Nasıl bir yazı?

Agos, 18 Ocak 2008

Cinayetin birinci yılında oturup bir şeyler karalamak zorunda kalmanın ne kadar kahredici olduğunu anlatan bir yazı olabilir bu. Cinayeti işleyenlere ve onları azmettirenlere, “ihmal”leriyle Hrant Dink’i öldürenlere, katilleri kahraman ilan edenlere, yargılamada hukukun bütün gereklerini hiçe sayanlara, ilişkiler ağının asıl uzanması gereken yerleri gözlerimizden ırak tutmaya çalışanlara lanet okuyan bir yazı olabilir.

Ayrıca, siyaseten, lanet okurken okura umut veren, enseyi karartmamak gerektiğini söyleyen, iman tazeleyen bir yazı olmasında yarar vardır.

Lanet okuma faslına elbette varım. Onu hep beraber yaparız.

Ancak… Umut vermek için umutlu olmak gerekir, iman tazelemek için gelecekte işlerin şimdikinden daha farklı olacağına dair bir inanç gerekir. Oysa umut ve inanç şu sıralar bu civarlara pek uğramıyor.

İşte bu yüzden, Hrant Dink’in pirüpak hatırası önünde saygıyla eğilerek, bu yazının kişisel bir hesaplaşma yazısı olmasını yeğledim.



Muhasebe

Bir yıl önce neredeydin, ne hissediyordun, bugün neredesin, ne hissediyorsun?

Dön geri, o günün dehşetiyle Agos’ta neler yazdığına bir bak:

“Yaşanan acı olayın insanı en çok üzen tarafı, Hrant’la birlikte, içimizdeki değişime dair umutların toprağın bin kat dibine gömülmesi… Ne kadar çalışıp çabalarsanız, ne kadar ter dökerseniz dökün, yeni bir geleceği inşa etmek, geçmişi konuşup tartışmak için elzem olan en küçük siyasal zeminin dahi var olmadığını görmek, insanda yıllardır inandığı, uğruna mücadele ettiği değerlerin kumdan kaleler olduğu duygusunu, yaşandığını sandığımız değişimlerin birer yanılsama olduğu, aslında bir mayın tarlasında gözlerimiz bağlı yürümekte olduğumuz hissiyatını uyandırıyor.”

Ne var bu satırlarda? Şok elbette… Ayrıca hayal kırıklığı, şaşkınlık, kanmışlık, kandırılmışlık hissi.

Bir yılda olan biteni şöyle bir gözden geçir. Cenazeyi, mahkemeleri, katil zanlısıyla çekilen bayraklı pozu, Malatya’yı, “İsmail geçersiz bir işlem Türüttü”yü, darbe tehdidini, tehdit edenle tehdit edilenin ortaklığını, “bayrağını kap da gel” yürüyüşlerini, polis kurşunuyla ölen masumları, kadın çalışanların işyerlerindeki emzirme odalarına göz diken sosyal güvenlik “reformu”nu, koskoca baro başkanını “Bekâra karı boşamak kolay!” diye azarlayan külhanbeyi başbakanı.

Hayal kırıklığının, şaşkınlığın, kanmışlık, kandırılmışlık hissinin yerinde bugün ne var? Yine hayal kırıklığı, şaşkınlık, kanmışlık, kandırılmışlık hissi. Üstüne? Korku, naçarlık, yabancılaşma duygusu, kendi evinde kendini rahat hissedememe hali… Başka? Kimi zaman, sokakta yürürken engel olamadığın bir huzursuzluk hissi; sanki bu sokaklar, bu caddeler senin doğup büyüdüğün, sevinip üzüldüğün, âşık olup terk edildiğin yerler değilmiş gibi… Post-ondokuzocak sendromu mu?

Haydi itiraf et. Memleketin çivisi çıkmadı mı? Böyle bir ülkede yaşanır mı artık, yaşanmalı mı? Bütün bu riyanın ortasında.

Bak, şubat ayında ne yazmışsın: “Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere, genç kuşaktan pek çok Ermeni, adına gitmek denen bir ihtimalin kendileri için aslında daima var olduğunu fark ettiler acı bir şekilde.”

Haydi, dürüst ol, “gitmek” sadece bir “ihtimal” mi?

Ne bekliyorsun hâlâ? Faşizmin, militarizmin, yalan dolan düzeninin göbeğinde yaşamaya devam etmekteki ısrarının nedeni ne?

Buraları seviyorsun, sonuçta doğduğun yer, öyle mi? Söylesene, dünyanın başka bir toprağı sevilmeye daha mı az layık? Bu seninki bir çeşit vatanseverlik değil mi, hani o karşı olduğun milliyetçiliğin bir türü olduğu için hor gördüğün?

Bir şey söyleyeyim sana. Buraları bırakıp gidememenin, hiç de ulvi olmayan, fevkalade basit bir açıklaması var. Kıyıda köşede kalmış o küçük huzur kırıntılarını, eski, taşlaşmış alışkanlıklarını terk edemediğin, rahatını bozup köprüleri atamadığın için gidemiyorsun. Basbayağı korkuyorsun. Denizi seyredememekten, sevdiğin çay bahçesine bir daha gidemememekten korkuyorsun; simit yiyememenin dünyanın sonu olduğunu sandığın için korkuyorsun, işte böyle ufak tefek, saçmasapan, küçük hoşluklardan mahrum kalacaksın diye korkuyorsun. İnsanca, evet, pek insanca…

Ama gel, sen sen ol, bütün bu insanca basitlikleri yüce ideallerin ipeksi örtüleri ardına gizlemekten vazgeç. Yaşadığın toprağın geleceğine dair artık umut besleyemediğin ve bunun seni etrafındaki her şeye yabancılaştırdığı gerçeğini idrak et, onunla yüzleş. Çünkü ancak bu yüzleşmeyle gelecek olan farkındalık ve onun istediği bedel ayakta tutabilir gövdeni.



Maktul tanıktır

11 Şubat’ta Hrant Dink cinayeti davasının üçüncü duruşması görülecek. Maktul bir gazeteci olduğuna göre, yazılarının tanıklığı, sorumluları açığa çıkarmakta hepimiz için aydınlatıcı olmalı. Uzağa gitmeye hacet yok. Artık herkesin çok iyi bildiği o son iki yazıya bir kez daha bakmak yeter. Dink’in orada sözünü ettiği, “(onu) açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç”ün kimler olduğunu anlamak için allame-i cihan olmaya gerek yok.

Onun, dönemin dışişleri bakanı Gül ve adalet bakanı Çiçek’in sözlerini anımsatması da boşuna değil elbette: “Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? ‘Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş, hapse girmiş biri var mı?’”

301’den mahkûm olmasıyla ilgili sorduğu sorunun yanıtı hiç de zor değil: “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?”

Agos’taki Sabiha Gökçen haberinden sonra Genelkurmay’ın yaptığı açıklamanın altını bir güzel çizmeli: “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür!” Açıklamanın hemen ardından Dink’in valiliğe çağrılıp “uyarıldığı” satırlara da kocaman bir mim koymalı.

Faşistlerin Agos önünde “Ya sev ya terk et”, “Bir gece ansızın gelebiliriz!” sloganlarıyla gösteri yaptığını hatırlamalı. Grubun başı Levent Temiz’in sözlerini kayda geçirmeli: “Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.”

Kerinçsiz grubuyla ilgili anlattıklarına dikkat kesilmeli: “Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.”

Suikastın izlerini sürmek için maktulün kendisinden âlâ tanık mı bulacağız?

Hiç yorum yok: