Nafile gözdağı

Agos, 19 Ekim 2007

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, ABD Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen tasarı hakkındaki açıklamasında “ABD kendi ayağına kurşun sıktı” sözlerini sarf etti. Son bir haftada, alınan kararın Amerikan ulusal çıkarlarına büyük zarar vereceğini ima eden bu açıklamaya koşut pek çok tepkiye tanık olduk.

Oysa, bu hayli sert ‘kendi ayağına kurşun sıkmak’ mecazını asıl Türkiye’nin 1915 Felaketi’ne dair tavrıyla ilişkilendirmek ve şu soruyu sormak belki de daha anlamlı: 1915’te Ermenilerin yaşadığı büyük acıların sistematik olarak reddi bizatihi Türkiye’nin kendi ayağına sıktığı bir kurşun değil mi? Türkiye’nin, 1915 Felaketi’nin çeşitli ülkelerin meclislerinin gündemine gelmesiyle ilgili tavrına hâkim olan zihniyet, reel-politiğin sığ sularında geziniyor. Bu tavrı ne tarihsel olgular, ne de insancıl bir yaklaşım destekliyor. Burada sadece, matematiksel bir formül soğukluğunda dillendirilen bir gözdağı var: 1915’te yaşananları ‘soykırım’ olarak tanırsan, önemli bir müttefikini kaybeder, Ortadoğu’da iyice batağa saplanırsın!

Bu dil, II. Dünya Savaşı’ndan Berlin Duvarı’nın yıkılışına dek süren Soğuk Savaş döneminin mahsulü. Türkiye’de, 1915 olaylarının uluslararası alanda neden bu kadar yıl sonra gündeme geldiğini anlamakta güçlük çekenlere Soğuk Savaş döneminin çift kutuplu dünyasını anımsatmak gerek. Zira Büyük Felaket’in unutulmuşluğa terk edilmesinde o döneme özgü dinamiklerin büyük rolü var.

Yandaki sütunda oraya bakacağız.


Soğuk Savaş yöntemleriyle çözüm mümkün mü?

I. Dünya Savaşı sona erdiğinde, savaşı kazanan İtilaf Devletleri, kaybeden ülkeleri cezalandırmak konusunda bir hayli bilenmişti. Ermenilerin yaşadığı felaket, Osmanlı Devleti’ni ve bilhassa savaş yıllarında iktidarda olan İttihatçıları sert biçimde cezalandırmak hususunda İtilaf Devletleri’ne önemli bir koz veriyordu. İngilizlerin İttihatçı üst kadroyu Malta’ya sürgün etmesini ve Osmanlı Devleti’nde savaş sonrasında iktidara gelen anti-İttihatçı grupların İtilafçılara hoş görünmek için bazı katliam faillerini cezalandırmasını bu düzlemde değerlendirmek gerekir.

Anadolu’daki işgallere ve padişah yanlılarının boyun eğer tutumuna isyan anlamına gelen Milli Mücadele’nin Yunanlılara karşı başarı kazanıp, artık savaşacak takati kalmayan İngilizleri köşeye sıkıştırmasıyla, Malta sürgünleri serbest bırakılacaktır. 1917’de gerçekleşen Bolşevik Devrimi sonrasında kurulan Sovyetler Birliği’nin Milli Mücadele sırasında Kemalist güçleri desteklemesi ise, yeni Türkiye’nin Bolşevik kanadın etkisi altına girmesinden, dolayısıyla bölgede nüfuz kaybetmekten korkan Batılı devletlerin, 1915 Felaketi’nin faillerinin cezalandırılması hususundaki ısrarlardan çabucak vazgeçmesi sonucunu doğurdu.

II. Dünya Savaşı sonrasında gidişat çok farklı değildi. Özellikle 1950’den sonra, Türkiye tercihini SSCB’ye karşı NATO’nun ileri karakolu olmaktan yana kullanarak, başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin teveccühüne mazhar oldu. Karşı kanatta yer alan SSCB ise benzer bir hikmet-i hükümet tavrıyla, 1915 Felaketi’nde Osmanlı hükümetinin rolünü geri plana atmakta, meseleyi salt emperyalizmin saldırgan politikalarının bir sonucu olarak değerlendirmekteydi.

1915 Felaketi’nden canlarını kurtarabilmiş Ermeniler dünyanın dört bir yanına dağıldığında onları çetin bir hayat mücadelesi bekliyordu. Dillerini, âdetlerini bilmedikleri ve çoğunlukla beş parasız geldikleri bu yeni ülkelerinde, bir yandan da kimliklerini korumak çabasına düştüler. Diasporada asimilasyon ve Ermeni kültüründen kopuşun ‘Beyaz Soykırım’ olarak adlandırılması manidardır.

Ermenilerin acıları, 1915’e dair hatıraları, tanıklıkları, Soğuk Savaş süresince Batı ülkelerinde Ermeni cemaat yapısının dışına çıkamadı, duyulmadı. Ermeniler kendi acılarına kendileri yandılar. ASALA’nın terör saldırılarının ve işlediği cinayetlerin arka planına Batı’daki bu suskunluğu da oturtmak yanlış olmaz.

Soğuk Savaş’ın sonu, Türkiye’nin stratejik önemini bir ölçüde kaybetmesi anlamına gelir. Türkiye hâlâ büyük ve önemli bir devlettir, ancak bazı konularda daha önce nasiplendiği hoşgörüyü bulması artık kolay değildir. 12 Eylül rejimiyle işbirliği yapmaktan çekinmemiş Batılı ülkelerin Türkiye’nin demokratikleşmesi için baskıyı artırması, küresel kapitalizmin önündeki son engellerin kaldırılması yönündeki bir çabayla kol kola gider.

Öte yandan, onyıllar süren unutulmuşluk ve inkâr, diasporadaki Ermeni toplulukları için 1915 Felaketi’ni kimliğin en önemli belirleyeni haline getirmiş, bir tür kangrene yol açmıştır. Ermenilerin kayıplarının inkâr edilmesi, Anadolu’da Ermeni kültürel varlığının izlerini silmek için gösterilen sistematik çaba, diasporadaki travmanın boyutlarını ve Türk karşıtlığını artırır. Bu durum, Batılı devletlerin daima ulusal çıkarlarını gözetmesine dayanan ikiyüzlülüğü dahi unutturarak, Türkiye’nin cezalandırmasını bekleyen Ermenilerin uluslararası diplomasinin karmaşık koridorlarından medet ummaları sonucunu doğurur.

Soğuk Savaş’ın bitişiyle birlikte Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde belli başlı ayrıcalıklarını yitirmesi küreselleşme ve internet gibi haberleşme araçlarındaki gelişmeyle yan yana gelince, sorun, Ermenilerin çığlıklarının artık duyulur olduğu yeni bir zemine taşınır.


Kurşun sıkmak

Bu yeni zeminde, Osmanlı hükümetince Ermenilere uygulanan planlı tehcir ve katliamlar konusunda devletin resmi tutumu Soğuk Savaş zihniyetinden sıyrılmadığı müddetçe, çeşitli ülkelerin parlamentolarında benzer tasarıların yasalaşmasının önüne geçilemeyecektir.

17 Ekim tarihli Zaman’da, Prof. Kemal Çiçek, ‘Ermeni soykırımı iddiasına kapsamlı bir çözüm modeli’ başlıklı yazısında, “Ermenistan’dan çalışmak için Türkiye’’ye gelen kaçak işçiler derhal sınır dışı edilmelidir” diyordu. Çiçek gibi düşünenlerin anlamakta zorlandıkları şey şudur: Ermeni Sorunu, vicdanı ve insanca bir yaklaşımı dışlayan Soğuk Savaş yöntemleriyle çözülemez.

Türkiye, Türk-Ermeni Sorunu’nu kendi dinamikleriyle çözmediği, Anadolu’daki Ermeni kültürel mirasının korunması için çaba göstermediği, ülkede yaşayan Ermenilerin sorunlarını artırdığı, ‘Diaspora’ diye ötekileştirip öcüleştirdiği Anadolu göçmeni Ermeni ailelerin yaralarına merhem olacak adımlar atmadığı, meselenin demokratik bir şekilde tartışmasının önünü açmadığı, konu hakkında görüş açıklayanları –enselerinden vurularak katledilmiş olsalar dahi– hapse mahkûm ettiği sürece, evet, kendi ayağına kurşun sıkmış olacaktır.

Hiç yorum yok: