimi açısından hayati önem taşıdığını tespit eder:

1. 1830’lu yıllarda Osmanlı merkezi iktidarının, doğu vilayetlerini “yeniden” fethederek yörede bağımsız güç odakları oluşturan Kürt emirliklerinin gücünü kırması, göçer Kürt aşiretlerini toprağa bağlaması.

2. 1839 sonrası Tanzimat reformlarıyla gelen modernleşme adımlarının, özellikle mali tedbirlerin Doğu vilayetlerindeki gayrimüslim ahalinin üzerindeki ekonomik baskıyı artırması (zira Hıristiyan ahali hem devlete vergi hem de Kürt aşiretlerine haraç ödemektedir).

3. Rus baskısından kaçmak için Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Müslüman nüfus nedeniyle bölgedeki asayişin bozulması, toprak çatışmalarının artması.*

Bunların üzerine uluslararası rekabeti, Abdülhamit’in baskıcı politikalarını, doğruları ve yanlışlarıyla Ermeni devrimci hareketini, İttihatçıların sosyal mühendislik planlarını, I. Dünya Savaşı’nı fırsat bilip yayılma arzularını koyduğumuzda, Büyük Felaket’e giden yolun resmini çizmiş oluruz.

• Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938, İstanbul: İletişim, 2005, s. 25-40.



Tarih ve mitoslar


Resmi tarihin tarihçileri 1915 Felaketi’nin bütün suçunu Batılı devletlerin sırtına yükleyip sorumluluktan kaçmaya çalışırken, asıl tarihsel özneleri de gözden ırak tutmuş oluyor.

Onların oyununda Ermenilere, Türklere, Kürtlere rol yok. Şu ya da bu Anadolu şehrinin düşman işgalinden kurtuluş günündeki temsillerde yer alan, karikatürize edilmiş “tip”lerden değil, yaşayan, nefes alan, karar veren, uygulayan, hata yapan, ne yazık ki ölen ve öldüren insanların oynadığı rollerden söz ediyorum.

Amerikalı Ermeni tarihçi Gerard Libaridian, 2 Kasım 2007 tarihli Agos’ta Yasemin Çongar’a şunu söylüyordu: “Osmanlı Devleti, onun tebaası Ermeniler ve büyük güçler. Eğer bu üçü arasındaki bağlantıları doğru kuramazsanız, tarihi mitoslaştırırsınız.”

Türkiye’de tarihsel özneleri çarpıtıp mitoslaştırılan tarih, Osmanlı Devleti’ni Batı emperyalizminin mağduru ve kurbanı yapıyor. Günümüz Türkiye devleti ve onun kadrolu veya kadrosuz tarihçileri, sorumluluktan kaçmak ve iç dinamikleri kontrol altında tutmak için bu mağduriyetten nemalanıyor. Ermeni devrimci partilerinin eylemleri bahane edilerek bütün Ermenilere yapılan kötülüklerle hesaplaşmayı, acılara saygı beslemeyi daima es geçen bu mağduriyet edebiyatının samimi ve ikna edici olduğu söylenebilir mi?

Hiç yorum yok: