Agos, 2 Kasım 2007
Oğlum daha birkaç gün önce telefon açmıştı, operasyona çıkmadan. “Anneciğim” demişti, “çok çok özledim seni, memleketi. Burada anladım ananın, babanın, kardeşin kıymetini, tezkereyi alınca eteğinden hiç ayrılmayacağım.”
Böyle dedi güzel oğlum, baktım içini çeke çeke konuşuyor, karşılıklı ağlaştık telefonda. İçimde garip bir his vardı, bir yandan operasyona gidecek diye korkuyorum, bir yandan bizim delifişek oğlan mahrumiyet içinde kalınca ailesinin değerini anladı diye derinden derine seviniyorum; sevindiğim için de kendime kızıyorum bir yandan. Yüreğim bir öyle bir böyle, gidip gidip geliyor işte.
Çok isteyerek gitti oğlum askere. Vatani görev, vatani görev deyip duruyordu. Akıllı çocuktur, hep kendisinden birkaç yaş büyüklerle arkadaşlık ederdi mahallede. Beraber gezdiği çocukların hepsi askere gidip dönmüştü. Bu da onlardan dinleyip heveslendi herhalde.
Rıza vardı, arkadaşı. En çok onu dinlerdi. Çocuk Hakkâri’de mi ne, komando olarak yapmış askerliğini. Operasyonlara katılmış. Hatta, hep ön saflarda gittiği için terhisini bir ay filan erken vermişlerdi. Ondan dinleyip Kürtlere kızıyordu askere gitmeden önce. Hatta sokakta Kürtçe konuşan birilerini duydu mu sinirlenir, “Gene ikinci kanalı açtılar!” diye kızardı. Aslında öyle ülkücü filan da olmadı hiç, ocağa gidip gelenlerden uzak dururdu. Bizim ailede o taraklarda bezi olan yoktur pek.
Ben bunun okumasını çok istedim zamanında. Zekidir, kendini verirse her işin üstesinden gelir, üniversiteyi de kazanır, adam gibi bir işe girer, mutlu olur diye okusun istedim. Ama onun gözünde hiç okul yoktu. Canı tez bir çocuktu. İsterdi ki gezsin, tozsun, arkadaşlık etsin, hayatını yaşasın. Okul sıkardı bunu, disipline hiç gelemezdi. Hiç ders çalışmadan sınıflarını geçerdi ama ortaokulu bitirdikten sonra artık devam etmek istemedi, mahalledeki bir markette çalışmaya başladı. Vakti gelince de hiç uzatmadan askere gitti.
Daha acemiliği bitip de dağıtım iznine geldiğinde bir şeyler değişmişti sanki. Umduğunu bulamamıştı. Üstlerinin davranışını hiç beğenmiyordu. Küfürlü konuşuyorlarmış, rütbesizleri adam yerine koymuyorlarmış, kimse kimseye sahip çıkmıyormuş, herkes birbirinin malını aşırıyormuş, üst devre alt devreyi eziyormuş… Bunları anlattı.
Baştaki hevesinden eser kalmamıştı anlayacağın. Ailecek üzüldük o haline. “Askerliktir, sayılı gün geçer” diye teselli ettik ama ne kadar fayda etti bilmiyorum. Askere, “Ben öbür askerler gibi şafak saymam!” diye gitmişti ama, o ilk izninde “460 gün var terhise” dediydi bir defasında. Şaşırmıştım, o yüzden iyi kaldı aklımda.
Dağıtımda Sarıkamış çıkınca biraz korkmuştuk. Operasyona filan çıkıyorlar, bazen günlerce haber alamıyorsun. Kötü kötü rüyalar gördüğüm oluyordu ama insan kendi çocuğuna konduramıyor, sanki o mermi gelip de senin canını, senin oğlunu bulmaz zannediyorsun. Sanki öyle şeyler sadece filmlerde olurmuş gibi…
Yaz sonu gelmişti izne. İyice sıkkın, iyice bezgindi bu sefer. Oralardaki fakirliğe, yokluğa takılmıştı aklı. “Anne” diyordu, “adamlar da haklılar. Diyelim ki köyün birinde yaşıyorsun, hizmet namına hiçbir şey yok. Sanki terk edilmiş bir yer. Adam iki taşı üst üste koymuş, ev yapmış, içine karısı, çocukları, hayvanı, hepsi doluşmuşlar, yaşıyorlar. Kış oluyor, bütün yollar kapalı. Hastalansa bakacak kimsesi yok, okul yok ki çocukları okusun. Kendisi bir-iki kelime Türkçe öğrenmiş ama karısı, anası ağzını açıp tek kelime edemez. Adamın yapacak işi yok, bütün gün evin önünde bekleyip duruyor. Gün geliyor bizimkilerden biri buna iki tokat atıyor, öbür gün onlar gelip ekmek istiyorlar. Verse bir türlü, vermese başka türlü.”
Sofrada bunları böyle, olduğu gibi anlattı diye babasıyla takıştılar. “Askere gittin, anarşist gibi konuşmaya başladın” diye çıkıştı bizimki. Yavrum bir şey demedi ama öyle bir bakma baktı ki babasına… Hiç unutmuyorum o bakışını; “Sen ne istersen söyle, yaşadığımı ben biliyorum” der gibiydi.
İşin aslını sorarsan, pek belli etmedim ama ona hak verdim. Sonuçta biz buradayız, televizyondan gayrı pek bir şeyden haberimiz olmaz ki doğrusunu bilelim. Oğlum ta ateşin içine gitti. Burada Kürtlerden kimi biliriz, kim var ki? O orada onları gördü, içlerinde yaşadı, neye gücendiklerini, neye kızdıklarını anladı herhalde. Dedim ya, önceleri oğlum da kızardı memleketi bölecekler diye, ama oralara gidince başka bir şeyler gördü demek ki, onları anlamaya başladı belki de.
Ben mi nasılım? Nasıl olayım ki oğlum. Allah sana uzun ömür versin, halimi söylesem anlar mısın sanki.
İnsan kendine şaşıyor biliyor musun? Ben hâlâ nasıl olup da yemek yediğimi, su içtiğimi, burada oturup sana bunları anlattığımı anlayamıyorum. Oğlumu toprağa verdikten sonra sanki içimi, yüreğimi de onunla birlikte gömdüm, sanki bu yaşayan benim sadece dış görünüşüm, içimde hiçbir şey yok, bomboş kalmış gibi geliyor bana.
Konu komşu sağ olsun, yalnız bırakmıyorlar. Teselli etmek için “Şehitlik en yüksek mertebe” diyorlar, “Vatan için öldü” diyorlar ama inanır mısın, bunlar hiç avutmuyor gönlümü. Yavrumu genç yaşında toprağa vermişim, ne vatanı, ne şehitliği görüyor gözüm. “Öldü, kahraman oldu” diyorlar, ama ben yavrumu dünyalara değişmezdim, kıymetlimdi o benim, kahraman olacak diye doğurmadım ya!
Şimdi diyorlar ki bir de sınır ötesi operasyon olacakmış, eli kulağındaymış. Desene bir sürü sabinin daha kanı akacak. Yazık değil mi bu fidanlara, yazık değil mi onların sevenlerine? Allah kimseye benim yaşadığım acıyı yaşatmasın. Düşman bildiklerimize bile.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder