Çokları teke indirmek

Agos, 1 Şubat 2008

Farklı toplumsal, etnik, siyasal gruplardan tek bir bireymiş gibi söz etmeye alışmışız. İçselleştirdiğimiz, farkına dahi varmadığımız ayrımcılıklardan biri de bu.

Her biri farklı meşrepte, farklı dünya görüşünde binlerce insanı muhayyel gruplar halinde ele alıp, onlara şu ya da bu değeri atfetmekteki telaşımız, kolaycılığımızdan, düşünce tembelliğimizden mi? Etnik kimlikler: Ermeniler, Türkler, Araplar, Fransızlar…

Onlara Ermeni, Türk dememizden veya onların kendilerine Arap, Fransız demesinden başka, kuşatıcı, kapsayıcı hiçbir niteliği olmayan, basbayağı inşa edilmiş etnik kimlikleri, tek bir amaç etrafında kenetlenmiş, ortak bir iradeye sahip, homojen bir bütün olarak görmemizin sebebi, ulus-devlet ideolojisinin biçimlendirdiği bireyler olmamız değil mi?

İrademizden bağımsız bir şekilde içine girdiğimiz, adeta içine doğduğumuz, bu yönüyle siyasi görüşten ve hatta dinden farklı bir yanı olan etnik kimliklerin tek başına bir anlam ifade ettiğini savunmak, milliyetçilere özgüdür. Hal böyleyken, şu ya da bu etnik gruba mensup olan insanların şu ya da bu şekilde davranmalarını, belli bir siyasi tavrı paylaşmalarını beklemek ne kadar gerçekçi, ne kadar adil?

Türkiyeli azınlıkların ayrımcılığa uğradığı alanlardan biri de maalesef bu. Sadece negatif anlamıyla ayrımcılıktan değil, kimi zaman iyi niyetli çabaların sonucu olan farklı ayrımcılık türlerinden söz ediyorum. Geçtiğimiz günlerde Birgün gazetesinden yükselen bir çağrıyı, bu düzlemde ele alabiliriz.

Susmak ya da susmamak

Yurt dışında olduğum için, 18-19 Ocak’ta İstanbul’da Hrant Dink anısına düzenlenen anma toplantılarına katılamadım. Gönlüm buralardaydı ama internet sitelerini takip ederek İstanbul’daki havayı koklamakla yetinmek zorundaydım. Birkaç gün sonra döndüğümde, çevremdeki herkesin o iki güne dair izlenimlerini dinlemeye gayret ettim.

İstisnasız herkes, Arundhati Roy’un konuşmasının güzelliğinden, Agos’un önünde toplanan kalabalıktan, Lütfi Kırdar’daki gecenin etkileyiciliğinden söz ediyordu. İstisnasız herkes, cumartesi günkü kitlesel anmanın şıppadak bitirilmesinden, podyumdan kalabalığı “yöneten” sesin hoyratlığından, sloganlara izin verilmediğinden şikâyetçiydi.

Hrant Dink’in de yazarlarından biri olduğu Birgün’de yayımlanan Ulaş Gürpınar imzalı bir açık mektup, basında bu şikâyetlerin dile getirildiği ilk yazı oldu (“Çığlık atan bir mektup”, http://www.birgun.net/bolum-70-haber-57423.html). Gürpınar, Hrant Dink’e hitaben yazılmış mektubunda, o gün Agos önünde toplanan pek çok insanın ortak duyarlılığını dile getiriyordu. Mektupta, kitleden yükselen “Katil devlet hesap verecek!” sloganına, kalabalığın içinden “Saygısızlar, serseriler!” karşılığı verenlere sitem ediliyor, geçen bir yılda adaletin tecelli etmesini engellemek yollu bütün devletlû çabalara karşın hâlâ sessiz kalmakta diretenler eleştiriliyordu.

Gürpınar’ın “Suskunluk sürerse düşen çok olur” sözleriyle dile getirdiği hassasiyeti sonuna kadar paylaştığımı belirteyim. Ben de onun gibi, susmamamız, adaletsizliğe çığlıklarımızla meydan okumamız gerektiğini düşünüyorum.

Yine de, Gürpınar’ın mektubunda beni rahatsız eden bir şey var. Üstelik o “şey”le yüzleşmediğimiz müddetçe, çığlığımızın boğuk bir ses olarak kalmaya mahkûm olacağını hissediyorum. Çünkü bu rahatsızlığın kaynağı olan algılama sorunu, Türkiyeli muhalif çevreler üzerinde hâkim olan bir ön-kabule, bir tür yanlış anlamaya işaret ediyor.



Davayı anlamamak!

Gürpınar, Hrant Dink’e hitaben yazıyor:
Acımıza biraz daha acı katan ise, biz seni milyonlara anlatmaya çalışırken, senin içinden geldiğin insanların davamızı anlamamış olması oldu. (…) Tam da senin karşısında olduğun şeyi yaptılar yine. Cemaat bir tarafta, diğerleri bir tarafta, ‘serseri’ olan en diğerleri ise başka tarafta andı seni. ‘Artık sessiz durmayın’ dediğin insanlar, biz slogan attıkça kötü kötü baktılar bize.
Birkaç hatırlatma yapmak istiyorum.

Türkiye Ermenileri ve diğer gayrimüslim topluluklar, belli bir siyasi yönelimi olan gruplar olmadı hiçbir zaman. 1923’ten bu yana hiçbir siyasi gücü, örgütü, sözcüsü bulunmayan Ermeni toplumunun öncelikli amacı, bugün hâlâ, Türkiye’nin eşit yurttaşları olarak kabul edilmek.

Hiçbir etnik grup, bir tornadan çıkmış insanlar topluluğu değil. Ermeni toplumu da, köylüsü, kentlisi, işçisi, patronuyla, farklı grup ve çıkarları içinde barındırır. Ancak Ermeniler, hangi toplumsal kesime mensup olurlarsa olsunlar, Ermeni olmaktan kaynaklanan bir ayrımcılığa maruz kalma riskiyle de daima karşı karşıyadırlar.

Yine de, Türkiye toplumunun etkilendiği her şeyden direkt etkilenen, aynı ‘Andımız’ı söyleyerek büyüyen, aynı televizyon programlarını seyreden, aynı “siyasetsizleştirilmiş” yaşamı paylaşan bir azınlık grubundan, sırf Ermeni oldukları için yekpare, keskin bir siyasi tavır bekleyemezsiniz.

Hrant Dink, Agos ve Ermeni toplumu içerisindeki çeşitli bireyler, içinden çıktıkları cemaatin suskunluğundan şikâyetçi olup gidişatı değiştirmek adına seslerini çıkardılar, çıkarıyorlar. Agos’un 12 yıllık tarihi bu mücadeleye tanıktır. Yine de, bu tavrı, on yıllarca baskı altında yaşamış küçük bir cemaatin bütün üyelerinden beklemek gerçekçi değil.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Ermeni kimliğini sırtına yüklenerek hem kendi küçük toplumuna hem de tüm Türkiye’ye söz anlatmaya çalışmış bir aydının ensesine sıkılan kurşunlarla öldürülüşünün ardından, “Ermeni”lerden sarsılmaz bir siyasi irade beklemek, Ermeniliğe sahip olmadığı değerler yüklemektir.

Anma toplantısına katılan “bazı” Ermenilerin slogan atan gruplara yan gözle bakması eleştirilebilir elbette. Nitekim, Aris Nalcı, geçen haftaki Agos’ta benzer bir eleştiriyi, toptancı kalıplar kullanmadan pekâlâ yapabilmişti. Ermenilerin içinde bulunduğu ruh halini anlamadan, bu eleştiriye girişmek etik değildir.

Korkmak için çok haklı gerekçeleri olan, tehditler altında her sabah 3000 kadar çocuğunu kapısında “... Ermeni Okulu” tabelaları olan okullara göndermeye devam eden, kiliselerinin camları kırılan bir azınlık grubunu, “davamızı anlamamakla” itham etmek, en hafif tabirle hakbilmezliktir.

Nihayetinde, kalabalık dağılınca, Kurtuluş’un ‘Bozkurt’, ‘Türkbeyi’, ‘Savaş’ ve ‘Ergenekon’ sokaklarında, beyaz bereli “komşu”larıyla baş başa kalacak olanlar, yine o insanlardır.

Hiç yorum yok: