Agos, 28 Aralık 2007
Milliyetçiliğin hegemonik dili bir kez egemenliğini kurdu mu, her türlü toplumsal ilişkide kendini yeniden inşa etmekte güçlük çekmiyor. O düzeye ulaştığında, artık iktidarın gözetimine, yönlendirmesine, arkadan iteklemesine ihtiyaç duymuyor.
Milliyetçiliğin rahle-i tedrisinden geçip ulusunun şanlı tarihini öğrenmiş, onun nasıl kahraman, çalışkan, iyiliksever, zeki, dayanıklı, yaratıcı, hükmedici, hoşgörür, bağışlayıcı olduğunu bir güzel bellemiş, devlet otoritesiyle her karşılaştığında patronun kim, doğrunun, iyinin, gerçeğin kimin yanında olduğunu anlamış, televizyonda, gazetede, milliyetçi söylemin, resmi yüzünden soyunup bin bir şekle giren iç gıdıklayıcı yeni oyunlarına, medya çağının neo-hamasetine kendini kaptırmış vatandaşlar, günlük hayatlarını hangi doğrular etrafında örmek veya görevden vazife çıkarmak gereken koşullar altında nasıl davranmak gerektiğini pekâlâ bilirler.
Anadolu coğrafyasındaki kadim kentlerin tarihini işte o hegemonik dil yazar.
Bunu biliriz elbet, hayat tecrübemizde yeri vardır. Ancak, iktidarla, devletle, ulusla ilişkisi olmadığını sandığımız ortamlarda, sözgelimi alternatif bir kültür turizmi grubunda dahi o kurguyla yüz yüze gelivermek, onun her yere nüfuz etme kabiliyetine tanık olmak, şaşırtır, sersemletir bizi. O kurgunun tarihinde her şey, “Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” yapılmıştır. Türk boyları Anadolu topraklarda belirmeden önce orada yaşayan halkların tek yaptığı, Türklerin gelip kendilerini fethetmesini beklemektir adeta. Bu yüzden tarihsel anlatı, “Türklerden önce” ve “Türklerden sonra” diye ikiye ayrılır. Bu kentler, istisnasız, hiç şüphe yok ki, elbette, mutlaka, kaçınılmaz olarak, “tarihi geçmişinde, en üstün ekonomik ve kültürel düzeyine Osmanlı-Türk döneminde ulaşmıştır.”
Hal böyle olunca, demokratlık iddiasındaki bir partinin, iktidardaki AKP’nin Kahramanmaraş milletvekili Avni Doğan meclis kürsüsüne çıkıp, “Türkiye’yi kültürler mozaiği olarak tanımlamak çok yanlıştır. Kültür tektir: Bu kültürün adı, Türk-İslam kültürüdür!” diyebilir ve birkaç cılız tepki dışında kamuoyunda sessizlikle karşılanabilir.
Resmi ağızlar hizayı böyle verince, tarihçiler, yerel yönetimler, turist rehberleri, nereyi kerteriz almaları gerektiğini bilirler; yaratılan menkıbelerin dışına çıkıp macera aramaya gerek yoktur.
Bizanslılar soysuz ve entrikacı, Selçuklular fatih, Osmanlılar cihan hâkimi bir ceddir. Oralarda, Rum, Ermeni, Gürcü, Arap, Çerkes, Süryani topluluklarının yaşamış olduğuna dair tek söz duyamazsınız. “Küçücük kasabada iki cami birbirine neden bu kadar yakın?” sorusunun cevabı yoktur. Camilerden birinin kiliseden dönüştürüldüğü aşikârdır, göz bunu görür, ama dil söylemez.
Yer adlarının değiştirilip Türkçeleştirilmesi, büyük bir tarihsel temizlik operasyonu halini alır. Kastamonu, Sivas, Tokat, Giresun, Konya adlarının etimolojik kaynakları resmi tarihçelerde mümkün mertebe gizlenir, bu isimlere dair Türkçe söylenceler uydurulur. Kastamonu adı “Kastın ne Moni?” ünleminden, Tokat “Türk Beyi Togayıt”tan gelmektedir.
Ziyaretçisine yörenin tarihine dair bilgi vermemek üzere kurulmuş kent müzelerinde, çevredeki kazılardan çıkarılmış antik kalıntılar çoğu zaman yan yana, açıklayıcı tek bir not olmadan yığılır. Antik zamanların sonrası, modern Türkiye tarihine ayrılmıştır. Üstelik o da, insanların, toplumun değil, devletin tarihidir.
Hegemonyanın duvarlarında çatlak aramak nafile bir çabadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder